"Caliban’ın bir kitabı varsa, şüphesiz ki bu kitap doğanın ta kendisidir, onun kuytusuna köşesine hâkimdir; nitekim ondan bahsederken dili derinleşip güzelleşir, adeta ışıldar. Caspar Henderson’ın hayvannâmesi bir bakıma Caliban’ın doğa kitabının hayret verici sayfalarını açıyor önümüze."
03 Aralık 2020 18:30
Caspar Henderson dünyanın en tuhaf hayvanlarını anlatan Hayal Bile Edemeyeceğimiz Varlıklar Kitabı’nda şık bir muziplikle insana da bir madde ayırmış, üstelik bu durumun hakkını vererek onun nasıl acayip bir yaratık olduğunu da fevkalade açıklamış. İnsana dair şimdiye dek birçok tanım yapıldığından dem vurup bunlardan bazılarını sayarken, alet yapan hayvan, yemek pişiren hayvan ve belki de en münasibi “kendisini benzersiz kılan şeyi tespit etmeye kafayı takmış hayvan”ın yanı sıra, benim ilk kez Umberto Eco’da karşılaştığım “öykü anlatan hayvan”ı da anmadan geçmemiş. Tüm bu tanımları okurken Henderson’ın kitabı için ilham kaynağı olan eser de hiç aklımdan çıkmadığından, “kitap yapan hayvan” tarifinin de buraya pekâlâ eklenebileceğini düşünmeden edemedim doğrusu.
Zira söz konusu ilham kaynağı, insanlar ve kitaplara dair en unutulmaz fantezilerden bazılarını kurmuş olan Jorge Luis Borges’in Düşsel Varlıklar Kitabı. İnsanın binyıllar içinde hayal ettiği, öykülerinde yer verdiği garip mi garip mahlukattan rengârenk bir seçme, kitabî dünyanın “gerçek” dünyayla hayal meyal ilişkisinin bir dökümü. Caspar Henderson bir gün pikniğe çıktığında yanına aldığı bu kitaba göz gezdirirken uyuyakalmış, uyandığındaysa doğada hakikaten var olan hayvanlardan, “doğru dürüst hayal bile edemediğimiz” varlıklardan en az Borges’inkisi kadar şaşırtıcı bir katalog yapılabileceğini düşünmüş. Bunun sonucunda ortaya çıkardığı kitap aksolotldan nautilusa, bıyıklı sıçrayan örümcekten balinaya (ve evet, insana), yakından baktıkça daha da büyüleyici gelen 27 hayvana yer veriyor (İngilizce alfabenin her bir harfi için bir hayvan, çoğu da deniz canlısı) ve her birinin şaşırtıcı niteliklerini takdire değer bir anlatıcılık ve mizahla, öykülere, romanlara, filmlere de sık sık gönderme yaparak açıklıyor. Gelgelelim kitabı okurken kendimi sürekli kafa yorar bulduğum konu bu doğa harikalarının büyüleyiciliği değil, insanın kendisini büyüleyen şeylerle ilişkisi ve onları dönüştürerek kitap sayfalarına zapt etme geleneği oldu. Belki kitabın hayvan çizimlerinde insansı ifadeler yakalayıp durduğum ve Stanislav Lem’in nüfuz edemediğimiz, anlayamadığımız bir zekâyla karşılaşmamızın hikâyesini anlatanSolaris’indeki “İnsanı aramıyoruz. Başka dünyalara ihtiyacımız yok. Aynalara ihtiyacımız var” cümlelerini aklımdan çıkaramadığım için…
Borges Düşsel Varlıklar Kitabı’nın 1967 baskısı için yazdığı önsöze, bu isimdeki bir kitaba aslında Prens Hamlet’in, tüm sosyal terimlerin, belki de her birimizin ve Tanrısal olanın, sözün kısası tüm şeylerin toplamının dahil edilebileceğinden dem vurarak başlamıştı. Eh, hayatını edebiyata ve insan dilinin dokuduğu her tür gerçekliğe adamış biri için tabii ki “düşsel varlıklar” –ya da çeviride birazcık belirginleştirme amaçlı yoruma kaçarsak “hayalî varlıklar”– deyince çizgiyi nerede çekeceğimiz, neyin “hayalî” neyin “gerçek” olduğuna nasıl karar vereceğimiz konusu öyle basit bir taksonomi işi değil tabii. Sonuçta Babil Kitaplığı ya da Kum Kitabı gibi kitabî sonsuzluk biçimleri tasavvur edebiliyorsan, bir noktada tüm varoluşun insan zihninde, insan dilinde vücut bulduğunu, dolayısıyla da kitaplarda zapt edildiğini hayal edebiliyor olmalısın, değil mi? Bu gözle bakınca da hippogrifle ve bahamutla, humbabayla ve simurghla, yağmurkuşuyla ve krakenle aynı kökten geldiğimiz harikulade bir noktaya varıyor, tüm varlıklar zinciri olarak maaile hayal ürünü oluyoruz.
