Susma ki attığımız çıpa büyüsün. Kalabalıklaştıkça büyür çıpa, kocaman olur, gemiyi durdururuz… İşte o zaman, herkes mecburen buraya bakar
02 Ağustos 2018 14:45
Yazar mısın diye soruyor, “Evet!” diye atılıyorum.
Evet dediğimden beri düşünüyorum.
O akşamı sorsanız, yazmayı sevdiğim için... Bugün neden diye sorsanız.
Bilmiyorum. Dönüp durup soruyorum kendime.
Neden Merve, neden yazmak istiyorsun?
Topluma aykırı olmak için mi?
Yalnız olmadığını mı yoksa yalnız olmadığınızı mı kanıtlamak için?
Bilmem. Bilmiyorum. Sadece şunu düşünüyorum: yazmalıyım.
Şuraya bir yere, bir çapa, gemimiz büyükse, koca bir çıpa sallamalıyım.
Hani durdurmasa da, yavaşlatsın diye.
Şuraya bir bakılsın diye.
Biraz kendime güveneyim, biraz kendine güven diye.
Hele ki, durduğum sıfat; “oyuncu” olmakla yaftalandığım zamanlarda en çok ben, buradayım demeliyim galiba. Çünkü, yıllardır herkesin dilindedir; “oyunculuk yönetmenin yatağından geçer.” Bu cümleden başlamalı belki de. Oyuncu kadının uğradığı tacizi meşrulaştırdığı öylesine açıktır ki, bugün bir sanayide motosiklet, karbüratör manifoldundan bahsederken, mesleğim oyuncu diye “o zaman numaranı kaydedeyim, bir akşam çay içeriz” cümlesini kurabiliyor, evli ve çocuklu adam.
“Yataktan geçmez, geçmemeli” demek gerek. Her oyuncunun tacize alışmışlığı vardır fikrini insanların akıllarından uzağa düşürmek gerek.
Bunu derken, affedin kadın arkadaşlarım şimdilik, gemiyi tam da oraya sabitleyemeyeceğim ama hiç değilse onun sürüklenmesine sebep olacağım.
Çünkü isim veremeyeceğim. Çünkü isim verirsem bir şeylerin değişeceğine inanmıyorum. Ne benim piyasamda, ne de hayatta.
Ya da değişecek; birileri, beni işaret edecek. Üçüncü tekil şahsın en sevimsiz “o”su beni gösterecek.
İş bulamayacağım, yalnız kalacağım... Üstelik, bu yazdığımdan o yapımcının, o patronun değil de, kraldan çok kralcı olanın haberi olacağı için. Çünkü böyle haberleri okumaya zamanları yoktur öyle büyük patronların. Bir iki yerde, tacizi kınayan cümleler kurarken, elinde telefon, birine taciz içeren mesajlar atıyordur.
İş bulamayacağım çünkü, kendi faşistlerini yaratan bir “piyasa”nın içinde tepeye çıkmak için, kendini geliştirmektense, kendinden yukarıdakini bastırmakla geçen günlerde, kullardan, hatta kullanılanlardan biri, intikam için belki, bunu ona gösterecek.
Hiçbiri olmasa şunu garantiledim; birilerinin gözüne çarpacak bu ve benzeri çırpınışlarım, susmayışlarım. “Abi o kız biraz feminist“ gibi, anlamından emin olmadıkları sıfatlarla birçok ortamdan uzak tutulacağım.
Yine de, yazacağım. Sen okuyacaksın. Hani belli mi olur, belki bir işe yarar şu saatlerimi bu beyaz sayfa önünde geçirmem. Ya da belki, işte şimdi sen okuyorsun ya, yarama tuz olursun. Yarana tuz olurum.
Sarılırız birbirimize... Sen de hiç değilse, az sonra yanına gideceğin insana “aslında ben de” ile başlayan bir cümle kurarsın.
Uzun bir girizgâh oldu, ama insan lafı dolandırmadan, anlatamıyor böylesi konuları.
Üniversiteden sonra gittiğim İtalya’daki uzun çalışmalarım bitmiş, yeni dönmüşüm Türkiye’ye. Aslına bakarsan, havalı olarak görüldüğümü söyleyebiliriz. Çünkü öyle mânâsız bir algımız var yurt dışından gelenle ilgili. Çünkü biz, çoğalmak değil, yükselmek peşindeyiz çoğunlukla.
