Ana Arzoumanian’ın kitabında yaptığı gibi deponun dışına çıkabilmek, diasporanın yerleştiği boşluktan kurtulup, “artık depolanmamış halimizle” yeni bir kimlik-beden-tarih kurmak imkânsız mı?
21 Nisan 2016 13:55
İnsan Deposu alışkın olduğumuz giriş-gelişme-sonuç mantığıyla, düz bir çizgide ilerleyen, bir fikri emin adımlarla savunan/geliştiren bir sosyal bilim metni değil. Psikoloji, sosyoloji, felsefe, hukuk, siyaset bilimi alanlarında çok çeşitli temel eserlere atıfta bulunsa ve kimi iddialarını bunların üzerine temellendirse de Ana Arzoumanian’ın metni postmodern bilgi yaratım biçimlerini benimsiyor. Kimi zaman dairesel kimi zaman ileri geri hareket eden anlatı, okuru ikna etme kaygısı gütmüyor. Fakat her adımında sarsıyor.
Tipik bir sosyal bilim metni gibi kitabında alıntılara, dipnotlara yer veren yazar aslında bunlardan çok daha geniş bir “arşiv” kullanıyor. Dini metinler, destanlar, sinema filmleri, şiirler, resimler, tanıklıklar, alışık olmadığımız bir bütünün parçaları olarak Arzoumanian’ın kitabında birbirine eklemleniyor. Yazar metnin heterojenliğini, bir konudan diğerine atlamasını, “birbirine iliştirilmiş ses parçaları” olarak nitelendiriyor. Okura bilerek ve isteyerek parçalı bir evren sunuyor. Üst üste binmiş görüntülerin, uyumlu uyumsuz seslerin, farklı disiplinlerin analiz biçimlerinin birbirine karıştığı kitap, insana Sergei Parajanov’un kolajlarındaki belirgin post-modern duyarlılığı anımsatıyor.
Bakanda kimi zaman tuhaf, kimi zaman kışkırtıcı, kimi zaman da gerçeküstü bir şeyle karşı karşıya olduğu hissini uyandıran Parajanov’un eserleri, sanatçının sıradan nesneler ve durumları büyülü bir şeye dönüştürme tutkusunu yansıtır. Bulunmuş/sahipsiz nesneleri ve reprodüksiyonları neredeyse arsız bir ısrarla kendine mal eden sanatçı, aynı anda Ermeni ve Pers minyatürlerini, dini ikonları, halk sanatından imgeleri, Pirosmani ve Hakob Hovnatanyan gibi Güney Kafkasya’dan ressamlarla, İtalyan Rönesans ressamlarını harmanlar. İnsan Deposu yazılı bir eserin de benzer hasletlere sahip olabileceğinin bir kanıtı.
Arzoumanian’a göre vatan, devlet, ülke kavramları bedenlerin yayılıp dağılışını da biçimlendirir. Bedenler evlerinde olma duygusuyla hareket ederler. Beden, kimliğini hatırlayan bir coğrafyayla ilişki içindedir (s. 136). Soykırım sadece öldürmek değil, aynı zamanda ortadan kaldırmak, buharlaştırmak, belleğini yok etmek bağlamında gerçekleşir. Ermenilerin çöllere salınması da böyle bir “un ufak etmek” sürecinin ilk adımıdır. “Yazarlarından, müzisyenlerinden, yetişkin erkeklerinden yoksun, aç bir kitle o andan itibaren anonim bir beden olacaktır.” (s. 57) Soykırım geride kimliksiz bedenler bırakmıştır. Ölülerin de sağ kalanların da kimliklerini teşhis etmek imkânsızdır. Bir yanda toplu mezarlar, öte yanda annesinin soyadını bilmeyen/hatırlamayan kimlikleri kayıp bedenler vardır. Bedenler anonimleştikten sonra sıra Ermeni kültür mirasının yerle bir edilişine gelir. Vandalizm ve inkâr, birlikte yaşamın tarihsel kanıtlarını ortadan kaldırır. Bir zamanlar orada yerleşik olan halktan geriye hiç iz bırakmamak üzere manastırlar yıkılır, binalar dönüştürülür, isimler değiştirilir.
“Bir ada olarak depo ya da bir depo olarak ada, kuşatma üzerine hâkimiyet kuran bir gözlem ve kontrol noktası gibi işler. Kapatılmış ve izole edilmiş haldedir, mekân politikası hareketin bloke edilmesiyle yaşar. Zihinsel mekân, duygusal ekonomisinde herhangi bir harcamanın gerçekleşmesine direnir ve tekrar tekrar aynı pozisyonunu üstlenmeyi dener.” (s. 108)
Kitabın farklı bölümlerinde Ermenilerin kitlesel olarak maruz kaldığı şiddetin tarihsel ayrıntılarına, Ermeni edebiyatının soykırım öncesi ve sonrasında aldığı farklı biçimlere, Ermenilerin inanç sistemlerinin kendine has özelliklerine, diasporanın farklı ülkelerindeki çeşitli gelişmelere, Ermenistan’daki güncel siyasi söylemlere belli bir kronoloji izlemeksizin, küçük küçük değinen yazar, bu uç uca diktiği parçalarla kolektif bir psikanaliz yapmaya çalışıyor gibi. Felaket deneyimini hissetmenin imkânsızlığı, şahitleri – aynı İnsan Deposu gibi – sayıklayan, parçalı söyleyen, tam ilerlemişken birden başa dönen bir dile mahkûm eder.
