Bir kitap dolusu müze: Mine Küçük ile söyleşi

"Aslında iyi yapılmış bir sergi ya da bir müze düzenlemesi kitap gibidir. Siz bir izleyici olarak giriyorsunuz, A’dan Z’ye bir obje hakkında bilgi alabiliyorsunuz. Aslında bir kitabı görsel olarak görüyorsunuz..."

15 Eylül 2022 21:00

 
Müze nedir? Sanki biraz kapalı kutu. Bir taraftan çok ilgi çekici ve değerli, diğer taraftan sıkıcı olma ihtimali yüksek, mesafeli durulması gereken bir kapalı kutu. Genel izlenim böyle gibi müze hakkında. Benim için –özellikle sanat ve arkeoloji müzeleri– tam bir çekim alanı, cazibe unsuru. Ancak yine de kapalı kutu olma durumu geçerli. İşte elimdeki kitap bu kapalı kutuyu açıyor. Hem de ne açılış!

Müze bilimi, dünyada ve Türkiye’de müzeciliğin tarihsel gelişimi, müze türleri, bir müze nasıl planlanır ve işletilir, müze ve koleksiyon, müze mimarisi, müze sergileri, müze ve toplum, müze etiği, müze ve pazarlama, müze ve iklim değişikliği, müze ve sömürgeler, müze öğrenme programları, müze ve teknoloji başlıklarında müze denince aklınıza gelebilecek her konuyu sıkıcılıktan çok uzak, ilginç örneklerle bezeyerek anlatıyor Müze Tarih-Kavram-Deneyim kitabında arkeolog, müzeolog ve eğitmen Mine Küçük. Kitap okuyucusunu bu yoğun anlatıyla donatmakla yetinmeyip hoş bilgiler ve meraklı sorularla geniş müze evreninin içine usulcacık sokup meseleyi biraz daha eşelemelerine de cazip bir davetiye çıkartıyor. Bu davetiyeyi memnuniyetle kabul etmiş biri olarak ben sorularımı sevgili Mine Küçük’e sordum, o da içtenlikle yanıtladı.

***

Öncelikle seni böyle bir kitabı yazmaya yönlendiren neydi?

Birkaç nedeni var aslında. Çok uzun yıllardır bana zaten böyle bir kitap yazmam konusunda arkadaşlarım, meslektaşlarım öneride bulunuyorlardı. Bir de çok sevdiğim hocalarımdan biri yıllardır bana ısrar ediyordu yazmam için. Ama ben öncelikle mükemmeliyetçi yapımdan dolayı, bir de program yoğunluğum ve seyahatler yüzünden bu kitap yazma işini hep erteledim. Ama pandemi olduğu zaman ben de ilk başta çoğu insan gibi neyi nasıl yapacağımı bilemedim; her şey değişti, uluslararası bir proje vardı, kaldı. Nasıl olacak şokunu geçirdikten sonra kendi kendime dedim ki, bu kitabı yazarsan şimdi yazarsın… ve yazmaya başladım.

Hemen kitaba gelelim o zaman; yer yer müzelerin topluma karşı sorumluluklarına vurgu yapıyorsun. Bu sorumluluklarla başlayalım.

Olur, başlayalım. Gerçekten de topluma karşı sorumlulukları var müzenin. Müzenin ilk halleri, insanların kişisel koleksiyonları ya da nadide kabineleri (hayvan, bitki ve mineraller gibi doğa harikalarının çok bölmeli kabinelerde ve vitrinlerde sergilenmesi) daha çok istedikleri kişilere açtıkları koleksiyonlar şeklinde. Fransız Devrimi’nden sonra koleksiyonlar toplumla buluşmaya ve gittikçe daha fazla eğitim programları, daha fazla etkinlikler yapılmaya başlandı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da artık müzeler, insanların bir sürü nedenden dolayı gittiği bir kültür sanat merkezi haline geldi.

Türkiye’de de böyle mi başladı?

