"Georges-Arthur Goldschmidt'in otobiyografik romanı Worlds of Difference'ın sırtını dayadığı tarihsel ve sosyolojik arka plan İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde Avrupa’daki tüm Yahudi nüfusu derinden sarsan ve nerdeyse tamamen yok eden Holokost deneyimi..."
13 Ağustos 2020 20:36
Yetimhaneler sadece kamusal ve bireysel yaşamda değil, edebiyatta bile çok az bir şekilde derinlemesine işlenmiş konulardan biridir. Özellikle yoksulluk, savaş ve katliam gibi büyük toplumsal felaketlerin bir sonucu ya da devlet ve devletimsi yapıların ideolojik sürekliliğinin teminatı olarak ortaya çıkan çocuk yuvaları, yetiştirme yurtları, Türkiye özelinde ayrıca yatılı bölge okulları gibi “eğitim” ve “barınma” imkânı sunan bu kurumların bu kadar çok dışarıda tutulması ve göz ardı edilmesi oldum olası bana hep ilginç gelmiştir. İşin aslı, bu durum ilk kez Kübalı yazar Guillermo Rosales’in Birleşik Devletler’in bir sınır kentinde, çoklukla Kübalı yaşlıların kaldığı bir huzurevini anlattığı Felaketzedeler Evi romanını okuduğumda kendime sorduğum bir soruydu. Neden böyleydi? Net bir cevap vermek mümkün değildi. Bireylerin ve toplumun vicdanının kaldıramadığı bir yük, travma olması gibi, bu kurumların ve içerisinde olup bitenlerin bilinmeyişi, yaşamış ve görenlerin sessizliği gibi basit cevaplar çok daha olasıydı. Ancak edebiyatta bunların izini sürmeye başladığımda, hiç hayal etmediğim ve hakkında bilgi sahibi olmadığım çok ilginç bir otobiyografik romanla karşılaşmıştım.[1]
Bu kitap tartışmalı Nobelli edebiyatçı Peter Handke’nin hem arkadaşı hem de kitaplarını Fransızcaya çeviren, eserlerini anadili Almancada değil ama sonradan öğrendiği Fransızcada yazan Georges-Arthur Goldschmidt’in Die Absonderung (Worlds of Difference) adlı otobiyografik romanıydı. Ancak bu kitabın yazım serencamı da yazarın diğer eserlerine göre biraz farklıydı. Yaptığım ufak bir araştırma sonucunda, İngilizce çevirisi 1993 yılında yapılan bu metnin orijinalinin Die Absonderung adıyla önce 1991 yılında Almanca yazıldığını, İngilizce çevirisinden çok daha sonra, 1999 yılında Fransızca olarak La traversée des fleuves adıyla yayınlandığını gördüm. Kitabın içeriğine bakıldığında yazarın neden böyle bir yol takip ettiğini anlamak oldukça mümkün. Travmalar yüzleşilmesi kolay durumlar olmuyor, özellikle de yaşayanlar için.
Goldschmidt bırakın Türkçeyi, İngilizcede bile çevirileri çok az olan bir yazar. Fransızca ve İspanyolca denk geldiğim iki makale dışında, hakkında İngilizce yazılmış doğru dürüst bir yazı, makale bile yok. Bu kadar çok sessizliğe gömülmüş olması kaderin bir cilvesi olarak dilsel travmanın diplerinde yaşamış, dilinden hem gönüllü hem zorunlu olarak sürülmüş bir yazarın hikâyesiyle çok uyumlu! Şanına yakışır bir sessizlik… Otobiyografik bir metin olarak yazılmış olan Worlds of Difference adlı romanın sırtını dayadığı tarihsel ve sosyolojik arka plan İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde Avrupa’daki tüm Yahudi nüfusu derinden sarsan ve nerdeyse tamamen yok eden Holokost deneyimidir. Otobiyografik bir metin olsa bile, birkaç ufak yer dışında yazar tarafından hiçbir şekilde birinci tekil anlatıcı kullanılmaz, hep üçüncü tekil anlatıcının gözünden takip ederiz anlatıyı. Romanın isimsiz çocuk kahramanı abisi ile beraber, annesi ve babasının aldığı bir karar sonucu, 1938 senesinde 10 yaşındayken güneye doğru gitmek üzere Hamburg’u terk eder. Yahudi kimliğinin farkında olmayan çocuk Yahudi isminin geçtiği yerlerde kendini bir günah işlemiş, suçluymuş gibi hisseder, evde oluşan içsel felç halinin bir sonucu olarak da abisi ile Fransa Alpleri’nde, bir tepede, orman içerisinde yer alan ücretli bir çocuk evine, yetimhaneye gönderilir. Normalde ailelerin çocuklarını uzaklaştırmak ya da bu romandaki çocuk karakterde olduğu gibi korumak için para verdiği bu çocuk evi, romanın kahramanı için aile bireylerinin de kaybıyla zamanla gerçek bir yetimhaneye dönüşür. Romanın akışına paralel bir şekilde önce kimliğinden, dilinden, sonra annesinden, en son da babasından olan çocuk artık tam anlamıyla kimsesiz biridir.