Düşsel Varlıklar Kitabı sadece insan hayal gücünün tuhaf meyveleri arasında bir gezinti değil, aynı zamanda kitaplar tarihinin önemli kollarından birinin mirasçısı da niteliğindeydi: Yaratılışın acayipliklerinin izini süren ve hakikaten tuhaf mı tuhaf ve bugünün penceresinden bakınca çoğu zaman komik mi komik varlıkların çizimleriyle tasvirlerine, bazen bir de bu varlıklardan çıkarılabilecek derslere yer veren kitaplar. Hayvannâmeler. “Dersler” dedim çünkü Ortaçağ Avrupası aklına göre doğanın en küçük ayrıntıya varıncaya kadar her unsuru, Tanrı’nın sembolik anlamla donanmış düzeninin parçasıydı, dolayısıyla da insanın süzebileceği bir mesaj taşıyordu. Bu durumda tüm varlıklar, başta görünümleri gelmek üzere tüm nitelikleriyle çözülüp ders çıkarılabilecek bir nevi “doğa kitabı” oluşturuyordu. (Hemen burada söz konusu “ders çıkarılası” yaratıkların arasında tek boynuzlu at gibi fantastik mahlukatın da sıklıkla yer aldığını hatırlatayım – özellikle de tek boynuzlu at, bu kitapların yüklü sembolizminde İsa’yı dahi simgelemiş bir varlık olarak hatırı sayılır yere sahipti.)
İngilizcede “bestiary” denen bu son derece renkli hayvan türleri kataloglarının benim için her zaman en ilginç tarafı, insanın bilimsel merakıyla tamamen bilimdışı bir hayal gücünü bir araya getirmesi olmuştur. Rochester Hayvannâmesi gibi kitapların sayfalarında fillerin, pelikanların, kunduzların yanı sıra, amfivena gibi, mantikor gibi, satir gibi tamamen insan hayalinin ürünü olan varlıklar da –zihinlerde yüzyıllardır gerçek rolü yapmış olmanın verdiği tecrübenin eseri olacak– büyük bir doğallıkla arz-ı endam ediyorlardı. Üstelik Ortaçağ Avrupası’nın ötesine geçersek, İslamî kültürde de bu tür “yaratılışın acayipliklerinin” izini süren bir kitap geleneği vardı. Genellikle de “acayibü’l mahlûkat” gibi isimlerle anılıyorlardı bu kitaplar. En meşhurları da Tûsî’nin Farsça, Kazvînî’nin ise Arapça yazılmış Acayibü’l Mahlûkat ve Garaibü’l Mevcûdât isimli eserleriydi (bu eserlerin Osmanlı Türkçesi tıpkıbasımlarını Türkiye Yazma Eserler Kurumu’ndan bulabilirsiniz).
