Suya anlatılan kötü rüyaya beddua: Binbir Gece Masalları’ında Kürtler

Binbir Gece Masalları’nda, Arap, Türk, Fars, zengin, beyaz tenli ve Müslüman olanlar iyi olarak anlatılırken, geri kalan herkes kötüdür...

28 Eylül 2017 13:55

Binbir Gece Masalları’nda Araplar, Türkler, Farslar, Hintliler gibi pek çok milletten bahsedilir. Ancak ben burada Binbir Gece Masalları’ndaki Kürtlerden ve onların anlatılış biçiminden bahsedeceğim. Eserde, konumuz olan Kürtler hakkında “Olağanüstü Torba” ve “Kollukçubaşının Öyküsü” isimli iki masal bulunuyor. Bunun dışında “Haşhaş Yutanın Öyküsü”nde ise yine bir Kürt karşımıza çıkıyor. Ayrıca eserin birkaç yerinde özel olarak Kürtlerden bahsetmese de Kürtler ve Kürtçe gibi ifadeler de yine geçiyor.

Binbir Gece Masalları’nı okuyanlar bilir; söz konusu masallarda Arap, Türk, Fars, zengin, beyaz tenli ve Müslüman olanlar iyi olarak anlatılırken geri kalan herkes ise kötüdür... Kitaba göre Hristiyanlar düşman, Yahudiler hain, yaşlılar çirkin, kadınlar güvenilmez, siyahîler şehvet düşkünü (kitapta zenci diye geçiyor), Kıptiler hırsızdır… Kitap sadece ırk temelli ötekileştirmeler yapmıyor, bekâret konusunda da ayrımcı bir dil sergiliyor. Bir yandan dilberlerin tazeliğine, sultanlara layık on beş yaşındaki “inci gibi işlenmemiş bakire kızlar”a övgü dizilirken öbür yandan dullar ve yaşlı kadınlar âdeta yerin dibine batırılıyor.

Limondan sarı, eşekten uyuz, manda kadar kıllı Kürt”

Kitapta, Kürtler ile ilgili olumlu tek bir cümle bulmak neredeyse imkânsızdır. Söz konusu kitap, galiplerin anlattığı, mağlupların ise anlatıldığı bir metin olarak önümüzde duruyor. Durum böyle olduğu için tanımlamayı, tarifi ve tasviri kazananlar yapıyor, kaybeden Kürtler değil. Öte yandan kitapta Kürtler anlatılmaktan ziyade hep olumsuz tanımlamalarla karşımıza çıkıyor.

Binbir Gece Masalları, Çeviri: Âlim Şerif Onaran, Yapı Kredi YayınlarıE. M. Cioran, Çürümenin Kitabı isimli eserinde tanımlamalardan bahsederken ilginç tespitler yapar ve şöyle der: “Tanımlama, soyut zihnin yalanıdır; mülhem formül ise militan zihnin yalanı: Bir tapınağın kökeninde daima bir tanım bulunur; müminleri içinden sıyrılamaz bir şekilde bir formül toplar oraya. Bütün öğretiler böyle başlar.” 1

Binbir Gece Masalları’nda Kürtler, tam olarak Cioran’ın bahsettiği şekilde bazen tanımlanırken bazen de formülize ediliyor. Fakat ikisinin de yalan ile tariflendiğini ve tasvirin bu şekilde tasavvuru baskıladığını unutmamak lazım. Çünkü güçlülerin arif olarak kabul gördüğü bir yerde hakikat, onların kendi tarifi olarak karşımıza çıkıyor. Binbir Gece Masalları’nda da bu geçerlidir.

Her gece Sultan’a masal anlatan Şehrazad, “Haşhaş Yutanın Öyküsü”nü anlatırken, yüz kırk dördüncü gecede ilk kez Kürtlerden bahsediyor. Söz konusu hikâyede Şah Kânmekân, Nûzhet ve Vezir Dendan, bir zenciyi, bir Kürdü ve bir bedeviyi yargılamaya başlıyor. Sebebinin ise bu üç kişinin, Şah Dav’ül Mekân’a kötü davranmalarının olduğu söz konusu yargılama zenciyle başlar ve kellesi vurulur. Meselenin Kürt kısmıysa şöyle anlatılıyor:

“Bunu izleyerek hükümdarlar, ‘Kürt getirilsin’ demişler. Ve Kürt içeri girmiş. Bir limondan daha sarı ve bir değirmenci eşeğinden daha uyuz ve kuşkusuz bir yıl suya girmemiş bir manda kadar kıllı imiş. Vezir Dendan ona ‘Senin adın ne ve neden haydutluk yapıyorsun?’ diye sormuş. O da ‘Ben, meslek olarak Kutsal Kent’te deveci idim. Bir gün hasta genç bir adamı Şam’daki hastaneye taşımam için bana verdiler…’ Bu sözleri duyunca Şah Kânmekân ve Nûzhet ve de Vezir Dendan, sözünü sürdürmesine zaman bırakmadan ‘Bu, Şah Davü’l-Mekan’ı hamamın önündeki çöplüğe atan hain devecidir!’ diye haykırmışlar. Ve birdenbire Şah Kânmekân ayağa kalkıp ‘Kötülük kötülükle karşılanmalıdır, hem de iki katıyla! Yoksa yasaları hiçe sayan namussuzların, kötü kişilerin, acımasızların sayısı artar! Kötülerden öç alınırken acımanın yeri yoktur; çünkü acıma, sadece haremağalarına, hastalara ve güçsüz kişilere gösterilmelidir!’ demiş. Ve Şah Kânmekân kendi elleriyle, kılıcının bir vuruşuyla Kürdü, eskiden bir deveci iken, iki deveci haline getirmiş. Ama sonra da kölelere, cesedi dinin gereklerine göre gömmelerini emretmiş.”2

Tanımlar mezarlığında” yersizleştirilen Kürtler

Sondan başlayarak metne baktığımızda, Şah Kânmekân, “kölelere, cesedi dinin gereklerine göre gömmelerini emretmiş.” Kürdün ölüsüne dinin gereklerine uygun şekilde muamele edilmesini emreden Şah Kânmekan, Kürdün dirisine ise dinin gereklerine göre davranmayı çok görüyor. Çünkü daha kendisini savunmadan Kürt deveci, kılıç darbesiyle “iki deveci haline” getiriliyor. Adalet dağıtıcının bir Kürdü yargılarken adil olmasını beklemek bizim hüsnü kuruntumuz olarak kursağımızda kalıyor. Bardağın dolu tarafından bakıldığındaysa Kürdün ölüsüne adil davranılıyor ve cenazesi dinin gereklerine göre gömülüyor. Hikâyede Şah Kânmekan’ın hiç olmazsa Kürdün ölüsüne saygısının olduğunu görüyoruz. Bir diğer deyişle ibret-i âlem olsun diye ceset develerin veya atların arkasında da sürüklenebilirdi. Çünkü daha birkaç yıl evvel Kürtlerin cenazelerinin bir kısmı sokak ortasında günlerce kalırken bazılarının cesedi araçların arkasından sürükletildi. Geçtiğimiz günlerde Hatun Tuğluk’un cenazesinde olanlar ise bize, Binbir Gece Masalları’nın Kürde adaletiyle günümüzdeki adalet arasındaki farkı gösteriyor.

Ancak mesele etik ve ahlakî bir sorun olarak sınırlandırılmıyor. Hikâyedeki dil ve gramer ayrı bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Kürt için kullanılan sıfatlar ve tanımlamalar ayrı bir aşağılama perspektifine hizmet ediyor. Yani Cioran’ın, “Tanımlama, soyut zihnin yalanıdır” diye bahsettiği noktadayız. Çünkü hikâyede Kürt deveci, “Bir limondan daha sarı ve bir değirmenci eşeğinden daha uyuz ve kuşkusuz bir yıl suya girmemiş bir manda kadar kıllı imiş” denilerek tanımlanıyor. “Limon kadar sarı,” “değirmenci eşeğinden uyuz,” “manda kadar kıllı” gibi sıfatlarla aşağılanıyor Kürt.

Peki, hikâyeyi yazanlar neden Kürdü bu şekilde olumsuz kodlarla tanımlıyor? Bu sorunun cevabını Cioran, “Tanımlar Mezarlığında” isimli yazısında şöyle veriyor: “Ama, bir şeyi bir tanımla benimsemek, ne kadar keyfi olursa olsun-ne kadar keyfiyse o kadar da vahimdir, çünkü bu durumda ruh bilginin önüne geçer-o şeyi dışlamaktır; onu yavanlaştırmak ve yersizleştirmektir, yok etmektir. Avare ve münhal bir zihin- dünyayla da yalnızca uyku sayesinde bütünleşen bir zihin- şeylerin isimlerini çoğaltmak, içlerini boşaltmak ve yerlerine formüller koymaktan başka hangi işi icra edebilir? (…) Her formülün altında bir kadavra yatmaktadır: Varlık veya nesne, mahal verdiği bahanenin altında ölür” 3diyor.