Fransız Alpleri’ne doğru yapılan tren yolculuğunda memleketini, kimliğini, Yahudiliğini ve evini geride bıraktığının ve buna “zorlandığının” farkında olan çocuk, kardeşleri tarafından atılan, yok edilmek istenen Yusuf’un hikâyesiyle kendi hikâyesini zihninde eşitler ve yaşadığını bir tür sürgün anlatısı olarak kurgular. Bu sürgünlüğün boyutu mekânsal değil, aynı zamanda dilsel de olacaktır. Almancadan Fransızcaya doğru ilerleyen bir yabancılaşma, bir lal olma hali yaşanacaktır. Tren yolculuğu esnasında istasyonların etrafında gördüğü çocuklara bakarken, onlardan biri olsaydı, belki de gitmek zorunda kalmayacaktı diye düşünür; çünkü onlar yanlış değildi, yanlış şeyler yapmamışlardı. O da onlardan biri olsaydı, şimdi bir evi olabilirdi diye hayallere kaptırır kendini. Tren yolculuğunun sonunda Fransa’ya vardıklarında, 1938 yılında akrabaları olan bir kontesin yolladığı şoför onları arabayla alıp Fransızca konuşulan çocuk evine teslim eder. Bu çocuk evi ya da yuvası en başta ev özlemi ile kendini gösteren bir yere dönüşür. Bayırın tepesinde, yeryüzünden kopuk, bir yarısı havada asılı kalmış gibi bir yapıdır. İsviçre dağlarına bakar. Yolun bir tarafı ailelere gitse de, onlara yaklaşmak mümkün değildir; çünkü artık uzakta, bir hayal ve özlem olarak kalacaklardır. İlginç bir şekilde romanın başında çocuğun yola abisi ile beraber çıktığı belirtilir, ama “merdivenlerden hepsi birbirine benzeyen odalara”girip “kendisi yan yana yatakların olduğu bir odaya, kardeşi de binanın sonundaki başka bir odaya” çıktıktan sonra romanın sonlarına kadar bir daha abiden söz edilmez. Sanki yokmuş, hiç olmamış gibidir. Çocuğun yaşadığı onca tacize, işkenceye karşı çıkıp onu koruyacak, önceki hayatına ait biri olarak asla romanda tekrar görünmez. Peter Handke romana yazdığı önsözde Goldschmidt’in kitabını bir tür “dream book” olarak tarif ettiğinden, abisinin kaybı bir noktaya kadar anlaşılır gibi görünmektedir; rüyada kaybolan, “sınavları” başarıyla geçmesi için kahramanı yalnız bırakan biridir. Ancak çocuk yuvalarının, yetimhanelerin ideolojik ve varoluşsal anlamlarının sahip olduğu boyut hesaba katıldığında, kişinin bu şiddet dolu kurumlar karşısında yalnız kalmasını somut ve sert bir şekilde örneklendirmesi açısından önemli bir durumdur abinin hiçbir şekilde metin içerisinde görünmemesi. Bu yalnızlık halinin dozunun giderek artması ile yabancılaşma o kadar yoğunlaşır ki, artık çevresindeki nesneler de bile “onu evden uzak tut[ar].”
