Pulbiber dergisinin mutfağından Deniz Durukan ve Özlem Özdemir'le Pulbiber'in ve kendilerinin dünyayla meselelerini ve yürüdükleri yolu konuştuk...
21 Ocak 2016 12:40
Artık takip edecek daha çok dergi var. Az biraz birbirlerini hatırlatıyorlar, farklılıklarını görmek için biraz sokulmanız gerekiyor. Daha aralarında doğru dürüst polemik, kavga vs. de başlamadığı için henüz bir taraf seçebilir durumda değiliz. Deneyimli ellerden çıkan çiçeği burnunda dergilerden birinin mutfağından iki kişiyle, Pulbiber’in Deniz Durukan ve Özlem Özdemir’iyle söyleştik. Mutfağında kadınların ağırlıkta olduğu bir dergi kendisine nasıl bir yol çizmiş, hangi konuda, ne tür bir dertle, nasıl sözler söylemeye niyet etmiş öğrenelim istedik. Hem o mutfaktan dünyanın nasıl göründüğünü, hem Pulbiber’in o dünyada nasıl bir yere niyet ettiğini anlattılar…
Nasıl oldu da bu kadar çok dergi çıkmaya başladı? Nasıl bir boşluk hissedildi ve o boşluk nasıl doluyor şu anda?
Deniz Durukan: Yeni bir sürecin, yeni bir dönemin başlamasıyla ilgili biraz da. Başka bir söylem var artık. İnternetin etkisi bunda çok fazla. Sosyal medya, bloglar farklı bir okuma tecrübesi oluşturdu. Dergilere duyulan ihtiyaç da azaldı o süreçte. Hatta nerdeyse bitme noktasına geldi. Farklı bir söyleme duyulan ihtiyaç, Ot dergisinin çıkmasıyla cevap buldu. Ardından benzer başka dergiler çıktı. İçinde hem muhalefetin hem de mizahın olduğu kültür sanat dergileri okura cazip geldi. Araya edebiyat da serpiştirildi. Çok geniş bir yelpaze sunuldu. Farklı fikirlerde, duruşlarda isimlerin yer alması dışında, farklı disiplinlerden isimler de bir araya geldi. Dolayısıyla okuyucu da tercihlerine göre seçim yapabildi. Tabii şunun da etkisi var; okur eski alışkanlığına geri dönme ihtiyacı da duydu. Somut olarak dergiyi elinde tutma arzusu da vardı. Bunda aidiyet hissinin çok önemli bir payı var. Yani her ay, okuduğu derginin çıkmasını beklemek ve koşup bayiden almak, bir yere ait olduğunu hissedebilmek de etken. Özellikle Gezi’den sonra oluşan bir duygu bu. Birbiri ardına çıkan dergiler çok eleştirildi, eleştiriliyor, bence de eleştirilecek çok fazla şey var. Ama bir taraftan da 40-50 bin kişilik bir okur kitlesi var. Bu kadar insanın hiçbir şey okumamasından daha kötü değil. Yapılacak şey alternatif işler çıkarmak.
Bir de başka dikkat çeken konu var. Mesela edebiyat dergileri... Zaten okur sayısı az olan edebiyat dergileri çok kan kaybetti. Genç okuru çekmiyor artık. Üstelik genç yetenekler de kendine o dergilerde hem okuma pratiği hem de yazma açısından yer bulamadı. Öyle olunca okur/yazar olarak ya bu tarz dergilere yöneldiler ya da edebiyat alanında fanzin çıkarma yoluna girdiler. Ki bu sözünü ettiğimiz çok satan dergiler de isme yöneldikleri için, aslında genç kuşak için yazma alanı açamadılar. Ama okuma pratiği açısından referans oluşturdular. Özellikle bazı kısa süreli çıkan fanzinlerin yazan açısından işlevi sanki demo anlayışında ilerledi. Çünkü buradan bazı isimler görünür olmayı başardı. Kanımca edebiyat dergilerinde de bir değişim olacak. İleriki zamanlarda yeni kuşak bence edebiyat dergiciliğinde farklı atılımlar içine girecek.
Çok fazla gazeteci, yazar, çizer işsiz kaldı. Çünkü ana akımda aktörler değişti. Bu sayede, nihayet bağımsız bir medya oluşuyor diyebilir miyiz?