İş yapmak istiyorum. Kapı kapı geziyorum. Özgeçmişime bakıp, bana para yetiştiremeyeceğini düşünen güzel insanlara selam olsun, oysa gözüm hiç o kadar yüksekte değil.
Ama selam olsun, “masaj biliyor musun” diye soran o kalantor abimize.
Düşünsene cancağzım, 25'li yaşlarındayım şu hayatın.
Ha, o yaşa kadar başına bir şey gelmedi mi dersen, hızlıca ona da değineyim. Annesiz babasız üniversite okumaya kalkıyorsanız, devlet bursu için girdiğiniz devlet dairesinde imzayı atmadan önce sizinle yemek yemek isteyen o insan bozması adamlara da denk geleceksiniz.
Hani son cümlemi, şu arada söyleyeyim, insan ne olacağına, işte tam da o anlarda karar veriyor.
O yemeği yemek ya da yememek. Hızlıca kafandan geçen onlarca soru ile, garsonluktan giyim mağazasına, her türlü işi tecrübe ederek, devletin adamına kafa tutmayı tercih etmelisin. Çünkü bugün baktığımda en büyük “iyi ki” cümlelerim işte oralardan geçiyor.
Dönüyorum hikâyeye...
Bir yapım şirketi... Bir iş için görüşmeye gidiyorum.
Özgeçmişime bakılmamış bile, güzel olduğum söyleniyor. Ben o günden beri güzel olduğuma inanmakta zorlanıyorum işte.
Konuşuyoruz. Ben işimi anlatmaya çalışıyorum, hangi ülkelerde neler yaptım da döndüm... Buraya, ülkeme, kendi dilime.
Adamın çok da umrunda olmadığını bugünlerde daha iyi anlıyorum.
Susmuyor adam, nereli olduğumu soruyor. O kadar anlamıyorum ki.
İş peşinde koşuyorum ya, ne sorsa, 10 puanlık cevaplar peşindeyim, 100'lük sınav kâğıdı ile o işte oynamak istiyorum.
Konu hiçbir zaman deneyimime gelmiyor, Chicago Second City’de oynamışım oysa. Hani hava atmak gibi olsun, öyle elini kollunu sallayıp giremiyorsun.
Ama boyumu soruyor, kilomu...
Biraz kilo aldım diyorum, ama yollar, yolculuklar. Veririm fakat, iradeliyimdir.
“Kilolu oyuncu olmaz mı” diyemiyorum işte o anda. Çünkü bilemiyorum önce onun, sonra herkesin gözüne başka türlü hitap etmeliyim.
Bana kalsa, Prag’da bir ay Svandovo Divadlo’da ne güzel işler yaptığımı anlatacağım. Oysa o, özel yeteneklerimi soruyor.
Özel... Neye özel demeliyim tam bilemiyorum. Ama öğrendim, mesela üç top çevirmek, özel bir yetenek.
Enstrüman çalmak ya da araba kullanmak bile özel yetenek.
“Masaj?” diyor.
Ne seviniyorum, kâğıdı 100 ile tamamlayacağım. “Biliyorum!” diyorum, “Rahmetli annem belinden rahatsızdı.” “Annen yok mu” diyor –“Yok. İşte o yüzden öğrendim mas..”– “İstanbul’da nerde kalıyorsun?” –“Bi arkadaşımda.” “Kalacak yer sorunun olursa” diyor –“Yok, çözerim ben.”
Bakıyor... Bakmadığı kadar rahatsız edici.
Bakışlarım buğulanıyor, soru işaretlerimden etrafı göremiyorum.
“Masaj” diyor tekrar.
Kuduz köpek gibi ağzım köpürüyor. Ama insan gibi cevap veriyorum: “Neden sordunuz masaj bilip bilmediğimi?”
Deliyor bakışları… Güzelliğimden sıyrılıyorum. Kendimden sıyrılıyorum.
“Bazen sırtım ağrıyor” diyor.
Susuyorum.
Yaşım 20'lerin ortası. Ama ben ait olduğumu sandığım ülkede ilk adımımı atacağımı, artık büyüyeceğimi sanıyorum.
Eli oynuyor masanın altından...
“Biraz ovsana sırtımı” diyor.
