Bir Haremağasının Hatıraları'ndan

İthaki Yayınları Suat Derviş'in Bir Haremağasının Hatıraları'nı önümüzdeki günlerde basıyor. Serdar Soydan'ın kitapta yer alan sonsözü ile kitabın başlangıcından iki bölümü Tadımlık olarak sunuyoruz...

08 Şubat 2021 11:38

Suat Derviş, Berlin anılarında[1] Bir Haremağasının Hatıraları’nın yazılış öyküsünü uzun uzadıya anlatır.

Bir seneyi aşkın bir süredir Almanya’dadır. Öyküleri, fıkra ve makaleleri Alman gazete ve dergilerinde yayınlanmakta, bu sayede geçimini sağlamaktadır. Oldukça profesyonel bir şekilde, kendisine bir yazar menajeri ve bir hususi çevirmen tutarak çalışmaktadır.

1931 yılının sonbaharında kanser teşhisi konan babası İsmail Derviş, ona refakat eden annesi Hesna Hanım ve erkek kardeşi tedavi için, ablası Hamiyet’le yaşayan Suat Derviş’in yanına gitmiştir. İsmail Derviş’in tedavisi, geç kalınmış, oldukça masraflı bir tedavidir. Kalem emeğiyle ancak kendisini ve ablasını geçindirebilen, menajer ve çevirmeninin ücretlerini ödeyebilen Suat Derviş, birden üç boğaza daha bakmak, dahası bütçesini kat be kat aşan babasının tedavi masraflarını üstlenmek zorunda kalmıştır.

Devamını kendisinden dinleyelim.

"… Para lazımdı.

İşte bu parayı ben bir tesadüf ile buldum.

Günün birinde ufak bir fıkra ile Tem­po gazetesine gittim. Pitigrilli’nin bütün eserlerinin çevirmeni olan Doktor Manfred Georg’un yanına bunu konuşmak için girdim.

Halbuki o bana ummadığım bir teklif­te bulundu.

“Suat Derviş. Siz bize eski sarayların hayatına ait bir roman yazar mısınız?”

Bu romanı pek çabuk istiyordu. Kahraman bir haremağası olacak... Geniş kâğıtlar üzerine makine sayfasıyla dört yüz sayfa olacak ve Almanca on beş günde teslim edilecekti.

Evvela bir özet istiyordu. Özetin ertesi güne kadar gelmesi lazımdı. Eğer roman kabul edilirse on dört bin mark verilecek, bunun yedi bini eser teslim edildikten sonra okuyup kabul edildiği gün, yedi bini de yayınlanmaya başladığı gün ödenecekti.

Tabii hiç düşünmeden, hiç itiraz etme­den bunu kabul ettim.

Eve sevinçle döndüm. Hemen çevirmenime haber yolladım. Gece sabaha kadar o, ben, kız kardeşim, bir masanın başına geçtik, oturduk.

Oda kapısını kapadık. Babacığımın iniltilerini duymak istemiyorduk. Bütün ıstırapları geçirecek çare elimizdeydi.

Aklımda hiçbir mevzu yoklu. Yalnız babamı düşünüyor ve yalnız babamı unutmak istiyordum. Felaketimi unutmak, romanı düşünmek, romanı yaratmak la­zımdı.

O gece, insanüstü bir kuvvet harcayarak zihnimi bu mevzu üzerinde yoğunlaştırdım ve bir gecede etrafı ve ayrıntılarıyla bir roman özeti yazdım. Türkçe yazıyordum. Kız kardeşim acele ile bunu Fransızcaya tercüme ediyor, çevirmense Fransızcadan Almancaya çeviriyordu. Oda sabahın ışıkları ile ağardığı zaman benim işim bitmişti. Ya­tağımın üstüne atıldım ve saatlerce ağ­ladım. Hıçkırıklarımı babama duyurma­maya gayret ediyordum.

Ertesi gün öğle üstü romanın özeti bitmişti.

Gazetede bir iki yazar toplanmış, bunu okuyup bir karar vereceklerdi. Ben cevap bekliyordum. Bu cevabın babamı kurtaracağını zannediyordum.

*

İki saat kadar bekledikten sonra cevabı aldım. Konu beğenilmişti. On beş gün içinde bunu teslim etmek lazımdı. Tamam edildikten sonra roman bir kere daha okunacak ve eğer uygun görürlerse alınacaktı.

O zaman gazetenin yazı işleri müdürüne bu işin beni on beş gün başka işlerden menedeceğini söyledim. Evime kapanıp rahat çalışabilmem için beş yüz mark avans istedim.

Beş yüz mark avansı aldım. Bunun yüzde yirmi beşini aramızda kararlaştırdığımız şekilde çevirmene verdim. Bu ilk netice çevirmene cesaret ve kuvvet vermişti. Bundan sonra çalışmaya başladık.

Sabahleyin yedide kalkıyordum. Yazı yazmaya başlıyordum. Babamın tedavisi için yatağının başucunda oturuyor, dok­tora gitmek için evden çıksam da yazı kâğıtları elde bulunuyordu. Başımı kaldır­madan durmadan yazıyordum.