Özlem Özdemir: Hem ana akımda yaşananlar hem de internet kullanımının gündelik hayatın merkezine oturması nedeniyle okuma pratiği değişti. İşsiz kalan pek çok iyi gazeteci internette farklı girişimlerde bulundu. Risk alınarak farklı işler yapılmaya başlanınca, dergilerin de yolu açılmış oldu. En azından sırtını büyük gruplara yaslamayan, kalemini onun ticari-politik durumuna göre eğip bükmek zorunda olmayan, nispeten daha bağımsız bir medya anlayışı oluştu. Dergilerin okur kitlesinin büyük bir bölümü genç, özellikle lise ve üniversite öğrencileri. Bu çok önemli. Çünkü dergi okumak kitap okumaktan farklıdır. Bir yayını sistemli olarak takip etmeyi sağlar. Okurlarının kendi içinde bir dili; dergi sayesinde tanıştığı ya da takip ettiği yazarları olur.
Dergi okuru olmak da dergi yayınlamak da önemli. Bütün dergiler, kendi okurunu yaratıyor aslında ve azımsanmayacak baskı adetleri var toplamda. Bu nedenle ben dergi üretiminin artacağını, hatta özel temalarla daha farklı ve yeni dergilerin de yayımlanacağını düşünüyorum önümüzdeki dönemde. Diğer yandan, dergilerin birbirinden farklı olması gerekir, çünkü yazar kadroları, çıkış amaçları, hedefleri farklı olmalı. Mesela Pul Biber, rafta yan yana durduğu dergilerden ayrılıyor bence.
Kadın dergiciliğinde sanki bir dönem kapandı Amargi’nin de internete çekilmesiyle birlikte. Sonra bloglar çıkmaya başladı. Kendinizi bu değişim sürecinin neresinde görüyorsunuz?
Deniz: Varolan dergilerin tamamına yakını erkek egemen bir anlayışla çıkıyor. Ve yönetimlerinde de erkekler var. Şunu düşündük en başından itibaren; mutfağında ve yönetiminde kadınların olduğu, üstelik popüler bir alanda yer alan bir dergi çıktığında, hayata, sanata ve gündeme nasıl bir katkısı olur? Bunu görmek için yola çıktık. Amargi’yi ve feminist yayınları elbette önemsiyoruz. Bilinçlenmemizde etkisi olmuştur. Şimdi bloglarda, fanzinlerde feminist okuma yapan genç bir kuşak var. Onları da çok önemsiyorum. Pulbiber’e gelince; sadece kadın sorununa odaklanan bir dergi olarak düşünmedik. O yüzden de çıkış noktası itibariyle tam olarak bir feminist kuram etrafında dönmüyor. Şu anda varolan dergilerden de anlayış olarak farklı. Başka bir deneyim aslında bizim yaptığımız. Estetik kaygılarımız da var. Popülist söyleme yaslanmayan alternatif bir çaba diyelim. Aynı zamanda dergi olarak genç isimlere yer veriyoruz. Hatta ilk yazıları bizde çıkan ve yazmaya devam eden isimler var.
Kadınların kadınlar hakkında konuşmakla yetinmeyip her konuda kelam ettikleri bir dergi miydi muradınız?
Deniz: Evet, öncelikle hepimiz insanız meselesinde diretiyoruz. Çünkü zaten bir ayrımcılık var; sadece kadına odaklanarak o ayrımcılığın da bir parçası olmak bizim hoşumuza gitmiyor. Bu sistem seni kategorize ederek aslında bir yanıyla da seni parçalıyor, bütünlüğünü bozuyor. Yani parçalayarak yönetiyor. O yüzden kadın şair, kadın müzisyen, kadın edebiyatçı, kadın sinemacı gibi tanımlamaları var. Erkek sinemacı, erkek şair demiyoruz… Bu da bir ayrıştırma biçimi. Şairse şairdir, sinemacıysa sinemacıdır. Cinsiyetimiz yaptığımız işin önüne geçmemeli. Üstelik bugün sadece cinsiyet üzerinden bir ayrımcılık yok, dil, din, ırk her türlü ayrımcılık had safhada. Ve politika bunun üzerinden yürüyor. Topyekûn karşı çıkmak gerek.