Hayır, Türkiye’de böyle başlamadı. Bu konuda da farklı görüşler var ama Türkiye’de daha çok Batılılaşma süreci içinde müzeler oluşmaya başladı. Bizim hem askerî geçmişimizden dolayı hem de zengin arkeolojik eserlerden dolayı bu alanlarda ilk örnekler oluştu. Tanzimat döneminde aydınlarımızın Batı’ya gittiklerinde oradaki arkeoloji müzelerini görüp bundan etkilenmeleri sonucu kurumsallaşma başladı. Bizde de öncelikle padişahlar kendi misafirlerine açmış sergileri ya da o zaman Anadolu’ya gelen gezginlere özel izinler verilmiş. Ancak halka kapalı sergilemeler bunlar. Mühim şeyler açılmış Aya İrini’de. Başta askerî malzemeler toparlanmaya, sergilenmeye başlamış. Daha sonra arkeolojik malzeme de gelmiş. Yani hep izinle açılan, belli sürelerde görülebilen birtakım şeyler Osmanlı zamanında. Tabii sonra zamanla hem müzeler çeşitlenmeye hem toplum için eğitim programları yapılmaya başlandı.

Askeri müze, 1880.

Toplumla buluşmaya başlaması da günümüzde ama değil mi? Cumhuriyet’in ilk kurulduğu yıllarda yoktu.

Cumhuriyet’in kurulduğu ilk yıllarda tabii ki yoktu. Ama Atatürk’ün çok büyük çabaları var. Zaten arkeolojiye çok önem verdiği için kendisi özel araştırmalar yaptırıyor. Dediğim gibi, bizde arkeolojik eserler çok fazla olduğu için önce arkeoloji üzerinden koleksiyonlar oluşuyor. İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler rejiminden kaçıp gelen profesörler, bizim hocalarımızın hocalarına ders veriyor ya da yine Atatürk’ün emriyle birtakım arkeologlar yurtdışına okumaya gidiyor. Arkeoloji üzerinden bir ilerleme söz konusu. Böyle günümüzdeki gibi etkinlikler yok, daha çok üniversite üzerinden derslerle arkeoloji anlatılarak toplum bilgilendirilmeye çalışılıyor demek doğru olur.

Tamam. Müzelerin tarihsel gelişimini anlatırken bir noktada müze tartışmasına da değiniyorsun ve 20. yüzyılın ikonik sanatçılarının da –Marcel Duchamp, Robert Smithson– aralarında bulunduğu türlü müze karşıtı ya da kavramı sorgulayan eylem/yapıttan söz ediyorsun. Sence günümüzde müze-sanat-sanatçı yan yanalığı nasıl? Halen bir kurum olarak müze sert eleştirilere maruz kalıyor mu sanat ortamlarında?

Aslında daha isyankâr bir grup varmış o zamanlar. Yani Marcel Duchamp daha eski, ama ondan sonra, mesela Tim Ulrichs’in müzenin vitrin mantığını eleştirmek için kendisini vitrin içine koyması gibi eleştirel üretimler, eylemler çokmuş. Şimdi aslında düşününce belki tam tersi bir durum olduğu söylenebilir; müzeye itiraz etmekten ziyade müzeye girmeye çalışıyor sanatçılar. Sergilenmek istiyorlar. Koleksiyona girmeye çalışıyorlar. Hatta isim vermeyelim ama birtakım sanatçılar müzelere kendi eserlerini hediye ediyorlar. Müzenin koleksiyon listesinde yer alınca müze satın almış gibi görünüyor... Böyle şeyler var. Ama bunun yanı sıra sanatın müzede yer almaması, bundan bağımsız sergilenebileceği fikriyle gelişen arazi sanatının öncülerinden Robert Smithson’ın çalışmalarının etkileri günümüze dek uzandı hem yurtdışında hem Türkiye’de.

Sanıyorum ekolojik çöküşün de etkisi büyük arazi sanatının yükselişinde...

Evet, aynen öyle. Benim de çok ilgi duyduğum bir konu, bir kenardan okuyorum. Yani genel olarak şunu söyleyebilirim, açıkçası sen sorunca düşündüm bunu, sanatçıların müzeye bakışında tersi bir dönüş olmuş. Günümüzde biraz daha yan yana oldukları söylenebilir hatta. Aslında bir sanatçının eserinin müzede yer alması onun değerini artırıyor. Hatta geçenlerde ilginç bir konuşma izledim. Bir sanat eserinin fiyatı nasıl oluşuyor diye bir tartışma vardı, işte müzede yer alması ya da ünlü bir koleksiyonerin koleksiyonunda yer alması sanatçının hem kendi değerini –tırnak içinde belki değeri ondan farklı ama– hem de eserinin değerini artırıyor, fiyatını yükseltiyor.