Goldschmidt’in metni roman olarak kurulsa bile otobiyografik özelliğini, yazma ve anımsama ânını sürekli vurgular; mesela “kırk yıl sonra hafıza sabah aydınlığında birden geri dönecekti”, “elli yıldan fazla bir zaman sonra o gün şu an ve buradaymış gibi geri gelecek”; ki bu anımsama hali bizi yazma zamanına götürür, yazılan metnin bir otobiyografi olduğu hissini verir. “[s]anki olan biten hiçbir şey geçmişe gömülmemiş gibi, sanki geride bir ip gibi uzanan atkısıyla ceset halen daha Loire yatağının orada bir yerlerde salınıyormuş gibi”, “yıllar, yıllar sonra” ifadeleri metnin “bugünden” bakılarak, anımsanarak üçüncü tekil anlatıcı üzerinden kurgulandığını, anlatıldığını gösterir. Romanın başlarında üçüncü tekil anlatıcı, yazarın/anlatıcının özdeşleşmesine işaret eder gibi birden “biz” diline geçer, iki paragraf böyle devam ettikten sonra tekrar üçüncü tekile geri döner. Bu kısımda yazarın roman dilinden otobiyografiye kaymaya başladığını söylemek mümkün. Bu şekilde yazar kurumsal bir yapı içerisinde cereyan eden şiddeti anlatmak için tarafsız, Tanrı anlatıcı dilinden çıkarak “ben”in de dâhil olduğu “biz” diline geçerek, deneyimlenen özdeşleşmeyi, içeriden konuşup tanıklığın sahiciliğini göstermek ister gibidir.
Yetimhane ve çocuk yuvalarında yaşanan, çokça duyduğumuz fiziksel şiddet ve cezalandırmalara bu kitapta yoğun olarak rastlarız. Ancak bir tür “rüya kitabı” olduğundan kimi yerlerde imalarla süslü fiziksel şiddetin “cinsel şiddet” olup olmadığı havada kalır, cinsel şiddet ile fiziksel şiddetin kesiştiği yerlerde ise sadomazoşist fanteziler devreye girer. Özellikle baba gibi kurgulanan, maskülen yaşlı denizcinin bir yandan onu çırılçıplak soyup tekmelemesi, bir yandan çocuğun onun tarafından arzulanma hali şiddet, cinsellik ve “babasızlık” halinin iç içe geçmiş, çok kutuplu yanını gösterir. Sevgi ve şiddet birbirine karışır, sevilmek ve cinsel açıdan sömürülmek birbirinden ayırt edilemez hale gelir. Çoğunlukla yuvadaki diğer çocuklar ve akranları tarafından uygulansa da, bazen yuvada çalışan müdür ve görevliler tarafından da verilen cezalar da vardır; elleri arkadan bağlama, kırbaçlama, çırılçıplak soyup sopa ile dövme, akranlarının çocuğun üzerine işemesi, altını ıslattığı için kafasına darbe yeme, çişli çarşafa sarılıp balkonda güneş altında bırakılma, yatağa aç gönderilme, tatlı yememe, tekmelenme, parmaklara cetvelle vurma, dizleri üstüne çöktürme, sözlü tacizler, ayakkabı temizletme, kafasına vurma, sperm yedirme vs. Şiddetin yoğunluğu bazen öyle bir artar ki, bir keresinde dışarıya gezmeye gittiğinde yuvaya geç gelince bu durumda ceza korkusuyla karakter kendisini ikiye böler anlatı esnasında: “Zile basınca geç kalan bu çocukla alakası yokmuş gibi davranıp” öyle içeri girecektir, ancak çalacağı kapı “ceza odasının kapısıdır”. Bununla beraber bu acının yoğunluğu çocukta şehit/aziz olma fantezisi yaratıp onu yaşadığı acıya haklı gerekçeler aramaya itecektir. Kendini Afrika’ya giden bir misyoner, yola çıkan bir ruhani, çileci gibi hissedecektir. Bu durumda yaşadığı her şey, çıplaklığı da, cezası da anlamlı hale gelir. Bu düşünceyle gözleri dolar, bu şekilde terk edilmişliği, yalnızlığı anlamlı olur. Bu durumlarda kendine karşı yaşadığı yabancılaşma, kişilik bölünmesi artar, dilsel ve etnik kimlikle başlayan parçalanması fiziksel ve psikolojik şiddetle hızlanır, somut