Şüphesiz neyi nasıl hayal ettiğimizin yanı sıra, neleri çokça kitaba geçirmeyi sevdiğimiz, kitabı (sadece basılı değil, yazma kitabı da) bir cisim olarak nasıl hayal edip nasıl kullandığımız konusunda da bize bir şeyler söylüyordu bu hayvannâmeler. Gençliğinde birkaç yıl Borges’e kitap okuyuculuğu yapmış ve kendi de okurluk ve kitaplar üzerine enfes eserlere imza atmış olan Alberto Manguel, “Hiçbir metin tamamen sanal değildir; her metin, elektronik metin bile, hem kelimeleriyle hem de o kelimelerin var olduğu uzamla tanımlanır” der ya hani... Bu hayvannâmeler de sadece yazılı içerikleri değil, en az bir o kadar –hatta belki daha da çok– biçimleri, tasarımları, çizimleriyle de ilgi görüyorlardı. Bugün Ortaçağ hayvannâmelerine dair yazılan kitaplarda, açılan sergilerde bu rengârenk, fantastik, komik çizimlerin sıkça odak noktası teşkil ettiğini de görebiliyoruz zaten. Henderson’ın kitabı da en azından madde başlık sayfalarında hayvanların fotoğrafları yerine harikulade çizimlerini kullanarak bu geleneği takip ediyor. (Bu arada, yazmalardaki envai çeşit tuhaf yaratık çizimi için sosyal medyanın paha biçilmez bir kaynak olduğunu belirtmekle kalmayıp, sayesinde günlük “canavar kotam”ı rahatlıkla doldurduğum Damien Kempf’in son derece eğlenceli Twitter hesabını bu konulara meraklı okura tavsiye etmek isterim.)
Kitap üretim tarihinin en ilginç eserleri arasında olan eski usul hayvannâmeler, bildiğimiz dünyanın bilmediğimiz dünyaya oranının giderek artması ve nihayetinde de atlası fethetmesi sonucunda modern taksonomi karşısında sahneden çekildiler. Artık sadece kitap tarihine ya da Ortaçağ’a özel merakı olanların sayfalarında göz gezdirdiği eski akıl yadigârları haline gelmiş durumdalar. Bir de tabii Borges’in hattından ilerleyerek, sadece fantastik varlıkların zaptını tutan eserler çıkıyor; hatta geleneksel hayvannâme formatını izleyenlerin yanı sıra, Ernest Drake’in “ejder bilimi” diye çevrilebilecek Dragonology’si gibi tek bir yaratığın çeşitlerini anlatan örnekler de var... Bununla bağlantılı olarak, fantastik kurgu da bu kitap türünün hatırasını elinden geldiğince diriltiyor. Örneğin Harry Potter serisinde J. K. Rowling, yarattığı büyücüler dünyasının okullarında ders olarak okutulan bu türden hayli mizahi iki “başvuru kitabı” kurgulamıştı: Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar ve “Canavar Kitap: Canavarlar”. (Hatta bu hayalî hayvannâmelerin ilki büyücüler dünyası müfredatından bizim gerçek dünyamıza kapağı atarak ayrı bir kitap olarak basılmayı bile becermiştir.) Tolkien’in kitaplarında yarattığı dünyadaki fantastik varlıkları üzerine David Day’in yazdığı A Tolkien Bestiary de bu türde bir klasik sayılır.
“Hayvannâme” deyip duruyorum… Bu karşılık bana değil, Hayal Bile Edemeyeceğimiz Varlıklar Kitabı’nın çevirmeni Deniz Keskin’e ait. Kendisi nicedir biz çevirmenlerin başına bela olan ve Türkçede ta “acayibü’l mahlûkat” günlerinden bu yana şöyle tutan bir karşılık bulamamış olan “bestiary” kelimesini bu şekilde Türkçeleştirmiş. Kolay anlaşılır, dile gelir ve güzel bir karşılık bence, umarım yaygınlaşır. Görür görmez aklıma Nihal Yeğinobalı’nın Alis Aynanın İçinde Neler Gördü?’de yer alan meşhur “Jabberwocky” şiiri için bulduğu Türkçe isim, “Ejdercenkname” geldi. Saçma şiir türünün güzide bir örneği olan “Jabberwocky” de insanın aslında en anlamsız, en nüfuz edilemez görülenden anlam çıkarma yatkınlığı üzerine müthiş bir denemedir. Bu açıdan da alabildiğine acayip bir varlık olarak insan hakkında çok şey söyler. Hayvanlara bakıp onlarda insani hasletler ve duygular görmemizin, fablların ve tabii ki hayvannâmelere merakımızın da ruhen kardeşidir bence Jabberwocky gibi şiirlerin popülerliği. Dolayısıyla bu çeviri de kafamda “var olan varlıklar”la, “var olmayan varlıklar” arasındaki insani köprüde önemli bir taş olarak yerini buldu.