Öte yandan 1990’lı yıllarda başlayan müze çılgınlığından söz ediyorsun. Aklımıza gelebilecek her kavramın ve nesnenin müzesinin kurulmasından, müzelerin kültürel çevrenin ve kentsel yaşamın ayrılmaz bir parçası haline geldiğinden... Bu durum aynı zamanda kavram olarak müzeyi popülerleştirme çabasıdır diyebilir miyiz sence?

Evet, diyebiliriz. Özellikle hadi müzeyi popüler hale getirelim denmese de öyle. Kavram o kadar genişliyor ki, her şeyin müzesi yapılıyor. Tabii ki klasik olarak müze kavramına bakanlar bunu hoş bulmayabiliyorlar. Onlara göre müzenin belli bir yapılış şekli olmalı; belli malzemelerin konması, malzemelerin bir değerinin olması, belli bir sergilenme şekli olması lazım. Tabii bunlar ansiklopedik müzeler daha çok. Ama onun yanı sıra bazen bir müzenin içinde hiç obje olmayabilir ya da obje gerçek obje olmayabilir. Bu konudaki tartışmalar günümüzde de sürüyor. Gerçek obje yoksa orası müze mi? Müze neye denir? Ama iyi tarafından bakarsak, bu tür müzeler tabiri caizse insanların ayağının alışmasını sağlıyor. Çünkü birçok insan için müzeler hâlâ ölü eserlerin olduğu bir tür mezarlık aslında. Dolayısıyla birkaç yönlü bakılabilir. Ben konunun uzmanı ve meraklısı olarak açıkçası birçok insanın sevmediği ansiklopedik müzeleri de çok seviyorum. O etiketleri okuma, etiketler nasıl yazılmış, şimdi nasıl yazılıyor falan... Bana bir sürü konu çıkıyor oradan ama herhangi bir izleyici bunu istemeyebilir. Anlamıyorum, çok teknik yazılmış, zaten bir sürü şey yan yana konmuş, hoşuma gitmiyor diyebilir. İşte o insanları müzeye çekmek için daha eğlenceli sergiler, eğitim programları, konuşma programları, bir sürü etkinlik organize ediliyor sergi çerçevesinde.

Yaşamın içerisinde çok tüketilen, sevilen şeyler var ya, işte kahve gibi, çay gibi, çikolata gibi. Şimdi bunların da müzeleri var. Diyelim ki sen bir kahve müzesinden içeri giriyorsun çok kahve seven bir insan olarak. Aslında oradaki o ‘müze’ ismi bile bir müze algısı yaratıyor mudur sence? Tabii çok kötü bir sergileme de yapılmış olabilir ama…

Şimdi şöyle; sergileme ve anlatım kötüyse yapacak bir şey yok! Yani Tate’de bile yapsanız böyle bir sergiyi, çok berbat olabilir, beğenilmeyebilir. Benim hep kullandığım bir söz var, çok seviyorum: Aslında iyi yapılmış bir sergi ya da bir müze düzenlemesi kitap gibidir. Siz bir izleyici olarak giriyorsunuz, A’dan Z’ye bir obje hakkında bilgi alabiliyorsunuz. Aslında bir kitabı görsel olarak görüyorsunuz. Yani şöyle düşün, bir kahve müzesine girdin, hatta daha canlı bir örnekle anlatayım. Antep’teydim mayıs ayının başında ÇEKÜL Vakfı’yla bir eğitim için ve Fıstık Müzesi’ne gittik. Bence çok güzel hazırlanmış. Fıstık hakkında çok şey öğrendim. Üç boyutlu sergilemeler var, videolar var, arkeoloji ile bağlantısını yapmışlar, hangi höyükte fıstığın antik hali bulundu diye… Bahçesinde fıstık ağaçları var. Ben daha önce yakından görmemiştim. İşte fıstık nerede, nasıl yetişir, nasıl ayıklanır, bütün bunları öğreniyorsunuz. Ben çok memnun ayrıldım o sergiden. Metinleri de herkesin anlayabileceği şekilde hazırlanmıştı.

Antep'teki Fıstık Müzesi'nden.

Bu örneklerin de her şeyde olduğu gibi iyileri kötüleri, artıları eksileri var. Buralardan yola çıkarak, bir müze –içeriğinden bağımsız– ziyaretçisine ne sunar? Sence daha fazla ne sunabilir?