hale gelir, belirginleşir. Ama diğer yandan yaşadığı şeyi “göklerden gelen” bir şey olarak görmeye başlaması, sanki Althusserci devletin ideolojik aygıtı olan bu kurumların bizim iyiliğimizi isteyen kurumlar olduğu duygusunun getirdiği yanılsama ile gerçekleşir gibidir; bu da yaşanan acıyı pozitif olarak kurgulamaya götürür karakteri. O yüzden çocuk bir yandan mutsuz kurbanı oynarken, bu duygunun “ömrünün sonuna kadar unutamayacağı bir duygu olaca[ğını], [ş]u anda olduğu gibi, ruhunun en derinliklerinde sonsuza kadar böyle kalaca[ğını]” da bilir”. Bu acıların varlığı sanki bu kurumun gizli bir göreviymiş gibi, “bu küçük işkenceler gurbet acısına, hissettiği özleme karşı bir kalkan vazifesi görü[r]”. O yüzden anlamlıdır, kurban olduğu için bundan gurur da duyar, gönüllü kurbana dönüşmüştür artık. Bu kurban olma hali aslında Almanya’da iken bir Yahudi’den beklenen bir şey olmasına rağmen, soykırımdan kurtulması için ailesi tarafından Fransa’daki bir çocuk evine gönderildiğinde, hayatın garip bir cilvesiyle Yahudi-Alman çocuk kendi ırkını ve ailesini bekleyen kaderi farklı şekillerde yaşar, belki de bu durum ideolojik aygıt olarak yetimhanelerin daha üst bir kurum olan devletin küçük bir prototipi olarak aynı işlevi göstermesinden gelen bir şeydir. Her ikisinde o güne değin sahip olunan kimlik artık geçersizleşmiştir, artık eskiyle olan bağ kopmuştur; “zamanla yavaş yavaş zihnindeki resimler ile ülkenin kendisi birbirine karışıp yekvücut olmuştu; şu an yaşadığı yer ile ufkunu kendine ayırmak istediği bu yer”. Bu yabancılaşmanın belirgin olduğu somut noktalardan biri, hamisi kontese gittiğinde kendini utangaç, aptal bir çocuk gibi hissetmesidir. Yetimhaneye dönünce kontrolden çıkan bedeninin mülkiyetini tekrar edinir. Dışarıda hissettiği şey parçalanmışlıktır, tüm taciz ve zorbalıklara rağmen içeride kendini daha “tam”, daha “bütün”, daha “kendi” hisseder. Yetimhanenin fiziksel konumu da eski ile yeninin arasındaki bağlantıyı koparmaya yarar; balkona çıkıp etrafa yukarıdan bakmak onu güçlü kılar, okyanusa bakar gibidir; “artık ailesini düşünmesine gerek yoktu, seyretmek onu gurbet acısından da koruyordu”. Ev artık yoktur, anne baba da evlerini kaybetmiş, doğuda bir yere gitmişlerdir, belki de orada “daha mutludurlar”; o ise güneyde daha güvenli bir yere ulaşmıştır. Burada sonsuza dek, temelli kalacağını hisseder çocuk. Kahraman kendini oraya mahkûm, oranın bir parçası gibi hisseder; yetimhane çocuklarının gelecek yaşamlarına dair bir öngörüde de bulunur ki bu durum başka benzer anlatılarda da karşımıza çıkar:
Yetimhane çocuklarının sıklıkla ağır, siyah paltolar giydiklerini görmüştü: kocaman gözleri, keskin ve insanı izleyen bakışları vardı. Daha sonraları bekçi, polis veya bahçıvan olacaklardı – çoğunluğu da hizmetçi; sonsuz bir çocukluk yaşayacaklardı, hatta yetişkin olduklarında bile sürekli azarlanacaklardı. Annesinin ölümüne rağmen, istenmeyen görüntüler sürekli gözünün önüne geliyordu. Yetimler köleydi, onları saçlarından kavrayıp ayağa kaldırıyorlardı, o da onlardan biriydi. Yetim çocuklar tıpkı köleler gibi çırılçıplak soyulurdu. Apaçık ki her açıdan kendisi de bir nesneydi. Gözlerini kapadığında bir nesne olmanın ne demek olduğunu hissedebilirdi; sanki orada tıkanıp kalmış, devinimsiz gibiydi. Zamanında alınıp satılmış, elden ele dolaşan bir nesne gibiydi.