Saat onda yataktan kalkan kız kardeşim benim yazdıklarımı hem düzeltiyor hem temize çekiyor, ona üslup ve karakterini veriyordu. Erkek kardeşim gün­de iki üç kere şehrin ta uzak bir yerinde olan çevirmenim Telli Grüneş’e gidiyor, ondan çevrilmiş ve makine ile ya­zılmış sayfaları getiriyordu. Ben saat üçe kadar durmadan yazıyordum.

Odamda yazı masam yoktu. Pencerenin içine kâğıtlarımı koyuyordum.

Bazen enerjim bitiyor, yorgunluktan gözlerim kapanıyor, o zaman uyumamak için ayağa kalkıyor ve ayakta yazıyordum. Ben saat üçte yatağa girdiğim zaman kız kardeşime düzeltmesi lazım gelen yirmi otuz yeni sayfa bırakıyor­dum.

Arada bir dışarıya çıkıyor, büyük kah­ve ibriğiyle kahve yapıyor, uyumamak için kuvvet bulmak için onu içiyorduk.

Bu on beş gün hayatımın en müthiş günleridir. Bir daha öyle bir on beş gün yaşayacak kudret bulabileceğimi düşünemiyorum.

*

Bu on beş günün sonunda roman hazırlanmıştı. Koskoca bir paketle gazeteye gittiğim zaman yazı işleri müdürü hayret etti.

“Bu kadar enerji!” diyordu.

Ona o zaman olanları anlattım. Para­ya ihtiyacım olduğunu ve bunun sebebini söyledim. Romanı kendi şöyle bir gözden geçirdi.

“İki gün sonra geliniz. Ben çabuk okuturum. Size verdiğimiz sözü tutalım,” dedi.

Noel gelmişti. Tatil başlamıştı. Yılbaşından önce parayı almak lazım geli­yordu.

Noel gecesinin sabahı başımıza bir fe­laket geldi.

Babamın ağzından kan boşandı. Hemen hastaneye nakledilmesi gerekiyordu. O gün onu ambulansla hastaneye gö­türdük.

Kalbi çok zayıflamıştı. Başhemşire bi­ze ümit kalmadığını söylediği zaman, on beş gün niçin o kadar çalıştığımızı kendi kendime soruyordum.

Halbuki kalp dayandı. O krizi atlattık. Daha ertesi gün Tempo’ya gitti­ğim zaman roman henüz okunmamıştı. Fakat beğenilmeyen yerlerini değiştireceğimize dair verdiğim söze güvenildi ve bana altı bin beş yüz mark verildi.

Tabii bunun dörtte birini de yine çevirmene verdim. Ve paralarla hastaneye döndüğüm vakit babamı biraz daha iyi buldum.

*

Hayatta en çok istediğim şey, bir romanımın yabancı bir dile tercüme edilmesiydi.

Buna rağmen Tempo gazetesi tarafından fevkalade surette reklamı yapılan romanımın yayınlanması bana zevk vermedi.

Roman başlamadan bir gün evvel dört sayfalık el ilanları dağıtıldı. Bütün Ber­lin sokakları, kaldırımları metrelerle benim ve romanımın ismini taşıyan kâğıtlarla dolmuştu.

Dört milyon nüfuslu bir şehirde her elde kendi romanımın ilanını görüyordum. Bu çok istediğim bir şeydi. Beni sevindirmesi lazım geliyordu. Fakat sevindiremiyordu. Hiçbir şey düşünecek halde değildim."

Suat Derviş’in on beş günlük bir zaman diliminde ve büyük acılara göğüs gererek kaleme aldığı romanı büyük sükse yapar. Tempo gazetesinde, yirminci tefrikanın yayınlandığı gün Suat Derviş gazete idarehanesine çağrılır ve pek çok ülkeden, çeşitli gazete ve dergilerin romanın telifini almak, onu kendi dillerine çevirip tefrika ettirmek için teklif gönderdiğini öğrenir.

Hatta Ullstein grubu, romanın telifini toptan satın almak için Suat Derviş’e yüklü bir miktar para teklif eder. Ancak Suat Derviş, Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı olduğu ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti o tarihte telif haklarını düzenleyen uluslararası Bern Anlaşması’nın imzacılarından biri olmadığı için bu hak devri gerçekleşemez. Suat Derviş anılarında, tüm bu süreç yaşanırken gerek konsolosluk, gerek büyükelçilikle iletişime geçtiğini, iki kurumun da konuyla ilgilenmediğini söyler.

Buna rağmen Bir Haremağasının Hatıraları, Suat Derviş’in ve menajerinin çabalarıyla birkaç ülkeye satılır.

Suat Derviş’in Türkiye’ye dönüşünü müjdeleyen 23 Şubat 1933 tarihli Milliyet gazetesi haberinde bu başarının altı çizilir.

“Berlin’in en büyük gazetelerinden olan Tempo genç Türk yazarından tefrika olarak yayınlanmak üzere bir roman yazmasını istemiştir. Suat Derviş Hanım bunun üzerine Saraylılar adlı romanını Tempo’da yayınlanmıştır.