Şöyle bir şey var. Müzeyi bir ev sahibi gibi düşünün. Bir eve gittiğinizde o evde yiyecek olmayabilir belki, o gün habersiz gittiniz diyelim ya da kek iyi yapılmamış olabilir. Ama gittiğinizde sizi eve almak, samimiyetle ağırlamak, anlatmak, dinlemek, rahat ettirmek… Belki biraz böyle düşünebiliriz müzeyi de. Ama tabii ki müzeler profesyonel kurumlar olduğu için bu hiçbir şey ikram edemeyiş her zaman çok hoş karşılanmaz. Yani müzede, uzmanlarıyla çalışılıp ihtiyaca göre bir serginin düzenlenmesi gerekir ve gelen insanları hoşnut edecek, onları bilgilendirecek, bütün gelen izleyici kesimine yönelik etkinlikler hazırlanması beklenir. Şimdi bazı müzelerin bunu yapacak imkânları olmayabiliyor. O zaman ben hep kurum işbirliği yapılmasını tavsiye ediyorum verdiğim eğitimlerde. Mesela Minnesota Bilim Müzesi’nde, çeşitli deneylerle ilgili değişik bir şey yapıp o bilim insanının o deneyi hazırlama sürecini minik bir tiyatro gösterisiyle anlatıyorlar. Ne yaparsınız? Bir konservatuvarla ilişkiye geçersiniz. Konservatuvar öğrencileri oyunu yapar, hocaları böyle bir şeyi hazırladıkları için öğrencilerine not verir ve müzeye gelen kişiler de bunu oturup bir metinden okuyacağına izler; çünkü çok az kişi müze metinlerini okur şu ya da bu nedenden dolayı. Bir yöntemi bu. Bir tanesi de müzenin nerede olduğuna biraz bakmak lazım. Mesela çok lokal müzeler var. Oraya diyelim ki turist çok fazla gelmiyor. Adeta köyün, kasabanın oturma odası gibi oluyor o zaman müze. O zaman kasabada birisi toplantı yapmak istiyorsa onun toplantısını müzede yapmasına izin veriyorlar.

Başka bir ihtiyaca da cevap veriyor yani müze.

Aynen öyle. Çünkü dediğim gibi, müzeler de kültür sanat kurumları; insanları çekmeleri, onlara hoş geldin demeleri gerekir, ama tabii ki bir kriterinin olması mühim. Müzeyi biraz nereden okuyacağına da bakmak lazım. Mesela Masumiyet Müzesi. Bana göre orası aslında bir şehir müzesi aynı zamanda. İstanbul’da hâlâ bir şehir müzesi yok ve ben yabancı misafirler geldiği zaman eğer ilgi duyuyorlarsa oraya götürüyorum, çünkü şehirle ilgili de çok fazla şey öğreniyorlar orada.

Masumiyet Müzesi'nden

Bir de okul gezileri var müzelere yapılan. Bu ziyaretçisine ne sunar müze? Sen de çok uzun yıllardır eğitim programları yürütüyorsun. Bu müze eğitimleri konusunda neler söyleyeceksin Türkiye ölçeğinde bakarsak?

Okul gruplarını ayırmak lazım; ilkokul, lise, üniversite. Çünkü eylemleri farklı. İlkokul öğrencileri müzeye en fazla götürülen. Daha önce hani müzeye gittin geldin gibi geziler olurken artık bilinçli olarak yapıyor. Bazen okuldaki hocalar kendileri bir öğretim programı hazırlıyor, bazen de bunu müze veriyor. En başarılılarından biri Rahmi Koç Müzesi, çok güzel eğitim paketleri var. Müfredatı müzedeki objelerle çok güzel bağlıyorlar. Konuya göre soru kitapçığı hazırlıyorlar. Dolayısıyla çocuk müzeye bir görevle gidiyor. O objelere bakıyor, onunla ilgili soruları cevaplıyor. Şu zaten çok büyük bir hata; bir müzeye götür, baştan aşağı gezdir, çok az şey kalır çocukta. Çok verimsiz olur. İyi örnek olarak Rahmi Koç’u verdim en eskilerinden biri olduğu için, ama bunu artık birçok müze, özel ya da devlet yapıyor. Hepsi o kadar kaliteli değil tabii ki, o sorgulanabilir. Ama çok samimi bir çaba var. Ben çeşitli vesilelerle Anadolu’da eğitim verdiğim, İstanbul’a gelen müzecilerle beraber olduğum ve şahsi ilişkilerim de olduğu için samimiyetle bir çaba ve ilerleme olduğunu söyleyebilirim. Ödenekler de alınıyor. Müze bir bütçe ayırıyor, bazen sponsorluk alınıyor, özel günler için etkinlik yapılıyor. Hiç fena değiliz bence.

