Başlangıcın başlangıcı: Hannah Arendt

Hannah Arendt, 20’nci yüzyılın en büyük yıkımlarına tanık olduğu hâlde, insan yaşamında ve politik alanda, sürekli yenilenmeyi ve yeniden doğmayı, taze başlangıç yapma potansiyelini bu şekilde ısrarla vurgulayan belki de tek düşünür...

14 Aralık 2017 14:18

Başlangıç felsefesi. Yorumcuların sonradan böyle isimlendirdiği teori, Hannah Arendt’in sanıyorum düşünce tarihine en büyük katkısı. Politik ve etik felsefeyi bu düşünceyle dönüştürmüş, ters-yüz etmiş, bambaşka bir hâle getirmiş. Kurduğu orijinal ve devrimci fikirler zinciri hayranlık uyandırıcı.

İnsanlık Durumu (1958) adlı kitabında geliştirdiği “aksiyon” ya da “eylem” teorisiyle tam olarak ortaya koyuyor bu düşünceyi, ama daha önceki yapıtlarında da rastlamak mümkün.

Hemen özetlemek için, kitabın İngilizcesinden kendi çevirimle bir bölüm aktarıyorum:

“Başlangıcın doğasında, yeni bir şeyi harekete geçirmek var. Bu yenilik daha önceden meydana gelmiş olayların devamı ya da sonucuymuş gibi öngörülecek kadar basit değil. Her başlangıçta şaşırtıcı, beklenmedik bir taraf var ve bu beklenmedik olma hâli her başlangıcın özünde mevcut.

İnsanda eylem kabiliyeti olması, beklenmedik şeyler yapabileceği anlamına geliyor. Yani insan, en akla gelmeyecek şeyleri yapabilir. Çünkü her insan benzersiz ve her insanın doğumunda benzersiz yeni bir şey dünyaya geliyor.”

Başka türlü özetlersek, Arendt’e göre, insanın her eylemi, doğumdaki mucizeyi yineliyor. Öylesine güçlü ve temel bir insan özelliği söz konusu. Doğum bize nasıl mucize gibi görünüyorsa, hepimizin başlangıç yapma gücü de, aynı mucizenin bir parçası. Bu nedenle Arendt’in “başlangıç felsefesi” diye bilinen düşüncesi bazen “doğuş felsefesi” (philosophy of natality) olarak da anılır olmuş.

Gene İnsanlık Durumu kitabından bir alıntıyla özetlemeye çalışayım:

“Doğumda tanık olduğumuz başlangıç ilkesinin, dünyada her an geçerli olmasının nedeni, dünyaya gelen her insanın, yeni bir şey başlatmak, yani eyleme geçmek kapasitesine sahip oluşudur.”

İnsanlık Durumu, Hannah Arendt, Çev.: Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınlarıİnsanın başlangıç yapma yetisine, eylem yeteneğine, doğumdaki kadar büyük ve doğumla eş-değer bir mucizevî güç atfediyor Arendt. Başlangıç ilkesi, insanda sonsuz bir gizil güç olduğu anlamına geliyor. Her hareketimizle, her eylemle, bir başlangıç yapıyoruz, yeni bir şey başlatıyoruz ve bu yenilik zinciri sonsuz bir şekilde devam ediyor.

Hepimiz mucitlermişiz ve yaratıcılarmışız gibi, hayatın umut ilkesini ve açık uçluluğunu çok güzel ifade etmiş Arendt, başlangıç düşüncesiyle.

Öyle sanıyorum ki, bu derecede insancıl ve umut dolu bir felsefe, böylesine eşitlikçi, iyimser ve demokratik bir bakış, ancak bir kadın düşünürün aklına gelebilirdi. Tam da bu nedenle, feminist akımın Arendt’in felsefesiyle büyük sorun yaşamış olması bana çok şaşırtıcı geliyor. Nitekim, yakın zamanda, Arendt’in sanıldığı kadar anti-feminist yahut feminizm-dışı bir düşünür olmadığı kanısı yaygınlaşmaya başladı, fakat bu konuya daha sonra değinmek üzere, başlangıç felsefesinin özelliklerini biraz daha açmak istiyorum.

