Baki Can Ediboğlu: “Biz kendi kusurlu hikâyemizin yanılttığı varlıklarız”

"Romanın bir noktasında yan karakter olarak düşündüğüm Eylül o kadar sahici, o kadar gerçekçi geldi ki, romanın içinde kendi romanını, kendi arayışını yarattı ve bu kitabı var kıldı. Bütün karakterler arasında yolculuğa çıkma cesaretini bir tek Eylül gösterebildi."

08 Nisan 2021 15:43

Baki Can Ediboğlu üçüncü kitabı Olamayanların Mabedi’nde okuyucuyu hem zihinsel hem de fiziksel bir yolculuğa çıkarıyor. 19 yaşındaki Eylül, TMSF tarafından tüm mal varlığına el konan işadamı babası Egemen Dortay’ın kayboluşunun ardından kendini bulmaya, dünyayı ve hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyor. Herkes Egemen Dortay’ın intihar ettiğine inanırken, kızı Eylül ise babasının anlattığı masallardaki gibi, Hayaller Âlemi’ndeki mabedini bulduğuna ve sırra erdiğine inanıyor. Babasının kendisine mabede ulaşması için işaretler bıraktığını anlayan Eylül de bu yolu takip etmeye başlıyor. Yazar da kahramanı aracılığıyla ben kimim sorusundan başlayarak dünya neden böyle, bizler aslında neyiz, n’apıyoruz sorularına tek tek yanıt ararken, okuyucuyu da düşüncelere sevk ediyor. Şair ve yazar Baki Süha Ediboğlu’nun da torunu olan Baki Can Ediboğlu’yla Olamayanların Mabedi’ni konuştuk.

Olamayanların Mabedi sizin genç yaştaki üçüncü kitabınız. Sizi yazmaya iten süreç ne? Neden yazıyorsunuz?

Tesadüfler silsilesiymiş gibi görünen, fakat biraz derin irdeleyince öyle olmadığını keşfettiğim bir süreç oldu. Aslında sürecin parantezini 20’li yaşlarımın başlangıcında, üniversite için gittiğim Amerika’da sormaya başladığım çok basit sorularla açtım: Ben kimim, neyim, nereden geldim, hakikat ne, şu yaşadığım hayatın anlamı nedir? O zamana kadar mühendislik ve ekonomi eğitimi gören, matematik, fizik gibi teknik konularla ve sporla iştigal halinde, fazlasıyla hareketli bir insandım. Kendimi bilgili zannederdim. Aklımı kurcalayan sorular beni önce okumaya yöneltti. Hiç kitap okumazken kitaplara gömüldüm, çok okudum. Şiirdeki lezzeti, öyküdeki rengi, romandaki derinliği keşfettim. Bildiklerim ufak bir gölcükmüş, bilgi okyanusmuş. Öğrenmek, araştırmak insanın bilgisizliğini idrakiymiş, anladım. Üniversite bitti, bir noktada okumak bardaktan taştı ve arkadaşımın “Yazsana sen” deyişini nedense ciddiye alıp birdenbire yazmaya koyuldum. Yazmak bana okumaktan döküldü diyebilirim. Yazarken daha kalemi ilk elime alışımda ben zannettiğim kişinin kayboluşunu tattım. Bu kayboluşun peşinden gittim. Huzur ve tefekkürle dolu, zamansız, içsel bir seyahat başladı. Bu seyahatte ‘Ben’ dediğimin katman katman soyuluşunu deneyimledim. Derinlerde, daha derinlerinde bana yabancı, unuttuğum ama aslında bana hep eşlik etmiş, öz diyebileceğim o hakikate yaklaştığımı hissettim. Öğrendim ki, yol dışarıda değil de içerideymiş, insanın aradığı kendindeymiş. Dışarıda, belirli bir kişinin veya sistemin tekelinde değilmiş. Yolculuksa içten içeymiş. Özüme, hakikatime yaklaşabildiğim yegâne deneyim olduğu için yazıyorum. Herkesin özü “Beni deş ve bul, bana ulaş” diye kuyunun dibinden bağırır. Herkes o sesi farklı yerden duyar. Kimi keman çalarken duyar, kimi resim çizerken, kimi sohbet ederken, kimiyse durup göğe bakarken… Ben onu yazarken, biraz da okurken duyabiliyorum. O yüzden yazıyorum, bir gün özümle oturup konuşabilmek ümidiyle.