Özlem: Dergi, kitap yayıncılığı ya da basında eril dilin hâkimiyeti olduğunu söylemek mümkün. Aslında Pulbiber’in hazırlık döneminde en fazla tartıştığımız işin bu kısmıydı. Pulbiber, ilk sayısından bugüne eril dili tekrar üretmeyen tek dergi belki de. Pul Biber’in editörleri ve tüm yazarları, hayata, edebiyata, sanata bakarken o eril dili asla tekrar üretmemek için ince ince çalışıyor. Bence bütün okurları rahatlatan ve Pulbiber’i ayrı bir yere koymalarını sağlayan şey de bu.
Deniz: Farkında olalım veya olmayalım, kadınlarda da o eril anlayış var. Hatta bunu fazlasıyla içselleştiren kadınlar var. Çünkü bu dile ve kültürün içine doğuyorsun. Bunun doğru olduğunu varsayıyorsun. Ya da bilinçaltından ister istemez bu tavır kendini gösteriyor. Yüzleşmek ve kurtulmak gerek.
Hedef kitlenizi nasıl belirlediniz? Derginin şekline şemaline karar verirken muhatabınızın kim olacağını düşündünüz? Umduğunuz insanlar sizi okuyorlar mı?
Deniz: Dayatılmış, kalıplaşmış düşünceleri sorgulayan bir tavrımız var. Dolayısıyla aynı sıkıntıyı çeken herkese kapımız açık. Bu düşünceye yakın olanlar da bizimle beraber geldi. Daha farklı kesimlerden de bir okuyucu profilinin oluştuğunu gördük. Herkesin bir şekilde öfff dediği, rahatsızlığını hissettiği bir şeyler var bu hayatta. Onu da buldular Pulbiber’de. Sürekli bir dergi okuru olmayan, farklı meslek gruplarından kişilerin ilgisini çekti. Onlarla karşılaştığımızda çok mutlu olduk. Bizi anlatıyor diyen epeyce kişiye rastladık.
Özlem: Hedefimiz, dergideki tüm yazarların deneyimlerini, gündelik hayata dair önerilerini, sanatın ilgilendikleri dallarını, kuramsal eleştirilerini yazabilecekleri bir dergi olmasıydı. Tabii okurlarına yeni bilgiler katabilecek, yeni kapılar açabilecek, hem okurları hem bizi başka kaynaklara yönlendirebilecek bir dergi olması… Dergi dediğimiz şey, bir ekoldür, dergide yer alan yazarlar başka şeyleri kaleme alırlar ama ortak bir söylem vardır, dergi odur. Okurdan aldığımız geri dönüşlere göre derdimiz anlaşılmış, yazıların belli bir niteliğin üstünde olduğu söyleniyor; mutlu oluyoruz. Tabii her dergi gibi hedefimiz okur kitlemizi daha da arttırmak. Böylece daha hareketli bir dergi haline gelebiliriz.
Hayli değişik bir sürekli yazar profiliniz var. Ayşen Gruda’ya yazı yazdırmak ne kadar güzel bir fikir… Kimden yazı isteyeceğinize nasıl karar veriyorsunuz?
Deniz: Derginin çizgisini oluştururken, aklımızda birtakım isimler vardı ama Ayşen Abla’nın olmasını çok önemsedik. Ayşen Gruda çok önemli bir kolon sanatta bence. Onun olması bizim için çok önemliydi. Onun biriktirdiklerini ve deneyimlerini paylaşmak ve o hafızayı diri tutmak anlamında bunu yapmak istedik. Ona bu teklifi götürdüğümde çok heyecanlandı. Güner Kuban da aynı şekilde, çok uzun yıllardır takip ettiğim bir isimdi. Keza Sevin Okyay da aynı şekilde. Hepsi kendi alanlarının kolonları. Ayşen Abla gibi yazma deneyimi olmayan Ayça Damgacı, Ayta Sözeri gibi isimler de dergide yer aldı. Onlar ne anlatır, ne düşünür merakı da vardı içimizde. Onların hayat tecrübesi ve sanat görgüsünü aktarmaları önemliydi.
İlk sayı biraz abc gibiydi. Feminizme giriş diyebileceğimiz tatta. Bana biraz erkek varlığına, kamusal alandaki erkek varlığına direkt bir yumruk ve bunun getirdiği bir tür erkek merkezli söylem üretiyor gibi geldi. Sonra kürtajın dışına çıktığınızda birden durum değişti.