Özgürlüğün tanımı

Arendt’in “politika” dediği alan, günümüzdeki temsili demokraside gittikçe daralan ve bürokratikleşen politikadan çok farklı bir şey. Tamamen katılımcı, birlikte tartışarak, eyleme geçerek yaratılan bir kamusal alandan söz ediyor.

İnsandaki başlangıç yeteneğini, beklenmedik işler yapma gizil gücünü de sonunda getirip bu politik alana ve insanın temel özgürlüğüne bağlamış zaten. Politik felsefede devrim yapmış bir düşünür olmasında, bu düşüncenin büyük payı var.

Başlangıç fikri, Arendt’in daha ilk çalışmalarından itibaren, gençliğinde bulduğu bir fikir. Önce Martin Heidegger, sonra Karl Jaspers gibi dönemin büyük fenomenoloji uzmanı felsefecilerinden aldığı dersler sonucunda, daha 22 yaşında doktorasını yazarken, kendi yolunda gitmeye başlamış.

Tezinin konusu “Augustine’de Sevgi Kavramı”. Bir din adamıyla işe başlaması, hem de Yahudi bir Alman genç kadının, Hristiyanlığın en büyük azizlerinden birinin düşüncesine merak duyması, zaten yeterince ilginç. Ama Aziz Augustine de sıradan bir düşünür değil, dinî konuların çok ötesine geçen bir felsefe üretmiş. Arendt, onun bir ilkesini öne çıkartıyor ve bir daha da bu ilkeden ayrılmıyor.

Augustine’in bu ünlü sözü bütün bir felsefenin temeli olmuş: “Bir başlangıç olsun diye insan yaratıldı.”

Arendt’in bu ilkeye getirdiği yorum etkileyici. En ünlü yapıtı Totalitarizmin Kaynakları kitabının sonunda rastladığımız bir cümleye bakmak yeterli: “İnsanın yaratılmasıyla birlikte, başlangıç ilkesi de dünyaya geliyor. Bunu başka bir şekilde söylersek, insan yaratıldığı zaman, özgürlük ilkesi doğmuş oluyor.”

Başlangıç ile özgürlük arasındaki bu ilişki, başlangıç fikrinden özgürlük ilkesine nasıl ulaştığı, Arendt’in felsefesinin de bir özeti.

Yaratılış kelimesini kullansa bile, Arendt başlangıç ilkesini tamamen seküler bir şekilde ele almış. Başlangıcın başlangıcı diyebileceğimiz metafizik bir dayanak olduğunu düşünmüyor. Onun açısından tek kaynak, insanın kendisi, yani doğum.

Arendt için hem doğum hem de eylem, felsefî kategoriler. Bu felsefe tarihinde ilk defa ortaya atılan bir şey. Doğum bir felsefî kategori, çünkü doğuşumuz bize başlangıç olanağını sağlıyor, hayatımızın bütün alanları için geçerli. “Ne zaman bir şey başlatsak, ne zaman bir eylem yapsak, her birimizin temsil ettiği başlangıç hayata geçmiş oluyor.”

Totalitarizmin Kaynakları, Hannah Arendt, Çev.: Bahadır Sina Şener, İletişim YayınlarıDoğumluluk, insanın başlattığı her şeyin özündeki yenilik çekirdeği, bütün insan deneyimini kapsayan gizil güç. Bir başka deyişle, doğum sadece biyolojik bir olay değil. Aynı zamanda insanın başlangıç yapma, başlama, yenilik yaratma kapasitesini temsil ediyor.