Roman daha bitmeden Almanya’nın birçok mühim merkezlerindeki yerel gazeteler tarafından da tefrikasına başlanmış ve Letonya, İsviçre, Romanya, Yugoslavya, Danimarka ve İskandinavya dillerine çevrilmiş ve yayınlanmıştır.

Şimdi de Çekoslovakya’da Rodino adındaki büyük yayın kurumu romanın Çekçeye çeviri hakkını istemiş bulunmaktadır.

Bu, hiç şüphesiz, büyük bir edebi başarıdır. Bir Türk kadın yazıcının henüz erkekler tarafından erişilemeyen bu başarısı sevinilecek bir neticedir. Suat Derviş’i tebrik ederiz.”

Suat Derviş, Türkiye’ye gelir gelmez dört koldan matbuata girer. Gazeteler ve dergilerde birbirinin peşi sıra öyküleri, romanları görülür. Bir Haremağasının Hatıraları da çok geçmeden anadilinde, Suat Derviş’in kaleme aldığı dilde tefrika edilmeye başlanır.

Son Posta gazetesi yeni tefrikasının reklamını Almanya ve Macaristan’daki roman tanıtımlarını, Suat Derviş’in fotoğrafının yer aldığı gazete kupürlerini kullanarak yapar.

 

Bu tanıtımlar sayesinde Tempo gazetesinde Sultanın Karıları adıyla yayınlandığını öğrendiğimiz roman, Son Posta’da 21 Eylül 1933 – 3 Ocak 1934 tarihleri arasında, 92 tefrika olarak ve Bir Haremağasının Hatıraları başlığıyla yayınlanır. Başlığın hemen altında ‘kendi lisanından’ ibaresi vardır. Bu, hikâyenin, ana karakter Hayrettin Ağa’nın ağzından, birinci tekil şahısla, yani ‘ben anlatıcı’ kullanılarak anlatıldığını imler.

Suat Derviş’in Türkçeden önce birkaç dilde tefrika edilen, o dönem için büyük bir başarı elde etmiş bu romanı kelimenin tam anlamıyla bir ‘sükût suikastı’na uğrar. Şimdiye kadar hakkında hiçbir yazıyla, hiçbir eleştiriyle karşılaşmadım.

Almanya’da ve Avrupa’nın pek çok yerinde başarı kazanan bu roman, düşünebiliyor musunuz, neredeyse doksan yıl boyunca kitaplaşmamış bile. Akıl sır alır gibi değil. Roman oryantalist bulunabilir. Avrupalıların görmek, okumak istediği bir Türk imajı, egzotik bir saray ortamı yarattığı, bu yüzden başarılı olduğu da söylenebilir. Sonuçta roman zaten Avrupalılar tarafından sipariş edilmiştir. Ama bu kadarı bile söylenmemiştir. Kaldı ki bu durum da, romanın başarısını, Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı bir yazarın tüm Avrupa’da, hem de 1930’larda romanını dilden dile dolaştırabilmiş olması gerçeğini gölgeleyemez.

*

Suat Derviş belki de hayatı boyunca defaatle yaşayacağı sükût suikastına isyan ederek tam yirmi yıl sonra romanı bir kez daha tefrika ettirmiştir.

Ancak birkaç hatırşinas, cesur gazete dışında artık kendi adını bile kullanamayan, başka mahlasların ardına sığınmak zorunda kalan, rejimin üstünü çizdiği ‘tehlikeli’ bir yazar haline gelmiştir. Birkaç ay sonra vatanını terk edecek, yeni bir Avrupa macerasına, bu sefer zorunlu olarak atılacaktır.

Cavit Oral’ın, Ankara’da basılan Hürses gazetesidir romanın yeni adresi. Bir Haremağasının Hatıraları, Saray Kadınları üst başlığıyla 12 Ağustos-3 Kasım 1953 tarihleri arasında 81 tefrika halinde yayınlanır. Suat Derviş imzası yerine S. B. kısaltması yer alır tefrikalarda. (Belki Saadet Baraner’in kısaltmasıdır bu S. B.) 

Ancak tüm bu hercümerç içinde dahi Suat Derviş yapacağını yapar. Romanı satır satır elden geçirir. Bazı sahneleri detaylandırır. Bazı eklemeler yapar. Bu eklemelerin en anlamlısı romanın başına eklediği Afrikalı bir çocuğun köyünden kaçırılmasını, hadım edilmesini, sonra köle olarak esirci evlerinde, elden ele gezişini tasvir ettiği dört beş tefrika uzunluğundaki bölümdür. Bu bölüm 1933’teki tefrikada yer almamaktadır ve Hayrettin Ağa’nın karakterini ve harekatını anlamamızda büyük bir öneme sahiptir. Zira roman, hadım edilen bir erkeğin komplekslerini, bu yüzden yaşadığı acıları, davranışlarının, haleti ruhiyesinin değişimini anlatır.

Suat Derviş Bir Haremağasının Anıları'nı kaleme alırken, yukarıda da okuduğunuz şartların, ölümün eşiğindeki babası yan odadayken hissettiği aczin, çaresizliğin etkisiyle belki de derinlemesine bir haremağası portresi çizmiştir. Davranışları, tepkileri öngörülemez Hayrettin Ağa pek çok saray romanındaki entrik, kötücül haremağalarından bu psikolojik derinlikle ayrılır.