Rahmi Koç müzesi

Peki, tersinden sorarsam, bir ziyaretçinin müzeden beklentisi ne olmalıdır? Hani genelde ilgimizi çeken bir konuysa çok da düşünmeden gireriz ya kapısından içeri müzenin, kabaca iyi bir müze ölçütü nedir ki bu beklenti salt içeriğin sunumuyla sınırlı kalmasın?

Bir kere, bir müzeye girdiğinizde kapıdaki kişinin sizi nasıl karşıladığı bile çok önemli. Çünkü girdiğinizde mesela suratsız bir şekilde cevap veriyorsa, ister istemez niye gireyim ki buraya diyorsun, çıkmak istiyorsun ya da öf püf diyorsun. Böyle birkaç müze var. O hoşuma gitmiyor. Gelen kişiyi, dedim ya, evinize misafir ediyorsunuz aslında. Onu rahat ettirmek zorundasınız. Şimdi bu insan içeri girdi, bir güler yüzle karşılaşacak, içeri girdi, nasıl gezeceğim, ne yapacağım, bilgi alması gerekecek, bunu resepsiyona sorduğunda “bilmiyorum” bir cevap değil. Kim bilecek o zaman? Sizi yönlendirmesi lazım. Ne bileyim, mümkünse oturup bir nefes almak isteyecek, bir kafesinin olması lazım. Size verecek bir broşürünün olması lazım. Bir sürü şey artık dijital. Çok hoşuma gitmiyor, bence elde kalan da bir şey olmalı, ama dijital de olsa bir broşür mutlaka olmalı. Sergilemeyle ilgili yönlendirmeyi doğru göstermesi gerekli. Herkesin anlayacağı bir şekilde anlatmış olması gerekli. Mesela ben bazı sergilere gidiyorum, ki bunlar İstanbul’da önemli kurumlar, etiket gölgede kalmış, okuyamıyorsun! Dolayısıyla ben bir sergiye gidip bilgilenmiş, mutlu bir şekilde ayrılamıyorsam o müze bana karşı görevini yerine getirmemiş oluyor.

O halde müzenin görev tanımına gelelim. Müzenin görev tanımını yaparken pek çok soru sormak gerektiğini ve ancak bu sorulara verilen yanıtlarla müzenin kendini topluma anlatabileceğini yazmışsın. Buradan yola çıktığımda ülkemizde müzelerin kendini yeterince topluma anlatamadığı gibi bir sonuca vardım ben, yanılıyor muyum?

Evet, doğru. Yani bazı müzeler için gerçekten bu geçerli. Biraz uzman, biraz anlayış, biraz da bütçe problemi nedeniyle böyle, ama onların da toplumu kucaklayıcı bir tavır sergileme içine girmeleri gerekiyor. Mesela David Hockney geldi. David Hockney’e bir sürü kişi David Hockney olduğu için gitti. Bu kötü değil tabii ki… Çok güzel! Gidilsin, görülsün. Tabii her müze David Hockney’i getiremeyebilir, ancak bu o müzenin çaresiz olduğunu göstermez. O da başka yaptığı etkinliklerle, çalışmalarla toplumu davet edebilir müzesine. Başka bir örnek vereyim. İstanbul Oyuncak Müzesi bence çok güzel bir koleksiyon, her zaman söylüyorum. O kadar farklı bir şekilde bakılabilecek bir müze ki… Oyuncak endüstrisi açısından bakabilir, dünya tarihi açısından bakabilir, Türkiye tarihinden bakabilirsiniz. Bir bebek evine bakıp o zamanın mobilya stilini anlayabilirsiniz. Modayla ilgili bir sürü fikir edinebilirsiniz. Müzeyi bu şekilde de yorumlayabiliriz. Yani bir oyuncak müzesi sadece çocukların gideceği bir yer olmak durumunda değil.