Aynı şekilde, eylem de bir felsefî kategori, çünkü eylem başlangıcın kaynağı. Arendt’e göre insan kendini bir tek eylemle gerçekleştirebiliyor. Arendt’in kullandığı “aksiyon” kelimesini, hem “eylem” hem de “fiil” veya “fiiliyat” olarak çevirebiliriz. Zaten İnsanlık Durumu kitabında, kendisi de bunu “vita activa” yani “faal hayat” diye tanımlamış. Ama eylem/ fiiliyat kategorisini tam anlamak için, Arendt’in bunu nasıl bir bağlamda kullandığını görmek lazım.

Her seferinde yeniden doğmak

Arendt açısından, insan hayatını oluşturan üç ayrı alan var. Birincisi “emek”, yani hayatı devam ettirmek, sürdürülebilir kılmak için gösterilen her çaba. Özetle üretim de diyebiliriz. İkincisi “çalışma”, yani insan toplumunu oluşturan, insanların yaşadığı dünyayı kuran her meslek, her girişim. Özetle sosyal alan diyebiliriz. Üçüncüsü de “eylem” yahut “fiiliyat”, yani insanların aralarındaki bütün ilişkiler ve etkileşim. Buna da kısaca politik alan diyebiliriz. Arendt için eylem en önemli kategori, çünkü insanın ancak eylemle kendini tam olarak ortaya koyduğunu, sahici kıldığını düşünüyor.

Arendt’e göre insan ne emekle, ne de çalışmayla kendini tam olarak gerçekleştirebilir. Bunu yapabileceği esas alan, “eylem” dediği alan, yani insanın kendi kişiliğini ve kimliğini asıl ortaya çıkarttığı, gerçekleştirdiği ve böylelikle özgür olabildiği tek alan.

Özgürlük Arendt için, farklı olasılıklar arasında seçim yapmakla sınırlı liberal özgürlük anlayışından çok farklı. Büyük dinlerin, iyilik ve kötülük arasında seçim yapmak anlamında, tanrı tarafından insana verildiğine inandığı “özgür irade” düşüncesiyle de sınırlı değil. Arendt için özgürlük, sadece başlamak, başlayabilmek, başlangıç yapmak yeteneği. Yeni bir şeye başlamak, dolayısıyla en beklenmeyeni bile gerçekleştirmek, diye tanımlıyor özgürlüğü.

“Başlangıç diye tanımladığımız eylem, özgürlüğün gerçekleşmesidir, dolayısıyla da mucize yaratma kapasitesini içinde taşır, yani en beklenmedik şeyi ortaya çıkartabilir.”

Totalitarizmin Kaynakları kitabının sonunda da, başlangıç kategorisinin, politik anlamda, insanın özgürlüğüyle aynı şey olduğunu bu nedenle söylüyor Arendt. Bu açıdan da, başlangıç olgusunu, öncelikle, insanın kolektif kimliğine bağlıyor. Kolektif kimlikten anladığı, bir cemaatin veya aidiyetin içinde erimek değil, tersine, bir toplumsal alışveriş içinde kendi bireyselliğini gerçekleştirmek. Bireysellik tek başına, yalnız, yalıtılmış şekilde yaşanacak bir şey değil Arendt için, tersine, bireysel özgürlüğün ancak toplumsal alışveriş içinde gerçekleşeceğine inanıyor ve “eylem” kategorisini bu toplumsal alışverişe verdiği genel isim olarak anlamak çok yanlış olmaz.

“Amor mundi” yani dünya sevgisi olarak tanımlıyor eylemin kökenini. Doğumdan eyleme, eylemden özgürlüğe giden yolu, yani başlangıç felsefesini, yahut başka ismiyle doğuş felsefesini, dünyayla bağlantı olarak görüyor. Çünkü Arendt için eylemin de, özgürlüğün de, hatta başlangıcın da bütün amacı, ortaklaşa sahip olduğumuz dünyanın sürdürülebilir olması ve geleceğinin garantilenmesi.

Hayatın temelindeki doğuş döngüsü gibi, her birimizin özgürlüğü yenilenebildiği ölçüde, başlama kapasitemizin sürekliliği de güvencede oluyor, yani dünyanın geleceği garantilenmiş oluyor.