“Kökendeki şiddet (soykırım) her şeyi yok eder, tüm insanları ve malları ama her şeyden çok değerleri, aidiyetleri ve inançları. Ailenin vahşice kaybedilmesi, kişisel tarihin yok edilmesi, tüm çevrenin bir anda ortadan kaybedilivermesi sosyal grupta, üyelerini tam bir fiziksel ve psikolojik savunmasızlık durumuna atan bir dağınıklığa neden olur.” (s. 113)
Yazar çok sayıda edebi eser ve bunlara ek olarak güncel söylem üzerinden incelediği şehitliğin yüceltilmesi ve banal militarizm olgusunu da yaşanan kitlesel şiddet ve geçmişteki travmayla yakınen ilişkili biçimde kurguluyor. Arzoumanian’a göre Ermenilerin faciaya verdikleri tepkide çoğunlukla silahlı savunmaya ve savaşa referans vardır. Nayiri Zaryan “Yaslı bir anne salladı senin beşiğini,/ salıvermiş uzun saçlarını/ ve sen Ermenitan askeri oldun./ Daha beşikten tuttun kavganın yolunu” diye yazar. Ermenistan’ın Birinci Ermenistan Cumhuriyeti’nin (1919-1920) milli marşını temel alan, güftesi Mikayel Nalbantyan’ın bir şiirinin çeşitlemesinden oluşan marşı da bariz bir örnek teşkil eder.
Bizim vatanımız
özgür ve bağımsız
yaşadı yüzyıllarca.
Özgür ve bağımsız Ermenistan
diye anıyor seni çocukların.
Al kardeşim
bu bayrak senin için
kendi ellerimle diktim.
Uyku tutmayan
gecelerde
gözyaşlarımla yıkadım.
Üç rengine bak hele,
kutsal semboldür o bize.
Düşman karşısında alev saçan,
Ermenistan’da hep ışıldayan.
Ölüm, her yerde, bir tane,
yalnız bir kere ölür insan;
ama ne mutlu kendini feda edene
vatanın özgürlüğü için.
Şiirde bayrak gecenin karanlığında, ağlamaktan gözleri acıyan kadınlar tarafından dikilir. Kadınların da erkekler kadar savaşa hazır ve savaşın parçası olduğunu vurgulayan dizeler, militarist ideolojilerin çok sık yaptığı gibi savaşın yüceltilmesini kadınlara bırakır. Erkek kardeşe devredilen bayrak, düşmana karşı dalgalanacak ve kendini feda edenin (şehit olanın) ölümünü kutsallaştıracaktır. Bir yanda sözlere sığmayan en büyük acılara şahit olmak zorunda kalanlar, öte yandan, yeniden katledilen olma korkusunun sürekli yenilenmesinden dolayı kendi “onurlu” ölümünü kendi seçebilme vaadine kapılmış şehitler...
İnsan Deposu Ermeni kültürüne, diline, dinine, tarihine, geleneklerine, siyasetine parça parça değinerek, kimi yerlerde kıyaslamalar yaparak bugün dünyanın farklı köşelerinde Ermeni olmak durumuna dair genel bir değerlendirme yapıyor. Depo metaforuyla diaspora olma durumunu son derece güçlü bir şekilde anlatmayı başardığı gibi tarih algısı, milliyetçilik ve militarizm üzerine de düşünmemizi sağlıyor. Fakat yine de kimi sorular sormakta fayda var. Günümüz dünyasında tüm gerçeklik (yazarın izleği gibi) parçalı kabul edilirken, (tekil) kolektif kimlikler bu kadar belirleyici olmak zorunda mı? Psikanalitik yaklaşım bize geçmiş travmaların geleceğe etkisi olduğunu, hatta soykırım örneğinde kuşaktan kuşağa aktarıldığını söylüyor. Ancak bireyler arasında bariz farklar olduğunu/olacağını, kolektif düşünmek istiyorsak da kuşaklar arasındaki bariz farkları göz önünde tutmak gerekmez mi? Ana Arzoumanian’ın kitabında yaptığı gibi deponun dışına çıkabilmek, diasporanın yerleştiği boşluktan kurtulup, “artık depolanmamış halimizle” yeni bir kimlik-beden-tarih kurmak imkânsız mı?