"1950’ler boyunca Fransız işçi sınıfının göçmen işçilere yönelik ırkçılığı, polise çalışma izni göstermezlerse ülkelerine gönderileceklerini bilen göçmenlere bırakılmış düşük ücretli montaj hattının acımasız gerçekliği, o yıllarda epey yaygın olan toplu tutuklamaların kurbanı olan Cezayirliler, ayrıca yöneticilerin adaletsizlikleri..."
02 Eylül 2021 14:21
Bağımsız Maden-İş Genel Başkanı Tahir Çetin’in
ve işçi önderi Ali Faik İnter’in anısına…
Sizinle aynı sosyal dünyaya, az buçuk doğup büyüdüğünüz ortama –hatta belki sınıfa– ait olan bir kadının ağzından anlatılan bir romanın şaşırtıcı bir tarafı yoktur elbette. Nesnelerden tavırlara, içinde bulunulan sosyal çevrenin içselleştirilmesinin getirdiği bir düzene uygun algılama biçimlerinin aynısıyla birebir karşılaşmış olmanızın da… Mutfaktaki bir fırını, yağmurdan ağırlaşmış bir mantoyu, koridordaki kalkık sıvayı, sobayı kurcalamaya yarayan küçük çengeli, rüzgârın çarparak kapattığı sokak kapısını, “ısıtmayan güneşin aydınlattığı tatsız renkleri” bir yerlerden tanımanızın da… Lakin yazarın ortaokul mezunu bir kadın olması, anlatılanların, “orada böyle şeyler olmaz, asla bunlar yaşanmaz” dediğiniz bir “Batı” ülkesinde, Fransızların büyük bir kısmının reddettiği Cezayir Savaşı sırasındaki bir Fransa’da, ’50’lerin Bordeaux’sunda geçmesi ve okurken karşılaştığınız –ömrü billah size kalacağı derecesinde mahrem olduğunu sandığınız– örneklerin neyin “bize”, neyin “onlara” ait olduğu konusundaki sınırı belirsizleştirip silmesi, sizdekini romana, romandakini size karıştırıyorsa eğer –en azından benim için– durum değişir işte.
Claire Etcherelli ile tanışmam çevirdiğim bir kitapta kendisine yapılan bir gönderme vesilesiyle oldu. 1934 doğumlu yazar, “Ulusal Çocuk Yarışması”nda kazandığı bir bursla bir süre ortaöğrenim görebilmiş, genç kızlığı Bordeaux’da geçmiş, sonra Paris’e gelip iki yıl bir fabrikada işçi olarak çalışmış. 1950’ler boyunca Fransız işçi sınıfının göçmen işçilere yönelik ırkçılığını, polise çalışma izni göstermezlerse ülkelerine gönderileceklerini bilen göçmenlere bırakılmış düşük ücretli montaj hattının acımasız gerçekliğini, o yıllarda epey yaygın olan toplu tutuklamaların kurbanı olan Cezayirlileri, ayrıca yöneticilerin adaletsizliklerini oldukça gerçekçi bir şekilde tasvir etmiş; tasvirlerini bu iki yıllık fabrika deneyimine borçlu olduğu anlaşılıyor.