Şahabettin Süleyman, 1911 yılında yayınlanan “Kara Bela Münasebetiyle” adlı makalesinde önce Namık Kemal’i, daha sonra da yazarın Kara Bela adlı oyununu otopsi masasına yatırır. Namık Kemal’in adından da anlaşılacağı gibi haremağalarını ötekileştiren, onları şeytanlaştıran oyunu Şahabettin Süleyman’a göre gerçeği yansıtmamaktadır. Zira haremağaları kara birer bela değil, siyah birer süstür. Ve bu yüzden nefrete, hakarete değil merhamete layıktırlar. Hatta Şahabettin Süleyman bu uzun yazıyla kalmaz, Siyah Süs adlı, ne yazık ki elimizde nüshası bulunmayan, el yazmaları kim bilir ne zaman yok olup gitmiş, belki de hâlâ keşfedilmeyi bekleyen bir oyun da kaleme alır.

İşte Suat Derviş, Şahabettin Süleyman’ın bu saptamasına uygun bir eser vererek bir haremağasının iç dünyasını, köleliğin ve hadımlığın onun ruhunda yarattığı tahribatı, psikolojisini, hayatını nasıl altüst ettiğini ortaya koyar büyük bir başarıyla. 

Suat Derviş’in haremağası, Hayrettin Ağa, yazılışından neredeyse doksan yıl sonra karşınızda. Hayrettin Ağa’nın bu hazin macerasını okurken, şu tesadüfe bakın ki ismi Hayrettin olan sonuncusu 1979’da ölen, Osmanlı sarayının tüm haremağalarını, onların çektikleri çileleri, çocuk yaşta vatanlarından koparılışlarını, adetini, dilini bilmedikleri bir coğrafyada bedensel bütünlüklerinin hiçe sayılışını, ilkel metotlarla sakatlanışlarını, kuma gömülerek etleri dağlanırken hissettikleri acıyı düşünün. Köle olarak satılığa çıkarılışlarını, tüm kaderlerinin bir başkasının iki dudağının arasında oluşunu aklınıza getirin. Suat Derviş, göreceksiniz, okuyacaksınız, tüm bunları düşünmüş, bu acıyı, o sırada çektiği acıya katmayı başararak kelimelere dökmüş.

*

Bir Haremağasının Hatıraları’nı yayına hazırlarken, Suat Derviş’in bu defa Yıldız Sarayı’ndaki bir haremağası yerine Çırağan Sarayı’ndaki bir cariyenin gözünden aynı dönemi anlattığı Bir Saraylının Hatıraları başlıklı kısa bir tefrikasını da romanın arkasına ekledik. Bu iki metin, Suat Derviş’in de içine doğduğu II. Abdülhamit’in saltanatının son yıllarına, yani İstibdat Dönemi’ne dair pek çok ayrıntıyla harmanlanmış.

SERDAR SOYDAN
s. 291-301

Bir Haremağasının Hatıraları

Esircinin elinde

Annem beni çıplak göğsü üstüne bastırırdı ve kulağıma “Aç bir kaplan nasıl ininden çıkıp kulübelere yakla­şırsa, beyaz adamlar da bi­zim köyümüzü öyle sarar. Biz onun ne mal olduğunu ve bizden ne istediğini pek iyi biliriz yavrum, aman ihtiyat­lı ol. Kulübemizden çok uzaklarda oynayıp onun ağına düşme. O, çaldığı çocuklara karşı çok merhametsizdir. Onun ellerine düşen çocukla­rı biz bir daha hiç görmeyiz. Allah onun pençelerine düş­müş olan bütün siyahlara acısın,” diye fısıldardı. Annemin bu sözleri, onun bana ne söylemek istediğini pek açık bir şekilde anlamamış olmama rağmen kalbime hüzün doldururdu.

Ben sadece onun küçük ço­cukları çalan o korkunç beyaz adamdan bahsettiğini anlardım.

Bizim kabilemiz içinde onu her çocuk bilirdi. Çünkü an­nelerimiz her birimize ondan bahsederlerdi. “Süt gibi beyaz bir teni, güneş gibi sarı sakalı, kıpkırmızı kulakları ve korkunç iğrenç kırmızı dudakları var. Beyaz bir harmani onun uzun vücudunu sarar,” diye onu bize tarif ederlerdi. Yaramazlık yaptığımız za­man annelerimiz bizi “Beyaz adam geliyor,” diye korkuturlardı.

Evet, o, çocukların olduğu kadar anne ve babaların da umacısıydı.

Onu köyümüzün civarında gördüler mi hemen yine ço­cuk çalmaya geldiğini anlarlardı.

O, bu taraflarda son defa görüldükten sonra benim bir oyun arkadaşım ortadan kaybolmuş ve bir daha meyda­na çıkmamıştı.

İşte benim sevgili anacı­ğım bu korku ile bana o tatlı, o nazlı sesiyle her gün bu nasihatleri veriyordu.