Hannah Arendt’in Doğuş Felsefesi (1989) adlı kitabın yazarı Patricia Bowen-Moore, bu noktayı çok güzel vurgulamış. İnsanın başlangıç yapma ve eylem kapasitesi, yani bireysel özgürlüğü, totaliter rejimlerde giderek köreliyor. Hatta günümüzün özgür toplumlarında bile, yönetimlerin sıradanlaşması, demokrasilerin daralıp bürokratikleşmesi, gerçek politik faaliyetin özgürlüğünü büyük oranda kısıtlıyor. Patricia-Bowen, Hannah Arendt’in buna karşı geliştirdiği felsefeyi şöyle özetlemiş:

“Arendt’in felsefe projesi bitmez tükenmez bir çaba, amacı da, bütün kusurlarına ve zaaflarına rağmen dünyanın hâlâ önemli olduğunu ve önemsenmesi gerektiğini vurgulamak, modernlikteki yıkıcı eğilimlere teslim olmak yerine, yaratıcılığı, eylemi ve sorumluluğu yaşatmak.”

Böyle tanımlanınca, âdeta ütopyacı bir felsefe çıkıyor karşımıza. Arendt’in doğum ve başlangıç kategorilerini temel ilkeler hâline getirmesi de bunu gösteriyor. Doğumu felsefenin temeli yapmak, gerçekten de, düşünce tarihinde hiç görülmemiş bir şey, çünkü en eski tarihten, Platon’dan başlayarak, Arendt’in kendi hocası Heidegger’e ve günümüze gelene kadar, bütün erkek düşünürler hep ölüme karşı, ölüme rağmen, ama daima ölümle bağlantılı felsefe kurmuşlar.

Arendt doğumu ve hayatı, her insandaki başlangıç potansiyelini felsefenin temeline yerleştiren ilk kişi. 20’nci yüzyılın en büyük yıkımlarına tanık olduğu hâlde, insan yaşamında ve politik alanda, sürekli yenilenmeyi ve yeniden doğmayı, taze başlangıç yapma potansiyelini bu şekilde ısrarla vurgulayan belki de tek düşünür.

Affetmek ve söz vermek

Arendt’in düşüncesinin kusursuz ya da eksiksiz olduğunu öne sürecek değilim elbet. Hakkında epey de eleştiri okudum. Ama politik felsefeye getirdiği yeni bakış, yeterince ciddiye alındı mı, üzerinde hakkıyla düşünüldü mü, emin değilim. Onun satırlarını okudukça, başlangıç kavramı üzerine kurduğu düşünce silsilesini izledikçe, çok büyük bir felsefî devrimciyi yeterince anlamamışız gibi geliyor bana.

Zorlukları ve eksikleri var derken, bunları da hafife almıyorum. Sadece, düşüncesindeki ideali yaşatmaya değer bulduğum için biraz daha üzerinde düşünmek istiyorum.

Arendt, dünyaya ve dünyayla ilişki kurarken kendimize eleştirel yaklaşmak yoluyla, dünya sevgimizi, dünyaya bağlılığımızı güçlendirelim derken, çok zor bir şey istediğini kendisi de biliyordu eminim. Hangi kadına sorsanız, doğumun kolay olmadığını söyleyecektir. Ama bu nedenle doğumdan vazgeçilebilir mi? Arendt, öyle sanıyorum ki, hayatın bu en temel kendini sürdürme dürtüsünü, en yüksek bilinç katına çıkartarak felsefe yapmaya çalışmış.

Başlangıç elbette zor bir felsefî kategori. Başlangıçları doğrudan gözlemek, geri dönüp işte şurada şöyle başladı demek kolay değil. Başlangıçları her zaman açık ve net bir neden-sonuç zincirine bağlayamıyoruz. Her başlangıçta keyfi yahut rastlantısal diyebileceğimiz bir yan var. Arendt’e göre, çalışmanın tersine, eylemde tam olarak ne yaptığımızı da bilemiyoruz.

