“Beyaz uygarlık”: Doris Lessing’in Afrika’sından Levinas’a

"Lessing’in romanesk, gerçekçi ve lirik tarzı, kültürel çatışmalar, ırksal ve etnik adaletsizlikler, bireysel vicdan ile kamu yararı arasındaki çelişki, sınıflar arasındaki şiddet, kökünden kopma, hatta çocukluk gibi çeşitli konuları ele almasına izin veriyor."

06 Mayıs 2021 09:46

1985, Kaynak Yayınları basımı, Yasemin Alptekin çevirisiyle yayımlanan Afrika Öyküleri’nin sunuş kısmında Doris Lessing’in bir yazın tarifi var:

“Öyküler kişisel ilişkilere, duygulara ve tutumlara konu olan insanların farkında olmadıkları ya da kısmen bildikleri gerçeği iletebilir; atmosferlerden, kanıların havasından, ekonomik ve sosyolojik yaklaşımlarla betimlenemeyecek olan şeylerden doğar. Bir ülke, hatta bir fabrika ya da çiftlik hakkında olguları dile getiren ya da genel bilgiler veren yüz tane kitap okuyabilirsiniz ama o ülkeyi, fabrikayı ya da çiftliği yaşayan bir insanın ne duyup düşüneceğini kestiremezsiniz.” (s. 9)

İran’da doğan, Güney Rodezya’da (bugünkü Zimbabwe) büyüyen ve otuz yaşından sonra (1949’da) Londra’ya dönen Lessing bu öyküleri ‘50’li yılların başında yazdığına göre, nereye giderse gitsin Afrika insanını, o zamanların Afrika’sını hiç aklından çıkarmadığı aşikâr. Öykülerin hepsinin gerçek bir temeli olsa da, hiçbiri onun yazdığı-anlattığı anlamda “gerçek” değil; yazdıklarını yaşamamış, yaşadığını yazmamış Lessing; yukarıdaki tarife eklersek:

“Öykü yazmanın yolu, bir olayın, kulağınıza çarpan bir sözün, bir yüzün etkisine kapılarak bu tohumu büyütmek, çevresinde anılar, çağrışımlar ve benzer nitelikte şeyler biriktirmeye başlamak, en sonundaysa… başlangıçtaki halinden çok farklı bir bütüne varmaktır.” (s. 18)

Gerçekten de Afrika Öyküleri dört başı mamur karakter tahlillerinden, sürükleyici bir olay örgüsünden, ayrıntılı doğa betimlemelerinden oluşmuyor. Bunların gerisinde Lessing’in içinde büyütüp biriktirdiği bir Afrika duygusu var; gözlemlerinin ve anlatımının güçlü olmasının nedeni bu.

Afrika’ya ilk gelen beyazlar, yani gezgin ve avcılardan sonra sırayı, yürekli ve saygıdeğer olsalar da, kafaları Victoria devri ahlakı ve görev anlayışı içine sıkışmış misyonerler alır. Beyazlar geldiklerinde kendilerini az ya da çok uygarlık taşıyıcısı olarak görmüşlerdir. Üstünlük kurdukları bu insanlar hakkında hiçbir şey bilmez, öğrenmek zahmetine de katlanmazlar. Üstelik ne kadar medeni, anlayışlı, saygın, kendinden emin, sevecen ve gerçek birer öğretmen olsalar da, Avrupalılar gelmeden çok önce yerleştikleri, doğal olarak da kendilerine ait olan topraklarda varolma savaşı veren siyahlara karşı “bilmeden ve istemeden” acımasız ve incitici olabilirler. Açılış öyküsü “Satılık Büyü Yok”ta, Farquar ailesinin tek çocuğu olan Teddy’nin gözüne yılan tükürdüğünde, siyah ihtiyar aşçıları Gideon koşup bahçeden aldığı bir otla çocuğu kör olmaktan kurtarır. Çok geçmeden bu olay tüm bölgede duyulur, Farquar’ların çiftliğine gelip bu ot sayesinde yapılacak bir ilaç satışa sunulduğunda bütün insanlığın ne kadar yararına olacağını onlara anlatan doktor-bilim adamının kulağına kadar gider. Lakin Gideon bitkiyi hatırlamadığını söyler, ne kadar uğraşsalar da tavrında bir değişiklik olmaz. Bilim adamının “insanlığın ilerlemesi” gevezeliği onu ikna etmemiştir; tekrardan uygar dünyanın incelmiş, incelikli ve hileli yollarından biri olan “değişik sözcüklerle” bir denemede daha bulunur ama Gideon yine otu hatırlamadığını söyler. Farquar’lar nazik, cana yakın emektarlarını, bu olumsuz cevabı yineleyip duran cahil, dik kafalı tavrıyla tanıyamazlar. Afrika’da yaşlı büyücü hekimlerin yeğenleri ya da oğulları olan Gideon gibi yerliler şifa dağıtıcılığı için dünyaya gelmişlerdir. Bununla birlikte yırtık pırtık gömlekler, yamalı şortlarla belediye için çukur kazdıkları da olur. Büyülü otlar oraya buraya dağılmış az sayıda Afrikalının bilgisi dışında, bilinmeyen ve yararsız bir şey olarak olduğu yerde kalır.