Özlem: Kadınların ağırlıkta olduğu bir derginin ilk sayısının dosya konusu da kürtaj olunca tüm yazarlarımız kadınların yaşadığı sorunlara odaklandı. Belirttiğiniz gibi derginin asıl görüntüsü sonraki sayılarda ortaya çıktı. Kadınların hayatı, kültür sanatı değerlendirdiği içerik sonraki sayılarda kendini daha iyi gösterdi.
Dilde de bir ortaklık var sanki aşağı yukarı, üslup benzerliği…
Deniz: Üslup benzerliği olsun diye bir çaba harcamadık ya da yönlendirmedik, ama aynı dili yakalayacağımızı tahmin ediyorduk. Çünkü derginin yazar kadrosu rastgele oluşturulmadı. Son derece bilinçli bir tercihti. En önemli özelliğimiz, mağduriyet dili kullanmamak. Bu da kendiliğinden oluşan bir tavırdı. Kimse bu dile tenezzül etmedi. Güçlüyüz. Mesele aynı derdin etrafında toplanabilmek, dolayısıyla Pulbiber için gönül rahatlığıyla bir tavır dergisi diyebilirim.
Mağdur dilinden kaçınmanızın sebebi neydi?
Deniz: O kadar çok kullanıldı ki, bu dilden midem bulanıyor artık. Bu ülkede mağdur olmayan insan mı var? Hepimiz bir şekilde bunu yaşıyoruz. Ama bunu bilinçli bir politika olarak kullanmak bana çok tehlikeli geliyor. Erke ve sömürüye izin veriyor. Bunun içinde elbette iktidara oynamak var. Sürekli mağduriyetini anlatarak karşındaki insanın duygularını sömürüp kendini onaylatma çabası, sonuç itibariyle o an için başarılı olsa da bana ilkel geliyor. Bu ayrı. Bir de kadınların mağduriyeti üzerinden kurulan bir dil var ki, o da aynı şeye hizmet ediyor; sömürüye ve biat ettirmeye. Bugün medyada kullanılan dil yani üçüncü sayfa haberleri falan hep kadınların mağduriyeti üzerine kurulmuş. Başarıları veya ürettikleri çözümlerle anılmıyorlar. Çözümsüzlük üzerine bir algı yaratarak, kurtuluşun olamayacağı fikrini empoze ediyorlar. Ya da mucize olarak yansıtıyorlar. Hayır! Bu bir kader değil, mucize de değil. Her zaman bir yol vardır.
Haysiyetin ve itibarın yerine mağduriyeti koyuyor olabilirler mi? Acımayı ve merhameti çağırdığı…
Deniz: Öyle bir durum söz konusu. Merhamet kolay sömürülen, itibarsa zor kazanılan bir konum. Karşımızdakine acıyacak mıyız? Yoksa adil mi davranacağız? Vicdan elbette önemli, adil davranırsan vicdanını da korursun. Güçlü olursun.
Güç dediğiniz şey galiba başarıyla falan ölçülmüyor, bir tavır?
Özlem: Mağduriyeti yüceltme, sadece yazılı üretimle ilgili değil, bireysel olarak hayata nereden baktığınız ve ne tür refleksler verdiğinizle ilgili bir şey. Toplumsal ya da bireysel olaylarda, salt mağdur olmak üzerinden baktığınızda göreceğiniz tek şey acı olur. Ve o acıyı ortaklaştırarak bir şeyi ortaklaştırmış gibi hissedersiniz ama değiştirebilme gücünü yok saymak anlamına gelir bu. Sadece mağduriyette ortaklaştığınız zaman oturup ağlarsınız, içersiniz, dertleşirsiniz… Şu an her alanda daha makbul ve kolay olan, umutsuzca anlatmak… Sanki insanın kudreti hiçbir şeyi değiştirmeye yetmezmiş gibi, kendi kabuğumuzda acı çekmek, ortak acılarla beslenmek elimizden gelen tek şeymiş gibi... İnsanın kaderi bu değil ki… İnsan değiştirebilir. Ortaklaşırsınız, örgütlenirsiniz, cür’et edersiniz, değiştirirsiniz. Pulbiber’in ve yazarlarının farkı cür’et edebiliyor olmaları. Bu dünyada, bu ülkede savaşlar var, eşitsizlik var, acı var; evet. Ama insan tüm bunları değiştirebilir. En azından bu umudu taşımak ve bunun için mücadele etmek mümkün. Pulbiber’in tek ve en önemli farkı olacaksa bu olsun. Mağduriyet dilini yeniden üretmeden, umut ve cür’et üretmenin bir aracı olsun…
Özgecan cinayetinden sonra o hatta kadınlara özel otobüs konuldu. Kürtaj için sokaklara çıktığımızda ya da Özgecan cinayeti kadın cinayeti olarak siyasallaştırıldığında büyük bir direnişle karşılaşıyor iktidar cephesinden. Başka bir dil mümkün mü bu konularda derdimizi anlatırken. İktidar cephesinin kendi saflarını sıkılaştırmasına neden olmayacak bir yol bulmak üzere düşünmemiz gerekmez mi?