Başlangıç bir bakıma kendi varoluş ilkesini kendi içinde taşıyor. Eylem bu nedenle başı sonu belli olmayan, bir sürü sonuç doğuran, ama nereye gideceği önceden belli olmayan bir hareket. Arendt’in ifadesiyle neredeyse “mantıksal olarak çelişkili” bir kategori. Nereden geldiği belli değil. İnsanın özündeki doğuş ve yenilik özelliklerinden kaynaklanıyor. Bu bakış belki fazla özcü/ esasçı diye eleştirilebilir, ama bir doğruluk payı olduğu da kesin.

Devrim Üzerine, Hannah Arendt, Çev.: Onur Eylül Kara, İletişim Yayınları

Arendt’e göre, her başlangıç, önceden varolan bir olaylar, eylemler ağının içine düşüyor. Her başlangıç aynı zamanda bu karmaşık ağın içinde yeni bir süreç başlatıyor, hatta eylemi yapan kişinin doğrudan temas etmediği kişilerin bile hayatlarını etkileyebiliyor. Bütün bu çatışan iradeler ve niyetler arasında, yeni bir başlangıcın nereye gideceğini, ne sonuçlar yaratacağını önceden kestirmek mümkün değil.

Her eylem, sınırsız bir zincir başlatabilir, en ufacık hareket, bütün bir sistemi değiştirebilir. Eylemin böyle bir öngörülemezliği var. Ama daha da tehlikeli yahut zor olan tarafı, eylemin aynı zamanda geri dönülmez olması. Başlattığımız bir şeyi bozmamız yahut geri almamız mümkün değil. Eylem, öngörülemezlik ve geri dönülemezlik diye iki yasaya uymak zorunda.

Eylemdeki geri dönülemezlik yasasına karşı, insanın tek savunması, söz vermek ve sözünü tutmak. Geleceğin bilinmezlik/ öngörülemezlik denizinde yaratabildiğimiz tek güvence adası, söz vermek ve verdiğimiz sözü tutmak ilkesi. Aksi takdirde, ne kimlik ne de süreklilik olabilir, yani “kişi” olmamız bile mümkün değil. Hayat ve kimlik, sürdürülemez hâle gelir.

Aynı şekilde, başkalarını ve kendimizi affetmek gücü, bizi geçmiş eylemlerin tutsağı veya kurbanı olarak kalmaktan kurtarıyor. Affetmek olmasa, eylemin sonuçlarından kurtuluş olmasa, eylem gücümüz tükenir, başlangıç yapma yeteneğimiz tıkanır, tek bir eyleme takılır kalırız. Hayat gene sürdürülemez hâle gelir. Arendt bunu şu sözlerle ifade ediyor:

“Affetmek ve söz verebilmek, yeni süreçler başlatma yeteneğimizin emniyet mekanizmaları gibidir.” Bu emniyet olmasa, eylem olmazdı, eylem olmasa, hayat mümkün olmazdı. “Başlangıç yapma yeteneği olmasa, doğarken hayata birlikte geldiğimiz başlangıç ve yenilik kapasitesi olmasa, insan hayatı doğumla ölüm arasında geçen bir felaketten ibaret kalırdı. İnsan ömrü, yaşam süresi dediğimiz şey, beraberinde her şeyi yıkıma götürürdü.”

Arendt’in gerçek politikayı yarattığına inandığı eylem ve başlangıç kategorileri, sadece politik değil aynı zamanda birer etik kategori hâline dönüşüyor böylece. Politik ve etik felsefeyi birbirinden ayırmayan bir düşünürle karşı karşıyayız. Arendt’e göre, dünyanın kurtuluşu, sürekli yenilenmesinde yatıyor.