Bizim köye zaman zaman yabancı siyah adamlar da gelip çocuk çalarlardı. Fakat babalarımız onlarla mücade­lede o kadar güçlük çekmezlerdi. Fakat çocuk hırsızları içinde en müthişi bu beyaz adamdı. Çünkü onun gök gibi, yıldırım gibi öldüren silahları vardı.

Ben her gün anneme bu korku içinde dikkatli olmayı vadediyordum.

Fakat bir çocuktum ve oyuna daldığım zaman sözümü unutuyordum.

Yine bir gün birkaç küçük arkadaşımla oyun oynarken beyaz adamı, çalınmak korkusunu filan unutmuştum ve kulübemizden bir hayli uzaklaşmış bulunuyordum.

Bugün benim hafızama ebediyen kazınmış bir gündür.

Bu fevkalade sıcak bir son bahar günüydü.

Gökteki ateşten bir topu andıran sıcak güneş, kumla­rın üstünü pembemsi bir renge boyamıştı.

Biz beş çocuktuk. Beş küçük, neşeli, vahşi zenci ço­cuğu...

Çırılçıplak vücudumuzun üstünde avuç içi kadar bir örtü bile yoktu.

Sade boynumuzda fildişin­den yapılmış tılsımlı süsler ve muskalar vardı.

Kahkahalarla gülerek kumların üstünde oynaşırken birdenbire benim tam karşım­da yerde oturan küçük kız çocuğunun birdenbire artık gülmediğini ve putlaştığını gördüm.

Mesut yüzü birdenbire ifadesini değiştirmişti.

Gözleri korkudan kocaman kocaman açılmış ve imdat diye bağırmak isteyen dudakları korkudan, titremekten başka bir şey yapamaz bir hale gelmişti. Çocuğun bu şaşkınlığı pek kısa sürdü. Birden kendini topladı. Küçücük parmağıyla benim arkamda bulunan bir şeyi işaret ederek yerinden fırladı. Ve geri gelen sesiyle acı acı bağırarak küçücük bacaklarının olanca süratiyle koşarak kaçmaya başladı.

Diğer çocuklar onun işa­ret ettiği noktaya baktılar. Gördükleri şey o kadar kor­kunç olmalıydı ki, onlar da oyunlarını bıraktılar ve on­lar da tarif edilmez bir kor­ku içinde sağa sola kaçışmaya başladılar.

Ben yerimde kalmıştım hatta başımı arkaya çevire­cek vakit bulamamıştım bile. Çünkü çelik gibi sert iki kol benim küçük vücuduma dolanmış ve beni yerimden kaldırmıştı.

Ben “İmdat!” diye bağırmaya vakit bulmadan ağzıma bir bez tıkanmıştı.

Beni kolları arasına alarak kulübelerden mümkün oldu­ğu kadar çabuk uzaklaştır­mak ve emin bir yere götürmek için koşmaya başladı.

Bu çelik kollardan sıyrılıp kurtulmaya çabalıyordum.

Fakat mini mini bir çocuktum, beni hafif bir çıkın gibi kolaylıkla taşıyan bir insa­nın elinden nasıl kurtulabilirdim?

Onun ellerine düşmüş, onun esiri olmuş bulunduğumu anlamaktan büyük bir ümitsizlik duyuyordum.

Beni çalan adamın yüzünü görmemiştim. Çünkü o beni arkadan yakalamıştı. Şimdi de koltuğunun altına sıkıştırmış, koşu­yordu ve ben sadece onun harmanisinin beyaz eteğini ve kumları görüyordum.

Fakat onun yüzünü gör­mediğim halde başıma gele­ni iyice anlıyordum, beyaz adam beni avlamıştı.

Daha bu sabah annem ba­na tekrar tekrar “Oğlum beyaz adam yine bu taraflara gelmiş. Köyün yakınlarında onu görmüşler. Sakın bugün uzaklara git­me, kendini koru. Onun buralara tekrar dönmüş oldu­ğunu öğrendiğimden beri kalbimin rahatı kaçtı gece uy­kularımı uyuyamıyorum,” de­mişti.

Bir müddet koştuktan sonra birdenbire kolunu açtı ve ben sıcak kumların üstüne düştüm.

Onun kollarından kurtulur kurtulmaz ilk düşüncem yerden fırlamak ve kaçmayı denemek isteği oldu. Fakat bir parça kıpırdanır kıpırdanmaz, amacımı an­layan adam iki küreğimin ortasına bir tekme vurdu.

Canım müthiş acıdı ve bu acıyla gözlerim kararıp adeta kendimi kaybet­miş gibi tekrar kumların üstüne düştüm.

Kıpırdanacak halim kal­mamıştı.

O, beni kumların üstünde bitkin bir halde bıraktı ve bir ağaca bağladığı atını çözdü ve beni yarı baygın bir halde yerden kaldırarak be­nimle birlikte atın üstüne atladı.

Ağzımdaki bez rahat ne­fes almama engel oluyor ve onun beni sımsıkı tutup göğsünde sıkışı nefes almamı büsbütün güçleştiriyordu.

İşte müthiş sıcak bir gün ben bir at üstünde böyle yurdumdan, anamdan, babamdan ve bütün sevdiklerimden, benim olan ve benim onlara ait bulunduğum her şeyden uzaklaştım.