İstanbul Oyuncak Müzesi

Müzeciliğin Osmanlı’dan itibaren Türkiye’deki gelişimine bakarsak yine… Kültürel miras, tarihî eser, sanat yapıtı gibi kavramların geç idrak edildiği Osmanlı’da haliyle müze kavramı da geç anlaşılmış. Daha sonra tüm kayıplara rağmen bir ilerleme kaydedilmiş. Bugün Türkiye’nin durumu nasıl dünya ile karşılaştırıldığında? Müzecilik kavramsal olarak anlaşılmış, kültür olarak yerleşmiş durumda mı sence?

Kesinlikle çok ilerleme var. Kanunlar değişti bir kere. Eskiden çıkarılan Eski Eserler Kanunu eserlerin yurtdışına götürülmesini yarı koruyor, yarı korumuyorken artık şimdi eserler kanunlarla korunuyor, hiçbir şekilde yurtdışına götürülemiyor. Devletin görevlendirdiği birisi görevli olarak kazı yerlerinde bulunuyor, neler yapıldığını denetliyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı bütün müzeleri, her şeyi kontrol ediyor. Öte yandan sadece bizim değil, bütün dünyanın gündemi geri dönüşüm konusu var. Bu o kadar büyük bir konu ki; kültürel miras kime aittir? Ülkeye mi aittir, bütün dünyaya mı aittir? Bu konuda da farklı görüşler var. Ama birçok nedenden dolayı ülkeler genelde eserlerini geri almaya çalışıyorlar. Bu çok uzun yıllar süren bir prosedür. Yunanistan yıllardır Elgin Mermerleri’ni ya da onların söylediği gibi Parthenon mermerlerini geri alamıyor. Bizim de bu şekilde çabalarımız var. Bir kısmını geri olabiliyoruz, bir kısmını alamıyoruz. Parça parça alıyoruz. Ama genel olarak artık arkeolojik geçmişimize çok daha fazla sahip çıkıyoruz. Müzeciliğin ilerlemesi ile de bu eserlerin müzelerde sergilenmesi daha doğru bir şekilde yapılıyor. Hatta yeni işbirlikleri yapılıyor. Örneğin Şanlıurfa Müzesi’nde Göbeklitepe’nin bir maketi var ve o bölgedeki eserler çok güzel bir şekilde kronolojik olarak sergileniyor. Göbeklitepe’de çıkarılan eserlerin yanına giremediğimiz için ben insanlara önce müzeyi görmelerini tavsiye ediyorum. Önce görün, anlayın nerede ne var, ondan sonra kazı alanına gidin diyorum. Bu da bence son derece güzel.

Müzelerin toplumsal sorumluluklarının bir parçası olarak büyük toplumsal duyarlılıklara, hareketlere karşı kayıtsız kalmadıklarını da örneklemişsin kitapta. Benim için sürpriz bölümler bunlar. Mee too ve Black Lives Matter hareketleriyle işbirlikleri çok etkileyici mesela. Sorularla okuyucuyu da meseleyi kurcalamaya davet ediyorsun. Öte yandan müze etiği açısından müzelerde yapılan sergilerde cinsel kimliğin temsili ile ilgili de çok fazla sorulması gereken soru olduğuna dikkat çekiyorsun. Kadınlar gerektiği gibi temsil ediliyor mu, yoksa erkeklerin yaptıkları daha abartılı bir şekilde mi sunuluyor? Koleksiyonlarda LGBTIQ+ temsiliyeti nedir diye soruyorsun. Senin görüşün nedir bu konuda?

Çok fazla temsil edilmiyor tabii ki… Yani genelde tarih kim yazarsa onun üzerinden gider ya… Tabii ki daha çok erkek egemen toplumlar yazdığı için ataerkil toplum oluşuyor. Bunun yansımalarını da müzelerde görüyoruz. Hiç zikredilmiyor değil. İşte kadınlar muhtemelen tarımla daha fazla uğraştılar falan gibi durumlar var. Ama daha çok erkek egemen toplumlar üzerinden giden bir durum, bir sergileme, açıklama var. İstisnai durumlar olmadığı sürece. Şimdi beni bilen bilir, bir insan ne yapıyorsa yapsın, o insan bana göre düzgün, etik bir insan değilse ben onunla konuşmak da istemem, onun yaptığını okumak da istemem. Benim için önemli bu. Hani düzgün bir insan değilse, zarar verdiyse başkalarına, açıkçası ben bir müzede sergilenmesini çok doğru bulmuyorum. Hakkı olmayan bir insana ödül veriliyor sanki. Ama tabii ki birçok müze bunu yapmıyor. Sergilemeye devam ediyor. Ama kitapta da örnekleri olduğu gibi, bazı durumlarda sergiden kaldırabiliyorlar ya da işte birtakım işbirlikleri yapıp tacizle ilgili durumu anlatıyorlar. Ne şişi ne kebabı yakıyorlar yani.