İlginç olan, Arendt için başlangıcın bir başlangıcı yok. Başlangıcın tutunacak bir mutlak dayanağı yok, olması da gerekmiyor. Başlangıç, kendiliğinden ortaya çıkan bir gizil güç. İnsan hayatını yaratan bir güce inanmıyor Arendt. İnsanın başlama gücüne inanıyor. Böylesine içkin bir insanlık tanımı atmış ortaya. İnsan varolduğu için başlangıç da var. Başlangıç, Platon’un dediği gibi, her şeyi kurtarıyor. İnsanın tek dayanağı. Dünya, taze başlangıç yapabilme vaadiyle dönüyor.

Politika, iktidar ve devrim

Politikayı bu kadar ideal şekilde tanımlamak, sürekli yenilenmeyi ve başlangıç ilkesini bu derecede vurgulamak, hayatın sürekli devrim hâlinde olması gerektiği anlamına gelmiyor kuşkusuz.

Gerçi, Arendt’in düşüncesini neredeyse bu denli ileriye götürdüğüne dair ipuçları da var. 1963’te yayımlanan Devrim Üzerine kitabında, “Bizi başlangıç sorunuyla doğrudan yüzleştiren tek politik olay devrimlerdir” diye bir cümle görüyoruz. Fakat biraz okuyunca, Arendt için en ideal devrim örneğinin Amerikan devrimi olduğunu görüyoruz.

Amerikan devrimi en ideal devrim, çünkü kişilerin eylemleriyle gerçekleştirdiği, “yapılmış” bir devrim, olayların sürüklemesiyle meydana gelen bir süreç değil. Üstelik daha en baştan özgürlüğü anayasa hâline getirmiş bir devrim. Bilinçle, eylemle, müzakereyle yaratılmış bir başlangıç. Yani eylemin ve başlangıcın ideal bir tanımı.

Çünkü Arendt için politika, tam da bu şekilde, insanların tek tek ve ortak eylemle yeni bir etkileşim alanı yaratması anlamına geliyor. Bir kere başlatınca, artık her şey yolunda gidecek diye bir garanti de yok. Politik alanın, sürekli bir çabayla, tekrar tekrar oluşturulması gerekiyor. Hem bireysel olarak insanların kendilerini gerçekleştirdiği, hem de ortak hareketle, çoğulculuk içinde kamusal alanı birlikte inşa ettiği bir süreç söz konusu.

Ortak eylem, bazen birdenbire ortaya çıkabilir, bazen yavaş bir süreçle gelişebilir, ama her seferinde iknaya dayalıdır. Meşruluğunu, birliktelikten alır. Birçok eleştirmen, bu yüzden Arendt’in eski Yunan’daki demokrasi modeline, “polis” idealine saplanmış bir romantik olduğunu ileri sürmüş. Fakat mesele o kadar basit değil. Çünkü Arendt iktidarın, bazı insanların seçimle kazandığı yahut zorla ele geçirdiği ve bir kereye mahsus bir güç olduğuna inanmıyor. Onun görüşünde iktidar, insanların eylemle her bir araya gelişinde tekrar yaratılan bir ortak güç.

Böyle bakınca, Arendt’in modernliğin bazı sonuçlarını olumsuz bulması şaşırtıcı değil. Özgür toplumlarda bile, günümüzde hâlâ egemen olan temsili demokrasi, ona yeterli gelmiyor. Daha federalist, tabandan yükselen bir politikayı savunuyor. Ona göre iktidar araçsal değil, birlikçi ve katılımcı olmak zorunda. Kamusal alanı her yeniden kuruşumuzda, her bir araya gelişte, iktidarın yeniden doğduğunu, yahut yeniden başlangıç yaptığını düşünüyor.

Modernlikte gördüğü bir başka sorun, daha da önemli. Demokrasi araçsallaştıkça, politik alan daraldıkça, hayatımızda sosyal boyutun aşırı ağırlık kazandığına inanıyor. Politik alanda özgürlük olmadan, eylem ve başlangıç olmadan, sosyal hayatın hem çok kısırlaştığı, hem de gereğinden fazla öne çıktığı görüşünde. Bunun bir başka olumsuz sonucu, Arendt’e göre, özel hayatla kamusal hayat arasındaki sınırların gevşemesi, hatta neredeyse yok olması. Hâlbuki o, belli bir mahremiyetin insan hayatında elzem olduğuna inanıyor.