Élise, ana babaları olmadığından, üzerine titreyip derin bir tutkuyla bağlandığı küçük kardeşi Lucien ve büyükannesiyle birlikte Bordeaux’da yaşar. Bir işçi sınıfı mahallesinde kıt kanaat geçinmektedirler. Okulun atletizm oyunlarında bir kaza geçiren Lucien eğitimini bırakır ve daha on sekizinde, karşı komşularının kızı, bisküvi fabrikasında işçi Marie-Louise’le evlenir. Artık aynı çatı altında yaşayacak, yıkık dökük evi, nemli koridorları, çamaşırların kuruduğu pencereleri, ez cümle yoksulluğu paylaşacak dört kişi olurlar. Hindiçini’ndeki savaş iki kardeşin daha çok okumasına, Élise’in ifadesiyle, birtakım kalın örtülerin kalkmasına, şimdiye kadar son derece doğal saydığı şeylerin korkunç bir mantıkla çürütülmesine neden olur. Lucien bir akşam liseden arkadaşı, vaktiyle hayranlık duyduğu, varlıklı bir ailenin çocuğu Henri’yle karşılaşır ve bu toplumdışı, işe güce gitmeyen benzersiz varlık Henri’nin tekrardan ilgisini çeker:
“Başkalarının başkaldırısı, yoksulluk, parasızlık kokusu içini gıcıklayan şeylerdi… varlıklı bir ailenin çocuğu olduğundan başkalarının dertlerinden zevkleniyordu… Henri anasının babasının yanında oturuyor, onların sağladığı üstünlükleri kullanıyordu.” (s. 25)
Henri’yle her gün buluşmaya başlayan Lucien, karısı Marie-Louise’den uzaklaşır. Dahası Henri, yaşama biçimini ve düşüncelerini değiştirmeme konusunda onu yüreklendirmekten vazgeçmez. Oysa Élise ve büyükanne bu dostun, “tanıdıklarını araya koyup Lucien’i bol gelirli, ciddi bir işe yerleştireceğini” düşünmüşlerdir. Yoksulluğun ve günlük yaşamın griliğinin incelikli göndermelerle anlatıldığı bu sayfalara, sessiz kalanın, söylenmeyenlerin bütün gücü yazarın üslubunun ışık parıltılarıyla yedirilir. Gece geç vakitlere kadar oturdukları bir gün, Henri, Élise’den, geç kalışını karısına haber vermek için kahveye gidip telefon etmesini ister. Lucien ise kardeşinin telefon etmek üzere kahveye giremeyeceğini söyler, şimdiye kadar telefonla konuştuğunu bile sanmadığını ekleyerek:
“… Doğruydu. Kime telefon edecektim? Doktor gerekirse evine uğrardık… Müthiş bir hüzün kapladı içimi… Geçen yılların birinde yılbaşı için aldığım iki kartı gösterdiğimde büyükanne kendinden geçmiş, ‘Oo, yılbaşı kartları ha!’ diye bağırmıştı… Sıradan taşralılardık işte. Kimsiz kimsesiz, beceriksiz, gizli bir yoksullukla yaralı. Böyle anlarda kardeşimi daha önce çektikleri ve günün birinde çekecekleri yüzünden daha çok seviyordum (cümledeki çeviri değişikliği benim). Bu olaydan sonra Henri bana belli bir saygıyla bakmaya başladı. Tutumunun salt acımaya dayandığı söylenemezdi. Meraklı zihninin tanımaktan zevk aldığı, topluma uyamamış kişilerden biriydim.” (s. 27)
Henri bir dünyayı yıkıp on beş dakikalık açıklamayla yerine, sıcacık bir köşenin kendisini beklediği, başka bir dünya kuruverenlerin sınıfındandır. Gece gündüz ara vermeden sürdürdüğü mantıksal tartışmaların sonucu olarak her an devrime hazırdır, zira bu tartışmaları rahat odasında hazırlar. Lucien’in bedeni büyülemektedir onu, Ekim Devrimi bilgeliklerinden çıkmışa benzeyen onun çökük avurtlu yüzünü neredeyse kıskanır, kendini bütünüyle kavgaya adamadığına kızar:
“… Lucien devrimci olmasına devrimciydi, ama zaman zaman, kopuk kopuk. Sıkıntı içinde doğmuştuk, güçlükler, gırtlağımıza dolanan, tek başımıza söküp atamayacağımız sarmaşıklar gibi, bizimle birlikte büyümüştü. Lucien bunlara öfkeyle katlanıyordu…” (s. 34)
Bir süre sonra Lucien karısı Marie-Louise’i tümden görmez olur, üstelik yeni birisi girmiştir hayatına: Anna. Karısının rahatsızlanıp üç ay süreyle hastanede yatacak olması, ayrıca Anna’nın varlığı, Henri’nin arkasından, “gerçek yaşamın” peşi sıra Paris’e gitmesi için gereken ortamı hazırlar. Gerçek savaşçılara karışacak, fabrika işçilerinin insanlık dışı yaşamını paylaşacak, Brötanyalılarla, Cezayirlilerle, sürgün Polonyalı ya da İspanyollarla ilişki kuracaktır. Mektuplarının birinde Élise’i de Paris’e yanına çağırır. Fazla kararsızlık yaşamayan Élise ömründe ilk kez trene binerek çok sevdiği kardeşinin arkasından Paris’in yolunu tutar. Romanın ikinci bölümünü başlatan bu an Élise için de “gerçek yaşamın” başlangıcı olur.