Bu insan özel hayatında bu şekilde davranmıştır, ama üretimi de budur diyerek ziyaretçiye bırakıyorlar, değil mi?

Evet. Genelde böyle bir şey var. Öte yandan sadece kadın erkek meselesi de değil, daha geniş perspektifte bakıldığında müzelerin yeniden yazılması durumunu da görüyoruz Tervuren örneğinde olduğu gibi. (Belçika’nın Tervuren şehrinde bulunan Orta Afrika Kraliyet Müzesi beş yıl süren bir çalışmadan sonra 2018 yılında yeni kurgusuyla tekrar açılır. Yenilenen müzede koloniyal tarih eskisi gibi bir anlatımla numune olarak sadece bir galeride kalırken Afrikalıları onurlandıracak unsurlara yer verilir.) Bu örnekte ‘siyah hayatlar değerlidir’ de giriyor işin içine. Bu konu benim için çok ilginç. Bana birinci kitabını yazdın, şimdi ne yazıyorsun diye soruyorlar. Öyle bir hazırlığım yok ama müzelerin yeni baştan yapılması, söylemin değişmesi gerçekten ilgimi çeken bir konu. Bu aslında müzenin toplumla, politikayla nasıl iç içe olduğunu da gösteriyor. Düşün işte, Orta Afrika Kraliyet Müzesi’nin milyonlarca euro harcanarak söylemi değişiyor, tekrardan yazılıyor. Geçmişte ezilmiş olan insanları onore etmek, yanlış olan anlatımları ya da farklı olan anlatımları değiştirmek. 


Orta Afrika Kraliyet Müzesi. Belçika, Tervuren.

Bu açıdan baktığınızda, gittiğiniz müzeleri eleştirebilirsiniz aslında. Bildiğiniz, emin olduğunuz bir konuysa, bu böyle değil, burada anlatılmamış ya da yeteri kadar anlatılmamış diyebilirsiniz. Zaten bu kitabın amacı, başta da söylediğim gibi, biraz aslında izleyiciye de görev vermek. Gidin, eleştirin, bunun lobiciliğini yapın, bilinçli bakmayı öğrenin. Yapıcı bir şekilde tabii. Ben kitabı da öyle yazdım. İnanın o kadar negatif örnek verebilirdim ki, vermedim. Dedim ki bu insanı bir yere getirmez. Tatlı tatlı… Hani müzeye gidip aslında bu böyle değil miydi, bir de şu açıdan mı baksak diyerek. O zaman senin söylediğine tepki göstermez müze sahibi de. Belki birtakım şeyleri değiştirebilir bu bakış açısı.

Evet, bile isteye değil de farkına varmadan bir şey yapmış oluyorsun bazen ve birisi bunu söyleyince fark ediyorsun.

Bu aslında yine toplum için müze. İşte davet etmek, sohbet etmek insanlarla. Siz ne düşünüyorsunuz demek, onlara not yazdırmak, o notları değerlendirmek. O zaman şöyle diyorsun; burada bir müze var, bir kurum var ve bu kurum benim dediğime önem veriyor, ben de bunun bir parçasıyım artık. O çok önemli bir şey.

Müzelerin iklim kriziyle ilgili duruşlarına da değinmişsin kitapta. Bu kritik konunun yaşamın her alanında olduğu gibi müzelerin de odağında olduğunu görmek umut verici. Yok olma ihtimalleri göz önüne alınarak doğadan hızlı bir şekilde örnekleri toplamalarından, belgelemelerinden ve koruma altına almalarından, çocuk ve gençlere yönelik bilimsel eğitimlere ya da yeni yapılacak müze binalarının yeşil bina sertifikalı olmasına kadar çalışmalardan söz ederken karbon ayak izini azaltmak için kendi aralarında kuracakları bir iletişim ağının deneyim paylaşımı için yararlarından söz ediyorsun. Var mı böyle bir ağ gerçekten?