Yukarıda beyazların siyahlar hakkında hiçbir şey bilmediklerinden bahsettik. Öfkelerinin getirdiği zorlamayla Gideon’u tartışmaya ve razı etmeye çalışan Farquar’ların anlamadıkları, siyahların yakın ilişkilerinde bir güç oluşturan haysiyet anlayışlarıdır.

Doris Lessing
Afrika Öyküleri
Kaynak Yayınları
çev. Yasemin Alptekin
1985.

 

Beyazlar siyahların düzenbaz, güvenilmez ve sözünden dönen insanlar olduklarını söylerler. Siyahlarsa beyazlardan adalet ummamayı, onların ne yaptıklarının anlaşılmadığını çoktan öğrenmişlerdir. Bu kural “Dağ Sığırının Barınağı” adlı öyküde, sömürgecilerden ya da serüven peşinde olanlardan yüz yıl sonra mühendis kocasıyla birlikte Güney Rodezya’ya göç eden, liberal görüşlü Marina Giles’in yaşadıklarıyla bir kez daha tescillenir. İngiltere’den gelmişlerdir. Tek amaçları başlarını sokacak bir evdir. Bir süre otelde kaldıktan sonra, ortak duvarlı sekiz evden oluşan, arkasında bahçesi, önünde verandasıyla yan yana, bitişik, bakımsız bir binaya yerleşirler. Bu sekiz evden her biri kendi hizmetçisini bitişik evle paylaşır. Marina’nın hizmetçisi Charlie adında bir siyahtır. Diğer hizmetçilerin yaşam koşulları, utanç verici hizmetkâr odaları, Charlie’nin merasimle çorba, balık, tatlı servisinden sonra bir tencere mısır lapası alıp odasına çekilerek yemesi Marina’yı giderek daha duyarlı hale getirir. Suçluluk duygusuyla Charlie’nin aylık yirmi şilin olan maaşını yirmi beş şilin olarak öder. Bu durum binadaki tüm kadınlar arasında Marina’nın “hizmetçileri şımarttığı” dedikodularına yol açar. Kadınlara gereken cevabı vermekte gecikmeyen Marina haftada iki kez verdikleri etin yanında Charlie’ye sebze de vermeye karar verir. Kadının siyah adamı destekleyici sayısız yardım girişimi Charlie tarafından “kısmet” olarak algılanır. Hizmetçiler çalışmadıkları zamanlarda arka bahçede toplanıp, binada olup bitenleri, mesela bir kadının diğeriyle kavgasını el yüz hareketleri yaparak, gülüşmeler eşliğinde canlandırırlar. Marina da bunlardan haberdar olmak için hiç sevmediği komşularının arasına karışmak yerine mutfak perdesinin arkasına saklanıp onları gözetler. Bir defasında Charlie, Marina’nın sırtında bebeğiyle yerli bir kadından sebze alışını canlandırır. Manavdakinin iki katı fiyatla aldığı sebzeyi, yerli kadının çocuğu için bir hediye isteyişini, Marina’nın eve girip kurabiyelerle dönüşünü, kadının bu defa kendisine verecek giysi olup olmadığını soruşunu… Marina şoke olmuştur; Charlie bedenini eğip kasarak kâh sebzeci yerli kadını kâh Marina’yı oynar. Marina öfke ve suçluluk karışımı yüzünü, kendinden geçmiş, alçakgönüllü tavrını, “ah tabii, ucuz, çok ucuz” deyişini Charlie’nin hareketlerinde tanırken bütün hizmetkârlar kahkahalarla gülerler. Yaptığı her iyilik karşısında reverans yapıp alkış bekleyen beyaz adamın steril insanlık anlayışı besbelli ezelden beri bu diyarda alay konusudur. Yaşayan, capcanlı bir hayatla mücadele eden siyahların vicdan azaplarına, üzüntülere ve güzel duygulara ayıracak enerjileri yoktur. Ayrıca beyazların iyi niyetine ne ihtiyaç ne de inanç duyarlar. Yaşanan başka bir olay yüzünden “insanın yargılanmadan hapse atılamayacağını” söyleyen Marina’ya, polisten korktuğu anlaşılan Charlie, “kendisiyle alay ediyormuş gibi kuşkuyla bakar”. Marina henüz Afrikalıların izinsiz dolaşmaktan, farsız bisiklet kullanmaktan, nasıl edindiklerini açıklayamadıkları giysi ve eşya bulundurmaktan tutuklanıp hapse atıldıklarından haberdar değildir. “Bu zavallı insanların uygar değerler içinde eğilmeleri” gerektiğini düşünen Marina ile bu duruma pek de aldırış etmeyen Charlie arasında böyle pek çok olay yaşanır. En sonunda Marina da yılar, ülkenin o ünlü formüllerinden biri geçer aklından: Ne beklenir ki! Aslında Marina’nın komşuları sizden benden kötü değillerdir ama yalnızca beyazların ayrıcalığa sahip olduğu bir toplumda zengin ve aristokrat bir sınıf ya da ırk oluştururlar ve insanın içinde yetiştiği çevreye karşı çıkabilmesi için güçlü bir kişiliği ya da isyankâr bir mizacı olması gerekir. Lessing’in de söylediği gibi, İngiltere’deki sınıf farklılığını da aynı ölçüde saçma ve yararsız görenler vardır ama hangi sınıftan olursa olsun, çoğu İngiliz buna öylesine alışmıştır ki, olduğu gibi kabul eder. Hikâyenin başında asi olan Marina giderek uysallaşır, ötekilere benzer. Erdemli davranışından uzak, artık ırksal gerilim tehlikesini düşünmez olur ve sınıf mücadelesini görmezden gelir:

“… ‘beyaz uygarlık’ deyimi bu vahşi kıtada herkesi etkilediği gibi Marina’yı da şiddetle etkilemeye başlamıştı. Bu söz ‘beyaz adamın yükümlülüğü’, ‘yaşam biçimi’ ya da ‘ırk ayrımı’ gibi –duyguları sınıflandırmak yerine körükleyeceği kesin olan– bir sözdü. Marina bu deyimlerin içinde yorgun bir hoşnutsuzluk yaratmaya başladığını anlayınca telaşlandı. Çünkü ilk altı ayda büyük bir gürültüyle düzeni onaylamayan bir liberalin bir yıl dolmadan her şeye omuz silkeceği kesindi.” (s. 141)

Lessing öykülere yazdığı önsözde Güney Afrika ve Rodezya’daki beyazların cehaletinden ve soyutlanmışlığından, muhalefetin susturulup hapse atılmasından bahsederken Goethe’den bir alıntı yapıyor:

“Bir insanı çukurun dibinde tutmak istiyorsan senin de orada kalman gerek.” (s. 16)

Vaktiyle bazı reisler bazı misyonerlere bir “armağan” olarak altın arama izni vermiştir, ancak reisin ve beyaz adamın bu ayrıcalıktan anladığı başka şeylerdir. “İhtiyar Reis Mshlanga” adlı öykü akla bugün tam gaz yaşadığımız dağların, ovaların, vadilerin katliamını, maden şirketlerinin altını üstüne getirdiği arazileri, kesilen ağaçları getiriyor. Siyah bir reis için toprağın bir başkasına verilmesi anlaşılmaz bir olaydır, çünkü toprak kendisine değil, halkına aittir. Siyahlar kendi topraklarının maden şirketlerince ellerinden alınmasına, kendi insanlarının oralardan kovulup ucuz işgücü olarak, hizmetkâr olarak kullanılmalarına tanık olurlar. Bu öyküde küçük bir kızın İhtiyar Reis Mshlanga’yla karşılaşması, ondan etkilenmesi anlatılır. Bu çocuğa yerlileri oldukları gibi kabul etmesi öğretilmiştir: Kitabı yere düşse evdeki hizmetçiler yüz metre öteden koşup gelir.