Özlem: Burada bir soruyla başlamak gerek: Kadın ve erkeği eşit kabul ediyor musunuz, etmiyor musunuz? Bütün tartışmalar ondan sonra başlıyor. Ya da kapitalizm aileyi neden bu kadar kutsar? Neden aileyi tekrar tekrar yaratmak ister? Neden herkesin birden fazla çocuğu olmasını ister? Ülkeler, dinler, kültürler, inançlar değişir, söyleme biçimi değişir, fakat gericiliğin dili aynıdır. Dolayısıyla eşitliği savunanlar olarak tek bir geri adım atmadan ve hiç eğip bükmeden mücadeleye devam etmemiz gerekiyor. Eşit olmadığımızı düşünenlerin argümanlarına göre hareket etmeye, kürtajın hak olduğunu söylerken bize bebek katili derler mi diye düşünmeye gerek yok. Çünkü bir doğru var ortada: Doğurmak istersen doğurursun, doğurmak istemezsen bu, seni ve partnerini ilgilendirir. Ya da “pembe dolmuş” önerisi. Tecavüz ya da cinayetler, kadın ve erkek aynı toplu taşıma aracını kullandığı için yaşanmıyor. Dolayısıyla biz iktidarın argümanlarına göre söylemimizi değiştirmeyelim, doğruların arkasında durmamız, insana yakışanı savunmamız yeter.
Sansür dosyası nereden çıktı?
Deniz: Sansür her zaman, her dönem varolan bir şey. Dünyada da var. Ama şu an sınır aşıldı gibi geliyor bana. Ders kitaplarında şairlerin şiirleri sansüre uğruyor, gazeteciler sansüre uğruyor, filmler, resimler… En fenası da otosansür. Kişinin kendine uyguladığı baskı, sansürün en büyüğü. Yazarsan yaptığın kurgudan şüphe duymaya başlıyorsun, ressamsan çizgine gem vurmaya çalışıyorsun. Gündelik hayatta da böyle. Giyimden kuşama sürekli kendini hizaya sokma çabası içine girdiğini fark ediyorsun. Ya da tanıdığın, sevdiğin, hatta sürekli görüştüğün arkadaşın, bakıyorsun artık o eski kişi değil. Ne ara değişti diyorsun, ne oluyor yahu diye beynin yanıyor düşünmekten. Bu sefer birbirinize kuşkuyla bakıyorsunuz. Beni en çok da bu yaralıyor. Herkes saflara ayrılmış. Kimin kim olduğunu anlayamadığım bir dönem bu. Sosyal medyadaki söyleme girmek bile istemiyorum. Konuştuğun an, ciddi bir linç kampanyası başlatıyorlar. Üstelik bunu her kesimden, görüşten insan yapıyor. Bir çıldırma hali, delilik çağındayız sanki.
Nerede başarısızlığa uğradık hep beraber? Nasıl oldu da bu kadar başarılı olabildi bu muhafazakâr atak?