“Paranın su gibi gittiği” Paris’te Élise, Louise’le aynı araba fabrikasında ilk defa bir kadına bırakılan araba denetleme bölümünde çalışmaya başlar. Berbat bir iştir bu, işe girerken gereken sağlık denetimi sırasında doktor, “Nerede çalışacağınızı biliyor musunuz? Bir yığın yabancı, bir sürü Cezayirliyle birlikte kayar-tezgâha gidiyorsunuz” diyecektir Élise’e. Bununla da kalmaz, kendisine yapacağı iş hakkında bilgi veren ustabaşıyla birlikte yük arabalarının ve sandıkların üzerinden atlayarak ilerlediğini gören diğer işçilerden bir uğultu, ıslıklar yükselir. O esnada ustabaşı genç kadına doğru eğilerek, “Korkmayın, size gösteri yapıyorlar. Buraya ne zaman bir kadın girse böyle olur” diyecektir. Sene 1958’dir. Sonraki günlerde Élise bu ıslıklardan kurtulabilmek için herkesten önce gelecektir çalıştığı işliğe. Gerçekten de berbat bir iştir bu:
“Saat beşte, büyük lambalar yandığında kolum kanadım kırıktı. Tehlikeli bir ağırlık insanın tüm düşünce çabalarını yok ediyordu. Zihnimde tek bir düşünce, yapışkan, her şeyi bastıran bir fikir vardı: Oturmak, uzanmak… Dokuz saat zincirde çalıştıktan, bir saat otobüste olmak üzere toplam olarak on dört saat dikildikten sonra eve dönünce kendimi yatağa atıyordum.” (s. 81)
İki kardeş yaşamın içindedirler artık. Cezayir savaşı bütün şiddetiyle devam ederken, Élise’in denetlediği Arap işçiler “onlardır”:
– Bakın Bayan Letellier, ONLARIN işini denetlemek için buradasınız.
Ve Élise çok geçmeden bu “onların” arasından, fabrikada kendisi gibi işçi, Cezayirli Arezki’ye âşık olur. Biz de genellikle hiçbir yabancıyı, o sıradaysa Cezayirlileri hiç mi hiç sevmeyen Fransızların ırkçılığı, aşağılayan bakışları, alayları eşliğinde Élise ile Arezki’nin aşkına katılırız:
“… ‘Leylak Biraevi” adlı kahveye girdik. Tezgâhın başında bir sürü adam üst üste yığılmıştı. Kimileri dönüp bize baktı… Arezki karşıma oturmuştu. Yanımızdakiler hiç çekinmeden bizi süzdüler. Kahvenin ortasındaki aynada kendimi gördüm, saçım başım darmadağınık… Mantomun yakasını kaldırdım ve o anda tuhaflığımın farkına vardım: Bir Cezayirlinin yanındaydım. Bunun farkına varabilmem için başkalarının bakışı, ne istediğimizi sormaya gelen garsonun yüzündeki anlatım yetmişti. Ansızın müthiş bir ürküntüye kapıldım.” (s. 113)