Bu gidiş meçhul ve acıklı bir kadere yol alıştı.

Daha gece basmadan bir kervansaraya geldik. Burada hepsi de siyah ırktan olan altı insanla buluştuk. Bu altı zenci onun adamlarıydı ve içlerinden bir tanesi de be­nim ana dilime pek yakın olan bir lehçe konuşuyordu.

Yanlarında sekiz çocuk vardı. Çalınmış sekiz zenci çocuğu... Aşağı yukarı hep­si benim yaşımdaydılar ve aralarında üçü kızdı.

O akşam bize biraz hurma ve biraz ekmek verdiler. Çok ağlamış, çok yorulmuş, çok harap olmuştum. Pek de küçüktüm. Beni yere bırak­tıklarından biraz sonra ağlaya ağlaya uyudum.

Ertesi sabah kervanımız erkence yola çıktı.

Bu yolculuk bizim için pek müthişti.

Susuzluk, yorgunluk ve dayak yol boyunca bize işkence oldu.

İçimizdeki kızlardan biri dayanamadı. Onu güneş çarpmıştı. Çok ateşi vardı. Da­ha ölmeden onu kumların üstünde bırakarak yolumuza devam ettik.

Her akşam bir kervansaraya rastlamak mümkün de­ğildi.

Bazen geceyi açıkta geçiri­yorduk. O zaman vahşi hayvanlar yaklaşmasın diye büyük ateşler yakıyorduk.

Kervandakilerden hepsi uyuyorlardı. Sadece içlerinden bir tanesi nöbet bekliyor ve ateşin sönmemesine gayret ediyordu.

Biz çocuklar felaketimiz içinde gayet sıkı dost olmuştuk, geceleri birbirimize sa­rılarak yıldızlı göğün altın­da uyuyorduk.

Fakat uykumuz derin değildi. Huzursuz bir uykuydu bu. Çünkü vahşi hayvanların korkunç kükreyişleri, çakalların korkunç ulayışları, derin uyumamıza mani oluyor­du.

Bu sesler duyulduğu zaman develer korkudan titreşerek ayağa kalkıyorlar ve biz çocuklar birbirimize sımsı­kı sarılıyorduk. Ve müthiş bir korku içinde sabahı bekleşiyorduk.

Seyahatimiz sanırım sekiz gün sürdü. Nihayet küçük bir kasabaya geldik.

Taştan yapılmış mini mini evleri, kaldırım taşları döşenmiş fakat pek kirli sokakları vardı.

Sokaklara atılmış çöplerden tahammül edilmez bir koku geliyor, milyonlarca kara sinek bu pisliklerden kalkıyor, insanın ağzına gözüne yüzüne konuyordu. Kervanımız bu kasabanın taş evlerinden birinin önünde durdu.

Develerden indik. Bize ka­pıyı derisi bizim derimizden bir hayli açık renkte olan bir melez kadın açtı.

Biz çocukları sanki canlı mahluklar değil de eşyaymışız gibi karşıladı.

Hepimizi evin arka tarafındaki bir odaya götüren bu kadının yaşı da belli değildi. Genç de olabilirdi ihtiyar da.

Sonra bizi birer birer tepeden tırnağa kadar yıkadı. Bize entariler giydirdi, yemek verdi, yedirdi.

Bütün bu işleri bitirdikten sonra da bizi yalnız bıraktı. Gece olmuştu.

Yanımızdaki odadan gürültüler, yüksek sesle konuşmalar, gülüşmeler işitiliyordu.

Biz çocuklar sessizdik. Sadece içimizden sekiz yaşlarında olan bir erkek çocuğu hasta başının müthiş ağrıdığını söylüyordu. Odanın bir köşesinde sessizce ağlıyor, arada bir daha yüksek sesle olan iç çekişleri ve hıçkırıkları işitiliyordu.

 

Çöldeki uğrak

Bulunduğumuz oda gayet zayıf bir şeklide aydınlatılmıştı. Yere serilmiş hasırlar üstünde, bu müthiş yolculuğun korku ve yorgunluklarından güçsüz bir halde yatıyorduk.

Fakat ben çok bitkin bir halde olmama rağmen uyuyamıyordum. İçimde gitgide büyüyen yeni bir huzursuzluk ve korku gözüme uyku getirmiyordu.

Hasta çocuk ateşin etkisi altında sayıklıyordu. Ve hır­sızlarımız yan odada gülüp eğleniyorlardı.

Fakat bu sesler yavaş yavaş söndü.

Nihayet gecenin mutlak sessizliği içinde uyuyan çocukların muntazam nefesleri ve hastanın hafif inleyiş ve sayıklamalarından başka bir ses kalmadı.

Fakat bu da pek kısa sürdü. Ondan sonra evin için­de birtakım kapıların açılıp kapandığını duydum.

Bu sesler bana biraz ev­velki kahkahalar ve gürültülerden çok daha korkunç geliyordu.

Bizi buraya getiren bu be­yaz ve siyah adamların, bizi buraya muhakkak bir fena­lık için getirdiklerini biliyor­dum.