Arter çağdaş sanat müzesi

Türkiye’de şu anda yok. Ama yurtdışında bu konuda iletişim halinde olan müzeler var. Mesela Avustralya’da çok müze var. İşte karbon ayak izini artırmamak için toplantıya gitmiyor, her şeyi online yapıyorlar mesela. Bizde de yeşil bina sertifikaları artı. Örneğin Arter Müzesi yeşil. Sabancı eski binaydı ama içinde değişiklikler yaptılar ve onlar da yeşil bina sertifikası aldılar. Hatta günümüzde bazı sanatçılar yeşil bina değilse işimi vermiyorum da diyebiliyorlar. Aslında yine demin konuştuğumuz şey, gerçekten de müze sürekli değişikliklere uyum sağlıyor. Müzenin mimarisi değişiyor, koleksiyona bakış tarzı değişiyor, ziyaretçisiyle ilişkisi değişiyor. Müze uyum sağlıyor bu değişikliklere, topluma. Ama burada en kritik konu, yine bahsettim kitapta, bu sergilere ödenek sağlayan birtakım sponsorlar. Aslında doğaya en büyük kötülüğü yapan kurumlar da onlar olabiliyor. Tacizci bir sanatçıyı sergileyelim mi sergilemeyelim mi gibi bir tavır bu da. Tabii o kadar milyon dolarlar veriliyor, o sergiler yapılıyor, insanlar gidiyor, çok hoşumuza gidiyor ve tabii onlardan da para almazsam bu kadar parayı kim verecek böyle bir sergi yapmak için? Çok kritik kararlar bunlar müze için.

Öyle gerçekten. Ama belki de kurumların o karşılıklı işbirliğini kurarken buraya da vurgu yapmaları önemli ve değerli olabilir. Çünkü aslında sponsor kurumlar da bu tarz desteklerle kendi kimliğinin, duruşunun altını çiziyor. Kendilerini göstermenin en güçlü yolu bu. O yüzden belki oradaki karşılıklı ilişki, öbürünü de tetikleme noktasına geçerse, belki yine bu yararlı ilişkiden bahsedilebilir.

Çünkü gerçekten bunlar çok kritik ilişkiler. Bir orta yol bulup çalışmak lazım.

Müzecilik bilimi gelişmek ve ilerlemek konularında bu kadar açık olduğuna göre buna da bir çözüm bulabileceklerini düşünüyorum. Son olarak –kitapta üzerine konuşacak, düşünecek daha çok konu var ama– çoğumuzun ilgisini çeken, hoşuna giden bir konuya da değinip gerisi kitapta demek istiyorum. Evet, heykel müzeler. Bir cazibe unsuru olarak müze binaları…

Guggenheim Bilbao

Evet, kendisi de adeta sanat eseri olan müzeler. Bunun en iyi örneği aynı zamanda bölge halkının kalkındırılması açısından da Guggenheim Bilbao. Ben henüz göremedim o müzeyi. Fakat gidenlere sorduğumda, herkes bina şöyle bina böyle diyor, koleksiyonu sorduğumda koleksiyon mu diyor, düşünüyorlar. Gerçekten de dışı içinden daha fazla ilgi çektiği için koleksiyon o kadar önemli olmuyor gibi. Bunun avantajı, dezavantajı var. Dezavantaj biraz şöyle, aslında koleksiyon çok önemli ama sanki biraz üvey evlat gibi duruyor. Çünkü bina çok ilgi çekiyor. Bu tür müzeler tanıtımlarla koleksiyonlarını da anlatabilirlerse bina ve koleksiyon dengesi oluşmuş olur. Bu ikonik binalar kötü mü? Bence değil. Hatta benim kitabın kapağına koyduğum müze binası, Minnesota Üniversitesi’nin müzesi, yine bir Frank Gehry eseri, Weisman Sanat Müzesi. Bence çok güzel, ilgi çekici. Dolayısıyla onlara karşı değilim. Ama bazen, mesela Türkiye’de de birkaç projede gördüm, bütün yatırımlarını mimariye yapıyorlar. İçini, sergilemesini, eğitim programlarını falan önemsemiyorlar. Buna karşıyım elbette.

•