Burada Arendt hem döneminin çok ilerisinde bir görüş öne sürmüş, hem de sorunlu bir alana girmiş. Sorunlu, çünkü özel hayatın fazla kutsallaştırılmasına karşı çıkan, “kişisel olan politiktir” sloganıyla kendini savunan birçok harekete, örneğin kadın hareketine, feminizme, ilk bakışta çok ters düşen bir bakış söz konusu. Özel hayat yahut “ev hayatı” denilen dar alanlara hapsedilmeye karşı çıkan kadınlar, Arendt’in yanlarında olmadığı izlenimine kapılmışlar. Feminist harekette sevilmeyen bir düşünür olmuş.

Son yıllarda, bu izlenim değişmeye başladı, Arendt’in düşüncesini daha nüanslı ele alan görüşler çıktı, bunların başında da Seyla Benhabib’in çalışmalarını saymak doğru olur. 1996 yılında yayımlanan Hannah Arendt’in İsteksiz Modernliği adlı makalesi ve sonra aynı adla 2003 yılında çıkan kitabı bunun belki de en iyi örneği.

Benhabib bu çalışmasında Arendt’in özel hayat ve mahremiyet üzerinde duruşunu, tıpkı Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda denemesinde öne sürdüğü gibi, insanın kendini korumak ve yeniden üretmek için bir özerk alana ihtiyaç duyması şeklinde yorumluyor, ki tamamen katılıyorum. Ayrıca, Arendt’in savunduğu birlikçi, dayanışmacı politika tarzının, şiddetten olabildiğince uzak bir kamusal alanın, tam da kadınların politika yapma tarzıyla denk düştüğünü ileri sürüyor. Gene tamamen aynı fikirdeyim.

Arendt, sosyal hayat konusunda sorunlu bir alana girerken, çağının çok ilerisinde bir de görüş savunuyor demiştim. Politik eylem özgürlüğü daraldıkça, sosyal hayatın çok fazla öne çıktığını söylemesi epeyce eleştiri almış. Hâlbuki günümüzdeki politik daralma, politik etkileşimin azalması, gerçekten de sosyal etkileşimin üzerine çok fazla yük bindirdi. Politik ifade imkânları daraldıkça, insanlar sosyal alanda giderek daha yıkıcı, düşmanca etkileşimlere girebiliyorlar, örneğin.

Üstelik, Arendt’in savunduğu özel hayat dahi neredeyse sona ermek üzere, mahremiyet adeta yok oldu. Bugün her şeyimizi sosyal alanda açık ediyoruz, fakat üzerine gerçekten eyleme dayalı politik eylem inşa etmemiz imkânsıza yakın. Arendt’in bu öngörüsünü de önemli buluyorum. Üzerinde çok düşünmemiz gereken bir alan. Fakat karmaşık bir konu olduğu için, burada daha fazla ayrıntıya girmem imkânsız.

Anlatının gücü ve umut

Son olarak, Arendt’in başlangıç ve eylem kategorilerini tartışırken ele aldığı, (Benhabib’in de öne çıkarttığı) bir başka önemli konuya değinmek istiyorum. O da, insan hayatında anlatının önemi.

Arendt açısından, daha önce sözünü ettiğim, eylemin şaşırtıcılığı, beklenmedik oluşu, yani öngörülemezliği nedeniyle ortaya çıkan bir başka önemli sonuç daha var, o da, her eylemin bir hikâye yaratması. Arendt’in sözleriyle aktarayım:

“Her insan kendi hikâyesini başlatır, ama kimse kendi hikâyesinin yazarı yahut üreticisi değildir. Ne var ki, ancak bu hikâyeler sayesinde, bir insan hayatının gerçek anlamı ortaya çıkar.”