Henderson’ın kitabındaki yirmi yedi maddenin İngilizce alfabetik dizilim icabı Aksolotl ile başlaması isabet olmuş, çünkü gerçekten Darwin’in doğasında da, insan hayalhânesinin kitabında da daha ilginç bir yaratığa rastlamanız zor. İnsana tekinsizce benzeyen ve bu yüzden “gülünç balık” olarak da anılan bu semender türü, o tuhaf gülümsemesiyle tam da Ortaçağ yazmalarına layık bir mahluk. Henderson sadece coğrafi olarak değil, edebi olarak da Borges’in arşınladığı topraklara çok da uzak düşmeyen Arjantinli yazar Julio Cortázar’ın (Tomris Uyar “biraz da Borges’in emmioğlu gibi biri” diyordu onun için) bu yaratığın adını taşıyan öyküsünü de anmadan geçmiyor. Söz konusu öyküde karakter bir aksolotla öyle uzun, öyle dikkatle bakar ki, sonunda kendisi de aksolotla dönüşür. Hayvanın o tekinsiz gülümsemesi, o insansı tırnakları, en çok da “bir başka hayatın, bir başka görme biçiminin” emaresi gözleri, anlatıcının kendi ilgisinden mürekkep dipsiz bir kuyu haline gelir. Henderson ayrıca Deniz Kelebeği maddesi altında İtalo Calvino’nun Kozmokomik Öyküler’ini, Venüs Kuşağı’na dair maddedeyse James Cameron’ın Avatar filmini anıyor. Kitapta insanın “öykü anlatan hayvan” olarak üretimine böyle birçok gönderme var: Bu da içimizdeki gerçeği öğrenmek isteyen insanla bazen gerçeğe rağmen düş kuran insanı bir arada, ayrım yapmaksızın cezbediyor.
Öykü anlatan hayvanın çok sevdiği bir numarayla sona doğru öyküde geriye, en başa sıçrayarak Hayal Bile Edemeyeceğimiz Varlıklar Kitabı’nın girişindeki bir alıntıya döneceğim. Borges’in kitabî sonsuzluklarına layık bir alıntı bu. Diderot’dan:
“Yüzyıllar geçtikçe mevcut eserlerin sayısı giderek artıyor. Öyle anlaşılıyor ki, bir gün gelecek ve insanın kendini bir kütüphanede eğitebilmesi, koca evrende eğitebilmesi kadar zor olacak. Doğada var olan bir hakikati bulmak, saymakla bitmeyen kitaplar arasındaki kayıp bir bilgiyi bulmaktan daha kısa sürecek.”
Bugünün dünyasında şüphesiz çok daha gerçek görünen bu tahmini okuduğumda aklıma Borges kadar, zihnimde bir kitap insanı olarak onunla ve Manguel’le yan yana duran, Shakespeare’in Fırtına’sındaki Milano Dükü Prospero geldi. Prospero’nun dünyası da, dokuduğu “ak” sihir de kitaplarından gelir. Kitapları gücüdür: İktidarı ve gerçekliği onlardan doğar, onlarla doğaya hükmeder. (Bu arada Peter Greenaway’in sıra dışı uyarlaması Prospero’nun Kitapları’nın da başlıca odağı ve fetiş nesneleridir.) Sürgünde yaşadığı adanın yerlisi, bir cadının çocuğu olan Caliban ise yabanidir ve “insani bir suretle şereflendirilmemiş”tir, bir anlamda eskilerin şu meşhur varlıklar hiyerarşisinde sadece Tanrı ve meleklerden değil, insandan da aşağıda bir yerde konumlandırılmış gibidir. Dolayısıyla elbette ki kütüphanesi yoktur. Caliban’ın bir kitabı varsa, şüphesiz ki bu kitap doğanın ta kendisidir, onun kuytusuna köşesine hâkimdir; nitekim ondan bahsederken dili derinleşip güzelleşir, adeta ışıldar.
Caspar Henderson’ın kitabı bir bakıma Caliban’ın doğa kitabının hayret verici sayfalarını açıyor önümüze. Aklımızın ve hayal gücümüzün hem ötesinde hem de içindeki varlıkların ışıldayan anlatımları. Aksolotla bakan Cortazar kahramanı misali, göz gezdirmesi, okuması, üzerine düşünmesi, her bir parçasında mantıklı mantıksız anlamlar bulması cazip bir hayvannâme.
•