Çürümenin Kitabı, E. M. Cioran, Çeviri: Haldun Bayrı, Metis KitapCioran’ın anlattığını Binbir Gece Masalları’nı yazanlar biliyorlar mıydı? Eğer tanımlamalarını bu amaçla yapmışlarsa, oldukça başarılı olduklarını belirtmemiz lazım! Çünkü Kürt kelimesi ve Kürtlük, bu tanımlarla, “yavanlaştırıldı ve yersizleştirildi.” Yasa koyucular yok edemedikleri Kürtleri yok saymakta buldular çareyi. Kürtlük bir kadavra olarak bile kendine yer bulamayacak şekilde formülize edildi. Kâh İslamla kâh başka ırklarla Kürtlük boyanmak istendi. Derrida’nın ifadesiyle söylersek Kürtler metnin dışına itildi. Binbir Gece Masalları’ndaki tanım çokluğu bunu gösteriyor. Kürtlüğün içi boşaltılsın diye bu tarz olumsuz birçok sıfatla anıldı.

Zaten Kürtmüş yine Kürt kalmış”

Kitaptaki ilk hikâyede Kürtlere yönelik böyle bir tablo çiziliyor. Ancak Kürtlerin anlatıldığı diğer hikâyelerin bundan aşağı yanı yok. Ontolojik bir olgu olarak bildiğimiz Kürtlük, bir kabahatmiş gibi vurgulanıyor ve Kürtler bununla aşağılanmaya devam ediliyor. Kürtlerin anlatıldığı bir diğer hikâye ise “Kollukçubaşının Öyküsü” ismiyle karşımıza çıkıyor.

Salahaddin Eyyûbi ‘nin döneminde Mısır’ın Kahire kentinde geçen bu hikâyede de Kürt, büyük bir aşağılanma ile anılıyor. Hikâyeden birkaç satır alalım:

“Mısır’da bir Kürt yaşarmış. Ve bu Kürt, koca bıyıklı, gözlerine kadar büyümüş sakallı, gözlerine kadar düşen kaşlı, burnuna ve kulaklarına kadar ulaşan gür kıllı, iri kıyım korkunç bir herifmiş. Ve tavrı öylesine ürkütücü imiş ki, onu hemen kollukçubaşı yapmışlar. Mahallenin yumurcakları, onu sadece uzaktan görmekle, bacaklarını rüzgâra vererek sanki önlerinde bir gulyabani belirmişçesine kaçışırlarmış. Analar da çocuklarının yaramazlıklarını dayanılmaz hale gelince, Kürt Kollukçubaşıyı çağırmakla tehdit ederlermiş. Tek sözcükle, kentin mahallelerinin korkuluğu imiş.”

Hikâyenin özetini verecek olursak bir gün Kollukçubaşı kendini yalnız hissetmiş ve sonra canı “taze et” çekmiş. Gidip bir çöpçatan bulmuş ve ona “Anasının eteği altından hiç ayrılmamış ve benimle tek gözden oluşmuş evde yaşamaya razı olacak bir bakire bulmanı istiyorum. Koşul olarak da bu evden hiç dışarı çıkmamasını ileri sürüyorum” demiş. Pay akçesini kapan çöpçatan bir süre sonra “şişman, tombul ve beyaz” bir bakireyi bulmuş. Evlenmişler. Kollukçubaşının böyle bir kadını istemesinin sebebi ise kadınların kendisini aldatmasından korkması imiş. Ancak bir süre sonra korkulan olmuş. Kadın, Kürt Kollukçubaşını aldatmaya başlamış. Hem de komşu kasabın genç oğluyla… Fakat kadının Kürt eşi hiçbir şeyin farkına varmamış.

Bir gün kadın aşığıyla çiftleşme zevkinin doruklarında iken birden kapı kilidinin sesini duymuş. Kadın gelen kişinin kocası olduğunu görünce aşığını hemen saklamış. Üstüne bir tane geniş örtü alarak kocasını karşılamaya gitmiş. Kocası, kadına “Bu örtüye niye büründün?” diye sormuş. Kadın kocasını divana oturtmuş ve ona kendi hikâyesini anlatmaya başlamış. Gerisini kitapta okuyalım:

“Kadın, ‘Bil ki, gerçekte, Kahire kentinde, korkunç görünümlü ve kıskanç ve de karısını boyuna gözaltında tutan bir kollukçubaşı varmış. Sadakatinden güven duymak için, onu, bunun gibi küçük tek bir odadan oluşmuş evinde kapalı tutarmış. Ama aldığı tüm önlemlere karşın, karısı onu bütün yüreğiyle boynuzluyormuş; ve duyarsız boynuzlarının üstünde komşusu kasabın oğluyla çiftleşiyormuş; öyle olmuş ki, bir gün, kollukçubaşı adet edindiği saatten önce dönmüş ve de evde bir şeyler döndüğünü işitince, hemen aşığını saklamış ve tıpkı benim sana yaptığım gibi kocasını da bir divana sürüklemiş. O zaman elinde bulunan bir kumaşı başı üzerine örtmüş, ve uçlarını işten öyle sıkı sıkıya bağlamış’ Ve bunu söyleyerek genç kadın, elindeki örtüyü Kürdün başına sarıp gülerek öyküsünü sürdürmüş: ‘Ve köpoğlunun başı ve boynu örtünün iyice altında kaldığı bir sırada, genç kadın kocasının giysilerinin arkasında saklanmış olan aşığına ‘Hey sevgilim, çabuk! Kaç kendini kurtar’ diye bağırmış. Genç kasap da, saklandığı yerden çıkmış ve merdivenlerden çabucak inerek kendini sokağa atmış. Ve işte elimde tuttuğum örtünün öyküsü böyledir, ya seydi!’ demiş.

Böylece öyküyü anlattıktan sonra, aşığının da kaçıp artık güvenliğe kavuştuğunu anlayınca, genç kadın Kürt kocasının boynuna iyice sardığı örtüyü çözmüş. Ve öylesine gülmüş ki, sırtüstü yere düşmüş. Kürt kollukçubaşıya gelince, böylece boğulmaktan kurtulunca genç karısının öyküsüne ve şakasına gülse mi, ağlasa mı bilememiş. Zaten Kürtmüş, yine Kürt kalmış. İşte bundan dolayı bu olaydan hiçbir şey anlamamış.4

Bu kıssadan çıkarabileceğimiz hisselerden biri sanırım Kürdün aklının kıt olması ve hiçbir şeyi anlamamış olmasıdır... Çünkü kendisine anlatıldığı hâlde bir türlü boynuzlandığının farkına varamaması kitapça Kürtlüğüne bağlanıyor. Kitap başka yoruma şüphe bırakmayacak şekilde hikâyeyi “zaten Kürtmüş, yine Kürt kalmış. İşte bundan dolayı bu olaydan hiçbir şey anlamamış” diyerek sonlanıyor.

Milliyetçilik günümüzde modern zamanların bir ideolojisi olarak kabul görüyor. Peki, Abbasiler döneminde, üstelik Müslüman paydasıyla dindaşları olan Kürtlerin ırkından dolayı bu kadar aşağılanmasını hangi kavramlar etrafında sorgulamak gerekir? Eğer karşıdaki insan Kürt ise Müslümanların hoşgörüsü bitiyor ve ırkçılıkları başlıyor. Sanırım bu şekilde baktığımızda, “zaten Kürtmüş, yine Kürt kalmış” cümleleri asıl manasına kavuşuyor.

Yine bir önceki hikâyedeki tanımlamalar burada da devam ediyor… Kürt, yine “kıllı, korkunç, iri kıyım, gulyabani” gibi tanımlar eşliğinde arz-ı endam ediyor. Binbir Gece Masalları’nda Kürtler, sanki gassal elinde meyyit, dergâh kapısında it gibi anlatılıyor. Çünkü varlıkları birilerine yük, görünüşleri birilerine huzursuzluk olarak kabul görüyor.

Şahnâme’nin allahsız Kürtleri

Burada bir parantez açmamız lazım: Kürtlerin ilkellik ve medeniyetten nasip almamış bir millet yakıştırmaları sadece Binbir Gece Masalları’nda yapılmıyor. Binbir Gece Masalları kadar dünyayı etkilemiş bir diğer eser olan Firdevsî’nin Şahnâme adlı kitabı da Kürtleri bir o kadar Allahsız görüyor. Kitap, zalim bir kral olan Dehhak’tan ve Dehhak’ın omuzlarından çıkan iki yılanın varlığından bahseder. Onun omuzlarından çıkan yılanlar ise gençlerin beynini yiyerek beslenir. O yüzden her gün iki tane gencin kafası kesilir ve beyinleri Dehhak’ın omuzlarındaki yılanlara verilir. Ancak bir gün iki çocuk getirilir. Bir tanesi öyle yürek parçalayıcı şekilde ağlar ki, aşçıların içi gider. Aşçılar bir çocuğu kurtarır ve diğer öldürülen çocuğun beynini koyun beyni ile karıştırarak yılanlara yedirir. Gerisini Şahnâme şöyle anlatıyor:

“Aşçılar ötekinin canını bağışlayarak: ‘git bir yerde gizlen, canını kurtar. Ama mamur şehirlerde yaşama. Bundan sonra senin yurdun dağlar ve ovalardır’ dediler… Bu suretle her ay otuz gencin canını kurtarıyorlardı. Zamanla ne idüğü belirsiz olan bu gençlerin sayısı iki yüzü buldu. Aşçı her gün birkaç keçiyi ve koyunu ovaya salar, bunlara gönderirdi. İşte bugünkü Kürt kavminin aslı bunlardan türemiştir ki, bunlar mamur şehir nedir bilmezler. Bunların evleri çöllerde kurulmuş çadırlardan ibarettir. Kalplerinde hiç Tanrı korkusu yoktur.5

Kürtlerin olumsuzca genelleştirilip olumsuzca tanımlanmaları sadece Binbir Gece Masalları ve Şahnâme gibi kitaplarla sınırlı değildir. Nitekim Halil İnalcık, Has-Bağçede ‘Ayş u Tarab: Nedîmler Şâirler Mutrîbler isimli kitabında, tarihçi Mustafa Alî’den bir alıntı yapar. İnalcık, :

“Alî, saraylarda hizmette bulunan Arnavut, Kürt, Rus, Bosnalı, Hırvat aslından câriye ve kulların özel karakterleri üzerinde birtakım genellemeler yaparak zurefâyı uyarır. “Arnavut’tan edeb ve vekar, Kürt’ten sadakat ummamalıdır.” der.6

Olağanüstü Torba” masalı

Binbir Gece Masalları’nda Kürtlerin anlatıldığı bir diğer masalın adı ise Şehrazad’ın üç yüz yetmiş beşinci gecede anlattığı “Olağanüstü Torba” masalı... Sık sık uykusuz geceler geçiren Halife Harun Reşit, veziri Cafer’i çağırır ve bir öykü anlatmasını ister. Cafer de Acem Ali isimli bir arkadaşını çağırır ve ona başından geçen bir hikâyeyi Halife Harun’a anlatmasını söyler. Acem Ali de hikâyenin diliyle söylersek “işittik ve itaat ettik” der. Bir gün Bağdat’ta dükkânında oturan Acem Ali, Kürdün birinin bir şeyler satın almak için dükkânına geldiğini görür. Bir süre sonra Kürt tezgâhtaki torbayı alır ve gider. Acem Ali Kürdü eteğinden yakalar ve torbanın kendisine ait olduğunu söyler ancak Kürt itiraz eder. Tartışma çıkınca pazardaki esnaf olaya dâhil olur. Sorunun çözülmesi için kadıya giderler. Kadı, Kürde torbanın içinde ne var diye sorar. Kürt “Torbamda, ey kadı efendimiz, içi kuhl, dolu iki billur hokka, sürmeyi yaymak için iki gümüş çubuk, bir mendil, iki meşale, iki kaşık, iki yastık, oyun masası için iki halı, iki su kabı, iki leğen, bir tepsi, bir tencere, pişmiş topraktan bir su testisi, bir mutfak kepçesi, bir örgü tığı, iki alışveriş torbası… iki kapılı bir mutfak ve bu torbanın benim olduğuna tanıklık edecek benim cinsimden bir Kürt topluluğu!” diye cevap verir. Konuşma sırası Acem Ali’ye gelir. Bu sefer de Acem Ali akıl almaz şekilde palavralar atmaya başlar. Ancak sıra Kürde gelir ve Kürt daha çok saçmalamayı başarır. Hikâyenin sonunda kadı, torbayı açmayı akıl eder ve torbanın Kürde ait olduğu anlaşılır. Acem Ali özür diler. Ve hikâye biter. Hikâyeyi dinleyen Halife Harun Reşit patlayan kahkahasının etkisiyle sırtüstü düşer.

Binbir Gece Masalları’ndaki Kürtlerin kaderi tam olarak böyle…

 

1 Çürümenin Kitabı, E. M, Cioran, Çeviri: Haldun Bayrı, (İstanbul: Metis,2011), s. 21
2 Binbir Gece Masalları, Çev. Alim Şerif Onaran, (İstanbul : YKY, 2014), Cilt 1-1, s. 784-785
3 Çürümenin Kitabı, E. M, Cioran, Çeviri: Haldun Bayrı, (İstanbul: Metis,2011), s. 11
4 Binbir Gece Masalları, Çev. Alim Şerif Onaran, (İstanbul: YKY, 2013), Cilt 2-2, 339
5 Şahname, FİRDEVSÎ, (İstanbul Kabalcı,2005), 80.
6 Has Bâğçede Ayş u Tarab-Nedimler-Şâirler ve Mutrîbler, Halil İnalcık, (İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 2015), 262