Élise ve Arezki gizli saklı buluştukları Paris’in neredeyse bütün bölgelerindeki kafelerde aynı düşmanca tutumla, aynı aşağılayıcı laf atmalarla (“Fransa’daki bütün kara sıçanları toplama kampına atmalı”, “Bir atom bombası sallasalar ya şu Cezayir’in üstüne!”) karşılaşırlar. ’80’li yıllarda göçmenlere yönelik “İstila edildik, artık kendi evimizde değiliz”, “Ekmek elden su gölden, aile yardımıyla yaşayıp gidiyorlar, biz de avucumuzu yalıyoruz” cinsinden, bıktırırcasına sarf edilen sözlerin tohumları bu yıllarda atılmışa benzemektedir. Elise ırkçılığın ve kötülüğün, utancın ve adaletsizliğin ne demek olduğunu öğrenir:
“Eski yaşamım, hani şu azıcık bulanık, içine daldığım tiksinç doğrudan uzak yaşamım ne kadar tatlıydı! Düş yönünden zengin, hayvansı ve yalındı. Kendi kendime: ‘Günün birinde…’ diyordum ve bu kadarı yetiyordu.” (s. 143)
Paris’te geçen altı aya rağmen Lucien için de işler yolunda gitmez. Akşamları bir evde toplanıp ateşli ateşli Cezayir Savaşı’ndan bahsetmek, Henri’nin getirdiği kitapları tartışmak, geceleri duvarlara bildiri yapıştırmak, bir süre sonra fabrikada çalışmanın ağırlığıyla birleşip yaşananlara kalemiyle tanıklık etmeyi düşünen Lucien için bir kısır döngü olup çıkar. Yazmak şöyle dursun, akşamları turşu gibi yere serilir ve her geçen gün biraz daha alıklaşır. Üstelik kendisi de Cezayirlilerle bir arada çalışmasa onları çoktan unutacağını düşünmeye başlar. Bununla birlikte Cezayirli, Faslı, İspanyol, Yugoslav işçiler karşısında kendini ne denli sömürülmüş, erimiş, bitmiş hissederse hissetsin onlara göre yine de ayrıcalıklıdır. “Onlar sudan ucuza gelen bir yakıt, tükenmez bir enerji kaynağıdır” ve fabrikada onları adam yerine koyan üç ya da dört kişidir. Bütün bunlara rağmen Henri, Élise’den Lucien’in fabrikadan ayrılıp yaşananlara “kalemiyle tanıklık etmesi” için ona baskı yapmasını ister. Élise, Lucien’in bunu yapabilmesi için maddi imkânı olması gerektiğini söylediğinde, Henri çalışmadan da pekâlâ birkaç hafta dayanabileceğinde diretir:
“Karşılık vermedim. Nasıl olsa işe yaramazdı. O, ‘parasız kalmak’ deyimine bizim verdiğimiz anlamı vermiyordu, çok çok sinemadan, ya da en kötüsü arabasını çalıştıracak benzinden yoksun kalmak demekti. Bizim içinse ölüm, çünkü ne ardımızda ne de önümüzde kimsemiz vardı. Lucien üç hafta, iki ay işsiz kaldı mı işimiz biterdi.” (s. 119)
Fabrikada çalışan işçi kadınlar arasında kullanılan en beylik laflardan biri, başka bir işçi kadının arkasından söylenen “Cezayirlilerle düşüp kalkıyor” tümcesidir. Élise yakın zamanda kendisi için de böyle konuşacaklarını düşünse de Arezki’yle korka korka oturdukları kafelerde içtikleri sıcak çaydan, ayrılırken elini sıkan elinden, geceleri sokaklarda yürümekten vazgeçmez.