Arendt’e göre, tarih dediğimiz o en büyük, sonsuz hikâyenin başı ve sonu yoktur, ama kesin bir başı ve sonu olan her bireysel hayatın hikâye edilebilmesi, tarihin olabilmesinin de ön koşuludur. Buradaki süreci tetikleyen de, gene doğum, yani eylem, yani başlangıç yeteneğidir. Eylem ve başlangıç olmasa, hikâyesi anlatılabilecek bir birey de ortaya çıkmayacaktı. İnsanı insan yapan şeylerden birisi eylem ise, diğeri de hikâyesinin anlatılabilmesidir. Arendt’e göre bunlar, aynı madalyonun iki ayrı yüzü, çünkü ancak geriye dönüp bakınca, hikâyesi anlatılınca, bir kişinin kimliği tam olarak belirginleşiyor.

Hikâyeleri dinleyenler, yani dinleyiciler ya da okurlar, aynı zamanda politik topluluğun aynası gibi bir işlev görüyorlar ve böylece her politik topluluğun aynı zamanda bir hatırlama topluluğu olduğunu anlıyoruz.

Anlatıcılığın ve hikâyelerin, gölgede kalmış seslerin ortaya çıkartılmasının, sadece kadın hareketi için değil, hatta sadece azınlıklar için de değil, bütün insanlık için ne kadar önemli olduğunu sanırım vurgulamaya gerek yok.

Hannah Arendt, politik ve kamusal alanda eyleme geçmenin, toplumsal aktör olmanın önemini ne kadar vurguluyorsa, seyirci/ gözlemci olarak topluma bakmanın, yani yazarlığın, tarihçiliğin, hatta sanatçılığın önemini de aynı boylamda ele alan bir düşünür. Bir tek tarihçilerin ve şairlerin, geçmişin anlamını ortaya çıkartabildiğini ve ancak bu sayede bizlerin yaşanan trajedilerle ve geçen zamanla barışmamızın mümkün olduğunu öne sürüyor. Politik, etik ve estetik kategorilerin bütünlüğüne bu denli özenle yaklaşan bir felsefeci. Modern çağda bunu yapabilen belki de tek felsefeci.

Arendt’in çok sevdiğim bir pasajıyla bu yazıyı noktalamak istiyorum.

“Eylem, bütün belirsizlikleriyle, bize sürekli bir şeyi hatırlatıyor –insan ölmek zorundadır, ama insan ölmek için doğmaz, insan yeni bir şeye başlamak için doğar.”

Bu umut dolu felsefeyle son günlerde yeniden karşılaşmak, bana beklemediğim bir iyimserlik aşıladı. Politik alan daraldıkça, özgürlük gölgelendikçe, kendimi olabildiğince kenara çekmekten başka yol göremediğim bir dönemdeyim. Dünyanın kaderiyle ilgilenmek, toplumun tartışmalarına katılmak, eylem imkânı aramak, hepsi kendime yasakladığım, uzak durduğum şeyler. Ama Arendt’i yeniden okumak bana, belki hâlâ aktör olarak değil, ama en azından bir gözlemci olarak, yapabileceğim, hatta yapmam gereken bazı şeyler olduğunu hatırlattı.

Yeni başlangıçlara olan inancımı tazeledi diyebilirim. Bir felsefeci için bundan daha güzel bir miras düşünemiyorum.

Kaynaklar
The Portable Hannah Arendt, Penguin Classics, ABD, 2000
H. Arendt, On Revolution (Devrim Üzerine), Faber&Faber, 1963
H. Arendt, The Origins of Totalitarianism (Totalitarizmin Kaynakları),New York, Harcourt Brace Jovanovich, 1973
H. Arendt, The Human Condition (İnsanlık Durumu), University of Chicago Press, 1958
Patricia Bowen-Moore, Hannah Arendt’s Philosophy of Natality, London, Macmillan, 1989
Seyla Benhabib, The Reluctant Modernism of Hannah Arendt, London, Sage Publications, 2003