Zaten buraya gelinceye kadar bize yaptıkları muamele hakkımızdaki kötü niyetlerini pek açıkça göstermişti.

Mademki artık yolculuğu­muz sona ermişti. Demek bize yapılacak şey de ge­lip çatmıştı. Bizi yiyecekler miydi, kesecekler miydi… Bilemiyordum.

Öteki çocuklar ne yapıyorlardı bilmiyorum ben korku­dan çıldıracak bir haldeydim.

Bu gece mutlaka kötü bir şey olacaktı.

Ve ben ölesiye bir korku içinde bu olacak kötü şeyi bekliyordum.

Kapı yavaş ve gürültüsüz bir seklide açıldığı zaman feryat etmemek için kendi­mi güç tuttum. Ve ellerimle yüzümü örterek parmaklarımın arasından bakmaya başladım.

Kapı çerçevesi içinde kırmızı sakallı beyaz adam görünmüştü. Elindeki meşale bütün odayı aydınlatsın diye kolunu yukarıya kaldırmıştı. Bu meşalenin ışığı onun gölgesini bir dev gölgesi kadar büyüterek duvara akset­tiriyor ve meşale ışığının titreyişleri bu duvardaki korkunç gölgeyi durmadan küçültüp büyültüyordu.

O odaya girince arkasından kapı çerçevesi içinde üst üste altı baş göründü.

Zencilerden birisinin alnında bir yara veya bir çıbanı örten kirli, kanlı ve irinli bir sargı vardı. Bu kan ve irin iri damlalar halinde durmaksızın sargının altın­dan sızıyordu.

Ben yüzümü avuçlarımla kapatmıştım. Olup biteni aralık bıraktığım parmaklarım arasından seyrediyordum.

Meşaleyi başlarımız üzerinde tutan ihtiyar adam soğuk ve kuru bir sesle bize yaklaşan birine birtakım emirler vermekteydi.

Ben kalbimin göğsümden fırlayacağını zannediyordum. Çünkü o kadar kuvvetli çarpıyordu, o kadar korkuyordum ki vücudum ter içinde kalmıştı. Bir yerimi kıpırda­tacak halde değildim.

Beyaz adam küçük erkek çocuklardan birini bir baş işaretiyle gösterdi. O zaman zenci onun üstüne avına saldıran bir vahşi hayvan gibi atıldı, onu yataktan kapıp kucağına aldı ve öteki odaya götürdü.

Yataktan böyle birdenbire kapılan çocuk korku ile o kadar kuvvetli bağırmıştı ki bütün diğer çocukları uyan­dırmıştı.

Beyaz adam, çocuğu götü­ren zencinin arkasından ağır ağır çıktı ve arkalarından kapı kapandı.

Kapının dışında bir müddet bir ölüm sessizliği hüküm sürdü onda insan sesi­ne benzemeyen müthiş bir ses, acı dolu bir çığlık geceyi yırtarak ve duvarları, kapıları delerek kulağımıza ulaştı.

Biraz evvel götürülen kü­çük felaket arkadaşımız, Al­lahım ne garip, ne müthiş bir sesle bağırıyordu. Allahım acaba içerdeki mini mini çocuğu bu vahşi adamlar nasıl bir işkence yapıyorlardı?

Gecenin içinde onun birbirini takip eden müthiş ve acılı haykırışlarından, yerlerde çırpınan küçük vücudunun çıkardığı sesten ve erkeklerin arada bir söyledikleri birkaç sözden başka bir şey duyulmuyordu.

Gece çok sıcaktı ama be­nim vücudum korkudan buz kesilmişti. Odanın havası bozuktu ve bana boğuluyorum gibi geliyordu.

Küçük arkadaşımızın sesi şimdi daha zayıf çıkıyordu. Kuvveti tükenmiş olacaktı. Artık bağıramıyor, sadece inli­yordu.

Bu işkence ne kadar devam etmişti? Saatlerce sürmüş müydü yoksa birkaç dakika içinde mi sona ermişti?

Bunu kestiremiyordum. Kendimden o kadar geçmiş bir haldeydim.

Şimdi içerdeki esirciler aralarında konuşup gülüşüyorlardı.

Birden yeniden kapıya yaklaşan ayak sesleri duyduk.

Kapı açıldı.

Bu defa meşaleyi bir zenci tutuyor, bir ikinci zenci de küçük arkadaşımızı kucağında taşıyordu.

Çocuk bitkin bir sesle dur­madan inliyordu.

Onu yerine bıraktılar ve o da bırakıldığı yerde cansız bir külçe gibi hareketsiz kaldı.

Onu yerine bırakan zenci bir ikinci çocuğa yaklaştı.

Küçük çocuk bu iri yarı adama karşı kendisini ümitsizce korumaya çalışıyordu. Çocuk kendini duvardan duvara çarpıyor, vücudunu kıskıvrak tutan kocaman ellere sivri, beyaz dişlerini geçiriyordu.

Fakat zapt edilmesi güç olmadığı için az sonra o da oda­dan çıkarılmış bulunuyordu.