“Çiftlikteki siyahlar, ağaçlar ve kayalar kadar uzaktı. Yalnızca hizmet etmek ve paralarını alıp gitmek için yaşayan… biçimsiz siyah yığınlardı onlar. Kimsenin anlamak zorunda olmadığı, acayip gereksinmelerine göre bir çiftlikten diğerine taşınarak mevsimden mevsime değişirlerdi.” (s. 31)

14 yaşındaki bu kızın Lessing’in kendisi olduğu anlaşılmaktadır. Küstahlık sayılsa da, ani karşılaşmalarında İhtiyar Reis diğer siyahlar gibi kenara çekilmemiş, ona kendi dilinde “günaydın” demiştir. İhtiyar adamın yanındaki siyahlardan biri, “reisin nehrin ötesindeki kardeşlerini görmeye gittiğini” söyler. Küçük kız bu reis sözüyle ihtiyar adamı kendisiyle eşit “gibi konumlayan” gururu çözmüş olur. Öykü ilerledikçe, reisin aslında küçük kızın babasının çiftliğinin bulunduğu arazinin gerçek sahibi olduğu anlaşılır; hatta hâlâ Afrika’da dolaşan altın arayıcılardan biri eski günlerden bahsederken, “burası İhtiyar Reis’in ülkesiydi” diyecektir. Daha sonraları çocuğun kafasında bazı sorular belirmeye başlar. Öteki beyaz çocuklarla yanlarına köpekleri alıp yerlileri bir kuş gibi ürküterek ağaçların tepesine kaçırıp eğlenmeleri, evde çalışan siyahlara yaklaştığında, annesinin onu “gel buraya, onlarla konuşmamalısın” diye telaşla uyarması, yaşıtı çocukların bile ona “Nkosikaas” (Hanımefendi) diye seslenmesi düşünüldüğünde, bu soruların cevaplarının benimsenmesi kolay olmadığından, sorular daha da kibirli bir tavırla susturulur. İhtiyar Reis Mshlanga’nın babası karşısında dik duruşu kızın saygısını kazanır. Giderek bilinçlenecek, Afrika’yı başka bir gözle görmeye başlayacaktır. İnsan yalnızca üstünde oturmakla bir toprak parçasına “ülkem” diyemese de, çocuk da en nihayetinde orada yetişmiştir. Sorularının karşılığını sezgisel olarak farklılıklara anlayış göstermekte, hem siyahlara hem de beyazlara nezaketle davranmakta bulur. Ama hiçbir şey düşündüğü gibi gelişmez.

Yukarıda, “Satılık Büyü Yok” adlı öyküde siyahların yakın ilişkilerinin sorumluluğunu haysiyet gibi taşıdıklarından bahsettim. “Karınca Tepesi” hikâyesinde de yapayalnız bir çocuk olan Tommy ancak orta yaşlı insanların varabileceği bir anlayış, bir ironiyle melez Dirk’le olan dostluğunu anlatır. Tommy ülkenin en zengin adamlarından biri olan, maden ocağı sahibi Bay Macintosch’un yanında mühendis olarak çalışan Bay Clarke’ın oğludur. Dirk ise yine Bay Macintosch’un ücrada yaşayan, genç bir siyah kadından olan çocuklarından biri. Küçükken iki kez sıtmaya yakalandığı ve annesi bunun nedeninin onun siyah çocuklarla oynaması olduğuna inandığı için Dirk’le arkadaşlığına son verilir. Yalnızlığın ne demek olduğunu öğrenmek zorunda kalan Tommy ne pahasına olursa olsun Dirk’le dostluğunu korumak için hem Bay Macintosch’la hem de anne babasıyla mücadele eder. Biraz daha büyüyüp okula başladığında, kendi kendine neden Dirk’ün de kendisi gibi okula gitmeyip madende çalıştığını sormaya başlar. Eğer Dirk’le gerçekten arkadaşsa kendi ayrıcalıklarını onunlar paylaşmak ister. Birlikte kendilerine çalılıkta bir barınak yaparlar. Tommy ona okuma yazma öğretir, kitaplarını paylaşır. Anlatıcı Lessing’in sözleriyle: “Bir çocuk günün birinde bir arkadaşından ne kadar nefret ettiğini söyleyebilir; ertesi gün de ‘o benim arkadaşım’ diyebilir. Değişen, devinen bir ilişkidir bu ve çocuklar ana babalarının ürettikleri bu toplumsal yaşam ağı içinde nefretleri ve sevgileriyle güven içinde tutulurlar.” (s. 204) İki çocuğun ilmek ilmek örülen dostluğu, Tommy’nin yaşananları giderek siyahların açısından görmeye başlaması, (“… Dirk’ün kara, alaycı gözü Tommy’nin içine girmiş gibiydi… bu göz kapanmıyordu.” [s. 200]) pek çok bakımdan anlaşamasalar da neden ve neyle birbirlerine bu kadar bağlı olduklarını düşünmesi, suyun akıp yolunu bulması gibi, bende Levinas’a, varoluşu amansız bir titizlikle düzenleyen ve başkalarıyla ilişkiyi, başkaları için sorumluluk dediği şeyi belirleyen bir mutlak olarak tanımladığı etiğine açtı kapıları. Varlıkta kapalı kalmış insan kendi yönelimini kendisinden uzaklaşarak, özümsenemez olan ötekilikle temas etme eylemiyle gerçekleştirilebilir yalnızca. Levinas ötekinin ihtiyacı ve beklentilerinin rehberlik ettiği bu ilişkinin cömert yapısının altını çizer. Benin özneye dönüşebilmesi için sorumlu olmayı kabul etmesi gerekir. Üstelik öznenin varlığı ancak Öteki yoluyla doğrulanabildiğinden, bu sorumluluk Öteki için üstlendiğimiz sorumluluktur; hatta yeri geldiğinde Öteki’nin kaderinde söz sahibi olma noktasında bir sorumluluktur. Bay Macintosch’a karşı sergilediği sayısız karşı duruşla Dirk’ün de okula gitmesini sağlayacak olan Tommy sözünü ettiğimiz sorumluluğu her anlamıyla üstlenir.