Yetimhanenin çocuk üzerinde yarattığı bu hissi, imajı ancak edebiyatın hayal, duygu ve düşünceyi bir araya getiren ve yarattığı dünya ile katharsis’i ve tanıklığı mümkün kılan düzlemi sayesinde anlamak mümkün gibi. Yetimhanenin yarattığı bu durum karakterin değersizlik duygularını güçlendirip onu “bağımlı” bir köle yapmaktadır. Bu da egemen sınıfın ideolojisinin yönetilenlerden beklediği durumdan farklı bir şey değildir. Öyle ki çocuk karakter gelecekte kendini şöyle hayal eder: “[…] gelecek anılarının düşüncesi aklına geldiğinde ani bir sevinç çığlığı attı: bundan sonra her zaman orada, sessiz, kuvvetsiz, kendisinin arkasına saklanmış, şu an hissettiği “ben” gibi hep kendisi olarak kalacağını biliyordu. Tüm hayatı boyunca onunla kalacak bir şeydi bu ve her zaman bu vecd haliyle, hiçbir zaman kendisini terk etmeyecek muzaffer kendilik bilgisi sayesinde kendi gerçek kimliğine aşina olacaktı.”
Romanın sonlarına doğru Almanların Fransa’yı işgale başlamasıyla çocuk yuvasını da kontrole gelecekleri öğrenilir. Bu durumda çocuk korkar ve eskiden ona zulmeden çalışanlar artık iyi davranmaya, hatta saçını okşamaya başlar. O âna kadar kayıp olan, tüm işkence ve acılara karşı kardeşini yapayalnız bırakan büyük kardeş birden ortaya çıkar. “Rüya kitabı” sona ermiş, fantezilerin ve hayallerin ardı kesilmiş gibidir. Abisi buz gibi soğukta başka bir çocukla beraber vadiye kaçar. Çocuk kahraman da Almanların korkusundan dolayı bir ahırın yemliğinde saklanır, hayvan sıcaklığı onu ana rahmi gibi ısıtır. Romanın sonu ideolojik aygıtın onlara vadettiği yeni kimlikle uyumlu bir şekilde babasının da öldüğü varsayımıyla biter. Bu şekilde roman anne ile babanın, dilin ve vatanın kaybıyla başlayıp post-human bir noktada sona erer. Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı döneminde gerçekleştirilen Holokost’un hiç bilmediğimiz bir yönü olan böylesi bir çocuk evinin varlığını bu otobiyografik-roman sayesinde keşfetmek hem zihni açan, kişiyi hayretlere düşüren bir deneyim olduğu gibi hem de acı verici ve keyifli bir okuma serüveni sunar.
Goldschmidt gibi bir yazarın sadece edebiyatçılar değil, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı, Holokost ve dilsel travma üzerine çalışanlar için de önemli bir referans kaynağı olacağını düşünüyorum. Zira deneyimi içeriden aktarmasının yanında, almış olduğu birçok edebi ve kültürel ödüllerle de rüştünü ispatlamış bir yazar vardır karşımıza. Goldschmidt’in kitabının Türkiye’deki yetiştirme yurtları, çocuk evleri, çocuk tutukevleri ve yatılı okullarda yaşanmış psikolojik, fiziksel ve cinsel şiddet üzerine tekrar düşünmemizi sağlayacağını, ayrıca bu bakir alanda yeni ufukların yaratılmasını ve konuyla ilgili roman ve öykülerin yazılmasını teşvik edeceğini düşünüyorum. Çünkü kitapta anlatılan her şey o kadar sahici, o kadar güçlü ki, okurun bizzat kendisi yaşam ile rüya arasındaki sınırlarda kolaylıkla kaybolabilir.
•
GİRİŞ RESMİ:
Georges-Arthur Goldschmidt
[1] Beni bu metinle buluşturan sevgili hocam Selen Ansen’e sonsuz teşekkürler.