Biz geride kalanlar bir in­sanın ancak fevkalade bir şiddetle canı yandığı zaman çıkarabileceği korkunç bir seslerle atılan feryatları yine korkudan ölmüş bir şekilde dinledik.

Fakat bu defa çocuk bir­denbire sustu.

Herhalde yapılan işkence­ye tahammül edememiş, bayılmış olacaktı. Arada bir yi­ne erkeklerin aralarında konuştuklarını işittik ve yine ilk defada olduğu gibi bu ikinci çocuğu da kucakta ge­tirdiler.

Bu bitkindi, öteki gibi inlemiyordu, sesi çıkmıyordu. Tamamı ile baygındı.

İşkence odasına gidenlerin üçüncüsü bendim.

Çocuk adalelerimin en son kuvvetini bile sarf ederek kendimi ümitsizce savunuyordum. Fakat ben yaşta bir çocuk kendisini altı erkeğe kar­şı sonuna kadar nasıl koruyabilirdi? Beni de yakaladılar ve ümitsiz feryatlarıma rağmen beni götürdüler.

Beni götürdükleri oda birçok meşale ile aydınlanmıştı. Kenarda ayakta duran tek gözlü bir zenci bana doğru yaklaştı. Bu adamın öteki gözü oyuk ve boştu. Çığlık çığlığa bağırıyordum. Bana ne yapmak istedikle­rini bilmiyordum.

Evet, bana ne büyük ve müthiş bir acı vermeye ve bana ne büyük bir kötülük yapmaya hazırlandıklarından haberim yoktu.

Hatta tek gözlü zenci ba­na dünyanın en müthiş acısını verirken ve bu acıy­la kendimden geçtiğim zaman bile beni hadım ettikle­rini anlamamıştım.

Beni arkadaşlarımın yanı­na hasırın üzerine yatırdıkları zaman ayıldım.

Fakat bitkin bir haldeydim. Elimi kolumu kıpırdatamıyordum.

Sabah olmaktaydı. Bütün erkek çocuklar yarı baygın bir halde yerlerinde yatıyor­lar hırıltı ve iniltilerle nefes alıyorlardı.

Büyük bir hayretle kızlara işkence yapılmamış olduğunu gördüm. Her biri bir kö­şeye büzülmüş, korkak göz­lerle bize bakıyorlardı. Bilmiyorum kaç gün hasta yattım. Çok ateşim vardı. Ve bana ne yapmış olduğu­nu da anlamıyordum.

Bir gece dalgınlıktan uyandığım zaman bütün pencerelerden odaya incecik bir ay ışığının dolduğunu gördüm.

Kız çocukları yerdeki ha­sırın üstünde birbirlerine sokulmuş, muntazam nefesler alarak uyuyorlardı.

Benim felaket arkadaşlarım ve dert ortağım olan erkek çocukların da hepsi uyu­yordu.

Sadece içlerindeki en küçük­leri, zaten o müthiş geceden evvel hasta olanı uyumuyordu. Ay ışığı yüzüne vurmuştu.

Gözleri iri iri açılmış ve tavanın bir noktasına takıl­mış kalmıştı. Ağzından düzenli aralıklarla hırıltılar çıkıyordu.

Ve göğsü güçlükle nefes alıyor, sık sık inip kal­kıyordu.

O müthiş geceden sonra ben ilk defa olarak vücudumu biraz kıpırdatabiliyordum. Biraz doğruldum, dirseğime dayandım, avcuma yanağımı dayadım ve ona dikkatle bakmaya başladım.

Tavana dikilmiş gözleri, hırıltıları beni korkutuyordu. Buna rağmen ona yardım etmek ümidiyle birkaç kere omuzuna dokunarak ona “Nen var?” diye sormak is­tedim, o bu teması duyma­dı bile.

Benim gözümün önünde ölmekte olduğunu ve beni ar­tık duymadığını anlamamış­tım. Saatler geçti. Birden her zamankinden daha kuvvetli bir nefes aldı. Hırıltılar bir bıçakla kesi­lir gibi kesilmişti. Açık gözleri hâlâ odanın tavanına boş ve dik bir ba­kışla bakıyordu. Ölmüştü! [2] 

Suat Derviş
Bir Haremağasının Hatıraları
s. 9-19.


[1] Bu anılar 1939 yılında Son Posta’da tefrika edilmiş ve ilk kez İthaki Yayınları tarafından, Suat Derviş’in anılarını ve söyleşilerini içeren Anılar, Paramparça adlı cilt içerisinde yayınlanmıştır.

[2] Bir Haremağasının Hatıraları adıyla Son Posta gazetesinde 21 Eylül 1933 – 3 Ocak 1934 tarihleri arasında 92 tefrika olarak, daha sonra pek çok değişiklik ve eklemeyle Saray Kadınları-Haremağasının Hatıraları başlığı ve S. B. takma adıyla Hürses gazetesinde 12 Ağustos-3 Kasım 1953 tarihleri arasında 81 tefrika olarak yayınlanmıştır. Lakin bu iki tefrika öncesinde, Suat Derviş’in Almanya’da yaşadığı dönemde 1931-32 yıllarında Tempo gazetesinde Almanca çevirisi yayınlanmıştır.