“Tommy susuyordu, çünkü her zamanki gibi karşısındakiler gerekmediği kadar güçlüydüler ve bunun nedeni sözcükleri istedikleri gibi kullanmalarından başka bir şey değildi. Yüreği acıyla çarparak, ‘Neden Dirk’ü okula göndermiyorsunuz?’ diye bağırdı.” (s. 218)

Lessing’in romanesk, gerçekçi ve lirik tarzı, kültürel çatışmalar, ırksal ve etnik adaletsizlikler, bireysel vicdan ile kamu yararı arasındaki çelişki, sınıflar arasındaki şiddet, kökünden kopma, hatta çocukluk gibi çeşitli konuları ele almasına izin veriyor.

Lessing’in kahramanları sadece idealist liberallerden, servet peşinde pahalı maden kuyuları açanlardan, çiftçilerden, öğretmenlerden, hemşirelerden, “büyük bir ev, yabanıl bir bahçe rüyası görenlerden” değil, büyük umutlarla Afrika’ya gelip parasal sıkıntılarla ve içinde yaşadıkları koşulların yarattığı üzüntülerle ruhen yıkılmış, dürüst insanlardan da oluşuyor. “İkinci Kulübe” adlı öyküde, ıssız bir Afrika çiftliğinde hasta karısıyla birlikte giderek yoksulluğa batan eski asker Bay Carruthers’ın yaşadıkları anlatılıyor mesela. İki çocukları çiftlikten ayrılınca hem karısının bakımı hem çiftlik işlerinin yükü üzerine bindiğinden, Bay Carruthers bir yardımcı tutmaya karar verir. İşe başvuran Hollanda asıllı beyaz Afrikalı Van Heerden’e ilk bakışta kanı kaynamasa da sonunda onu kabul eder. Durgunluğun tam ortası, 1931 yılıdır. Bay Carruthers Hollandalıya çok düşük bir ücret ve yalnız bir adam için bile berbat sayılabilecek bir yer verebilir ancak. Bu noktada bir kez daha Levinas’ın gölgesi Carruthers’ın iç konuşmalarına, endişelerine, gözlemlerine düşüyor: “Bir başkasının da bu azap veren koşullarda bulunmasının sorumluluğu Bay Carruthers’a ağırlık veren bir duyguydu” (s. 255), “… bu yeni yardımcısı kendisiyle aynı terbiyeyi almış bir İngiliz olsaydı evde ona bir köşe bulur, arkadaş gibi davranırdı”, “… Ama adamın görünüşünü beğendi; dürüst ve dobra yüzünü sevdi” (s. 253). Levinas’ta yüz konuşur, ona onun için karşılık verilmesini talep eder. Çıplaktır yüz; sunulu, savunmasız, uluortadır. Yüz onun için her şeyi yapabileceğim ve her şeyi borçlu olduğum bir sefaleti işaret eder. Yüzün görünümü ahlaki bir emir, bir buyruktur. Öykü ilerledikçe, Van Heerden’in kendi küçük kulübesine gizlice karısı ve dokuz çocuğunu yerleştirmesiyle gelişen olaylar Levinas’ın yüze ve bakışa ayırdığı yukarıdaki formüllerinin neredeyse hepsinin bir sağlaması olacaktır. Ne demişti Fyodor Mihayloviç Dostoyevski: “Hepimiz herkesin önünde, her şeyin suçlusuyuz ve ben herkesten daha çok…”

 

 

GİRİŞ RESMİ:


Doris Lessing, 1992. (Lord Snowdon)
Sağda: Henry Morton Stanley ve evlatlık edinerek Kalulu adını verdiği kölesi.