“Bir gittiğimiz mahalleye bir daha gitmiyorduk. Sıradan bir olgu, küçücük bir kümelenme, bir polis arabasının karaltısı, ardımıza düşen herhangi bir adam gezintimizi yarıda kesmeye yetiyordu… Yarıda kesilen geceler, bitirilmeyen konuşmalar ve kaygı –onu orada bırakıp gitmenin, ciddi bir şey olmadığını öğrenebilmek için ertesi sabaha dek beklemenin kaygısı– beni ona daha sıkı bağladı.” (s. 156)
Gerçek yaşam da savaş da devam etmektedir. Arezki, Élise’i kendi mahallesine götürdüğünde manzara bir patlama şiddetiyle gözler önüne serilir. Yoksulluk içinde üst üste yığılış, bedensel acı, hastalık, soğuk, evin tahtalarını oynatan rüzgâr, polis korkusu, karanlık, koyun sürüsü gibi yaşayış… Burada hayatını sürdürmeye çalışan büyük çoğunluk mahallesinden dışarı adım atmamıştır, Paris hakkında hiçbir şey bilmez:
“… çalışma, yıpranma, zaman yokluğu, ama bunun yanında, neredeyse atadan kalma, insanın cinlerini tepesine çıkartan bir edilgenlik, bir sürü içgüdüsü, mahalle sinemasıyla mahalle kahvesinin yabancılaşmadan kurtulmanın en yüce araçları sayıldığı bir ömrü kurutup bitiriyordu…” (s. 193)
Aynı mezbelelik fabrikada Cezayirlilerin “pis sıçan, piç, kuduz köpek, aylak, hırsız olduğunu” düşünen Fransız işçilerle, “oğlu onlar için Cezayir’de savaşan” Cezayirliler arasında da yaşanır. Üstelik fabrika içinde ırkçılığını ifade ettiğine şahit olduklarımız Komünist Parti’ye yakın, sendikalı işçilerdir:
“Kurultaylarında ‘bütün ülkelerin işçileri emekçileri, birleşiniz!’ diyenler onları ellerinin tersiyle itmişlerdi… Akşama gazeteleri ‘Kuzey Afrikalılar bir bakkal kadına saldırdı’ haberini verecek, daha ötedeyse, öğretici bir resmin altında, ‘Müslüman Fransızlar sömürge valisini selamlarken’ yazısını okuyacaklardı. İki haberdeki insanlara aynı sıfat takılacaktı: Köpekler.” (s. 203)
Kasımda içi kürklü ayakkabılarla iki katlı mantolar alan, ilkbaharda ince giysilerine bürünen, ağustosta deniz kıyısına tatile giden mutlu kalabalığın karasularına, kasımda incecik giysilerle dolaşıp ekmek parasını zar zor çıkaran, kötü beslenmiş bu kaygı verici işçi kitlesi ayak bastığında, birinciler öfkeli öfkeli göz kırpıştırırlar. Neyse ki bu ürkünç yaratıklar kendilerine ayrılan özel mahallelerde ya da acınası otellerde kalırlar. Fabrika onları bekler, onlar için oradadır, onlar da fabrika için orada. Tıpkı arkasından gelecek kuşakları bekleyeceği gibi.
Etcherelli’nin beni düşündürmeyen tek bir kelimenin ya da satırın olmadığı anlatısında, iki sevgilinin nihayet bir odada baş başa kaldıklarını sandıkları, ancak bir polis baskınıyla yerle yeksan olan o korkunç anları, duyduğunuz bunalımı ve utancı on katına çıkaran o konuşmaları okuyuculara bırakmak istiyorum. Elbette o beklenmedik trajik sonu da… Ama Arezki’nin metroda yakalanıp ortadan kaybolmasıyla bu sonu hazırlayan olaylar sırasındaki Élise’in sayısız iç döküşlerinden birini yine de kaydetmek isterim:
“Hırçın yüzlü sevimsiz evler, donuk taşlar… Güneşsiz, kocaman iç avlular, kentsoylu sınıfa özenen bir yığın işçi Aksoylu burada yaşıyor işte. Şundan bundan kapılmış düşünlerle, kayıtsızlıkla ayaklar altına alınan, ezilip suyu çıkarılan bir Arap’ın canı kaç paradır burada… İstesem bağırabilirim ama kim dinler beni? Yaşıyorsa, nerededir? Ölmüşse, nereye attılar cesedini? Peki, tamam, canını aldınız, ya cesedini ne yaptınız?” (s. 233)
Bir roman pek öyle sık söz etmez işçi sınıfından. Hele konuşan, konuşabilen bir kadınsa… Bu yüzden ben de okurken Élise ile umut ettim, onun talihsizliklerini ve iniş çıkışlarını aynı anda hissettim. Hassas, samimi ve şiirsel dilini, ama aynı zamanda insanı belli bir hüzne sürükleyen kendine has izlenimlerini, baş eğmeyen tavrını, çelişkili duygularını, kadınca sezgilerini…
•