Deniz: Birdenbire olmadı. Seksenlerde başlayan bir süreçti aslında. Şimdi yaşadığımız şey, sonuç. O zemin hazırlanmıştı ama biz farkına varmadık ya da önemsemedik. Farkına varanlar da bir şekilde susturuldu ya da susmak zorunda kaldı. Bir anlamda mecburi içe kapanma dönemiydi. Feodal yapının sarsılması, kentleşmenin hız kazanması, küreselleşme masalları, konunun bir sürü dinamiği var aslında… Seksenler kayıp bir dönemdi. Darbeden sonraki süreçte örgütlü olmak veya toplu hareketler de sekteye uğrayınca, birey olabilme meselesi gündeme geldi. Herkes tek başınaydı, herkes kendi manifestosunu yazmaya başladı. Dolayısıyla bir yalnızlaşma ve kendi içine çekilme süreci yaşandı. Her şeyi dışarıda bıraktık. Belki de kendimizle çok meşgul olduk. Doksanlarda her ne kadar görece bir özgürlük var gibi gözükse de, kimlik arayışının yoğun olduğu bir bocalama dönemiydi. Ben kimim? Doğulu mu, Batılı mı gibi soruların çokça sorulduğu bir dönemdi. Kaybettik dendi, köprünün ortasında kalmış gibi bir hisle 2000’lere girdik. Kimisi o kaybetme duygusuyla köprüden atladı, kimisi de o köprüde, orta yerde kalakaldı. Son on yıllık süreçteyse artık Batılı mıyız diye sormuyoruz. Doğulu olduğumuza ikna olduk. Ama Doğu da yok. Hiçbir yer yok aslında.
Özlem: Gericiliğin toplumsal hayatta örgütlenmesi açısından 12 Eylül önemli bir kırılma. 12 Eylül aslında emekçilerin kazanılmış haklarını kaybetmeye başladığı andır, örgütsüzlük, hak mücadelesinde geriye düşme, yalnızlaşma, bütün bunlar hızla yayıldı. İnsanların, sendikada dernekte, siyasi bir partide örgütlenemediği bir dönemde gericilik toplumsal hayatta, mahallelerde, fabrikalarda, atölyelerde örgütlendi. Yani tüm bunlar 13 yıllık bir mesele değil.
Bu kadar mağduriyet söylemi üreten bir toplum, nasıl olur da mülteciler meselesinde bu kadar kötü bir sınav verir?
Özlem: Savaştan kaçıp yurdunu, yaşamını bırakmak zorunda kalan, burada kötü yaşam koşullarında yaşayan insanlara dair bir nefret söylemi geliştirilmesi üzücü elbette. Mültecilerin Türkiye’de yasal hakları yok denecek kadar az, çalışma izinleri olmadığı için merdiven altı atölyelerde sigortasız, güvencesiz, daha ucuza çalıştırılıyorlar. “Suriyeliler yüzünden iş bulamıyoruz” söylemlerinin artmasına yol açıyor bu. Türkiye’de milyonlarca Suriyeli var ve daha yıllarca burada yaşayacaklar. İnsan haklarını ve eşitliği savunan pek çok insan da, dışarıda kahve içerken, yemeğini yerken, caddede yürürken “Suriyeliler de her yerde” diyerek farkında olmadan ırkçılık ve nefret söylemi geliştiriyor. Burada yine başa dönüyoruz, sınırları açmak gerekli ve insani olan elbette, ama sınırları açıp sonra ne haliniz varsa görün demek, düzenli bir yaşam kurabilmeleri için çözüm ve araç üretmemek, sorunların da nefret söyleminin de artmasına yol açıyor.
Deniz: Irkçılık ve nefret söylemi tüm dünyada yükseliyor. Yeni dünya düzeni denilen şey; kimlikler ve din üzerinden oluşturulan bir politika güdüyor. Parçalayıp yönetmek, sömürmek için. Buradaki mültecilerle ilgili uygulanan politikalarda birtakım plansızlıklar var. Türkiye dışında kimse kapılarını açmak istemedi, ama sağlıklı bir çözüm de üretilemedi. Meseleye vicdani açıdan bakıyorum. Ortada ciddi bir trajedi; insanlığın ayaklar altına alınması var. Kimse yerini yurdunu bırakıp gitmek istemez. O çaresizliğin, ortada kalmanın, çocukların güvensiz ve korku dolu gözlerle yaşamı karşılamasının muhasebesini herkes yapmalı. Dünya hiç tekin bir yer değil artık. Ve kimse güvende değil. Kötülüğün bu kadar olağanlaştırılması beni ürkütüyor.