Duyuyorum. Bu cümleyi duyuyorum işte. Daha çok görüyorum bu cümleyi.
İşte o sırada onlarca soru geçiyor aklımdan.
Yapabileceğim, eskiden tecrübe ettiğim işler geliyor aklıma...
En çok garsonluğu sevmiştim. Tükürüyorum endüstrisinin içine... Çıkıyorum.
Arada, küçücük rollerle hiçbir “büyük”le muhatap olmadan oynadığım diziler oluyor.
En çok kendime bakıyorum, durduğum yeri seviyorum.
Herkesin durduğu yeri seviyorum. Kimseyi yargılamadan elini tutuyorum.
Sesini çıkarmayı kıymetli buluyorum, ama bazılarının sessizliğini, yüzümde anlayan bir tebessümle izliyorum.
Bir tek kimi anlamıyorum biliyor musun?
Sinekler Sevişirken oyununu oynuyorum.
İzlememiş ya da Mine Söğüt okumamışlar için; Deli Kadın Hikâyeleri kitabının en acıtan hikâyelerindendir Sinekler Sevişirken.
Babası tarafından tecavüze uğrayan, annesi tarafından anlaşılmak istenmeyen, bir süre sonra belinden aşağısının olmadığına ikna olan o küçük çocuğun hikâyesi...
Selamsız bitirmeye karar veriyoruz oyunu.
Çünkü çok gerçek, madem hayatla sanatı karşılaştırıyoruz, neden bozalım “oyunu”?
Her oyun, başka bir travma benim açımdan.
Çıkışta ısrarla bekleyip kendi hikâyelerini anlatanlar, hepsine bir bir sarıldığım olurdu... Bana ait olmayan ne çok taciz, ensest hikâyesi yüklenmek zorunda kaldım...
Yalnız olmadıklarını hissettirmek dışında, bugünkü aklım olsa, ne kadar güçlü olduklarını da anlatmak isterdim.
Korkmamalarını, susmamalarını...
Sonra bir akşam, Sinekler Sevişirken’in çıkışında, gözünün bebeği titreyen bir adamı beni beklerken gördüm.
Üstelik, o zamanlar, herkes gitsin diye ısrarla kuliste bekliyorum. Öyle uzun uzun beklemiş biri. Kocaman yük taşıyor gibi sırtında, eğilmiş vücudu. Görsen, üzülürsün, gördüm üzüldüm.
Duruşuna, bakışına, ciğerim söküldü. Anlamadım derdini.
“Özür dilerim” dedi.
Baktım... Baktı...
Silinmedi, hiçbir tacizin, bakmanın dokunmanın acısı.
Sıradan bir adam, öyle tanımıyorum ki, kime benzetti beni, -oynayan hâlimi demeli belki de- beklemiş çıkmamı.
Masaj bilip bilmediğimi soran adamı elbette silmedi.
Ya da seviyormuş gibi davranıp, dokunmadık yerimi bırakmayan komşumu, öğretmenimi…
İstemiyorum dediğimde zorla üstüme abanmaya kalkan sevgilimi...
Ama umut etmeme sebep oldu. Az önce söylediklerimi duy da, ordan dinle umudumu.
Başımıza gelenlerin cevabı olamayacak hiçbir özür.
Ama biz konuştukça, ya kendinden utanacaklar ya da utanmamak için başkalaşmayı öğrenecekler.
Bu konuların konuşuldukça, birilerinin, güzel annelerin, babaların mahsulü olduklarını hatırlayacaklarına dair umut ettim... ahlakın hatırlanabilirliğine...
Bir gün bir şeylerin değişeceğine...
Bir gün bir şeyler değişecek.
Çok uzak değil o günler.
İhtiyacımız olan,
susmamak..
Verme adını, mühim değil... Şimdilik... Çünkü artık istersek, adını verebileceğimizi bilsin...
Artık yapmamayı öğrensin.
Bunun tek yolu, senin susmaman... Şimdilik bu. Uzun gibi görünen yolu kısaltacak olan, bizim hareketliliğimiz olacak.
Sen de susma ki attığımız çıpa büyüsün. Kalabalıklaştıkça büyür çıpa, kocaman olur, gemiyi durdururuz… İşte o zaman, herkes mecburen buraya bakar.
Dönüşüyoruz...
Görüyor musun?