19 yaşındaki Eylül’ün babası Egemen Dortay’ın ardından çıktığı yaşam, ölüm ve varoluşsal süreç üzerine bir anlatı Olamayanların Mabedi. Tür olarak büyükler için felsefi masal mı, mistik bir roman mı? Siz nasıl tanımlıyorsunuz?

Aslında tam hangi türe girer, bilemiyorum. Tanımları, ayrımları da hep tuhaf bulmuşumdur. Ayrım insanı olduğu gibi eseri de kendi tanım sınırlarına hapseder. O yüzden tanım yapmayı pek beceremem. Ama şu an aklıma gelen şu: Kendi giysilerinizi çıkarıp, Eylül’ün kıyafetini giyip çıktığınız, içsel bir yolculuk romanı. Bir saat sonra sorsanız inanın başka bir tanım yapabilirim.

İbnü’l Arabî bu kitabın çıkış noktası sanırım. Bir apartman hikâyesi yazarken, içindeki Eylül karakterinden ötürü bu kitabı yazmaya karar verdiğinizi okudum. Bu kitabın sizdeki hikâyesini biraz anlatır mısınız?

O dönemden bir sene önce yaptığım yoğun İbnü’l Arabî okumalarının etkisi olabilir, fakat çıkış noktası diyemem. Anlayabildiğim kadarıyla İbnü’l Arabî insanın sabit kalmayan bir varlık olduğunu, aslında bir hayali yaşadığını söyler. Söylediği gibi, devamlı bir rüya halindeyiz. Her an hem şeklimiz hem de kendimize dair algımız değişiyor. Kendimizi sınırlı zihnimizin algılayabildiği kadarıyla tanımlıyoruz. “Bu değişimler içinde değişmeyen bir sabit var; buna da rüyamızı tabir ederek ulaşırız” diyor İbnü’l Arab’i. “Hakikat orası, öz o” diyor.

Esasında farklı karakterler arasında bilinç atlamaları yaptığım, baştan sona aynı apartman sınırları içinde geçen, çok karakterli bir roman tasarlıyordum. Ana karakterler olarak Eylül’ün ağabeyi Ege’yi ve ablası Leyla’yı düşünüyordum. Kitabın çıkış noktası an, mekân ve yaşamda pek dikkat etmediğimiz, ufacık teferruatların üzerimizdeki ruhsal etkileriydi. Mekânın içinde birçok karakteri içsel yolculuğa çıkarmaya çalıştım. Romanın bir noktasında yan karakter olarak düşündüğüm Eylül o kadar sahici, o kadar gerçekçi geldi ki, romanın içinde kendi romanını, kendi arayışını yarattı ve bu kitabı var kıldı. Bütün karakterler arasında yolculuğa çıkma cesaretini bir tek Eylül gösterebildi. Diyebilirim ki, bu romanı Eylül bilincime sızarak, beni rahat bırakmayarak yazdı. Ben onun dostuydum ve zihnimin bir köşesinde o hiç durmadan bana anlatıyordu. Garip ama yazdığım dönemde profesyonel tenis oynarken yaşadığım altı-yedi aylık sakatlık Eylül’e daha fazla odaklanmama yardımcı oldu. Kendisiyle daha fazla ilgilenmem için sanki Eylül beni sakatlamış gibi hissettim. Roman bittiğinde aslında ilk zamanlarda yayınlamayı düşünmüyordum. Bir iki kişiye okutup bir köşeye ayırdığım, ara sıra açıp baktığım, yazarken olduğu gibi okurken de bana huzur veren bir Word dosyasıydı. Eylül’ü pek kimseyle nedense paylaşmak istemedim. Sonra dostum Haşim Akman’la paylaştım. Okuduktan sonra Eylül’ün okurla buluşması gerektiğini, bunu kitaplaştırmam gerektiğini söyledi, beni ısrarla itti. Şimdi yazım sürecinin bitiminden dört sene sonra Eylül’ü okuyucularla paylaşıyorum. Bazen yazar bencil olabiliyor. İnsan sevdiğini kendine saklarmış. Hiçbir roman karakterimi bu kadar sevmemiştim. Belki ileride Eylül “Yine beni anlat” diye başımın etini yer, işte o zaman ben de onu yeniden yazmaya başlarım.

Egoların varlığı, iş hayatında kendini unutan, ruhunu hissedemeyenler, gündelik yaşam içinde sosyal medyada kaybolanlar… Bütün bunlar kitabınızın başkarakteri Eylül gibi sizi de korkutuyor mu?

Biz kendi kusurlu hikâyemizin yanılttığı varlıklarız. Ego zaten insanın kendine her an anlattığı hikâyesidir. Nörolojik araştırmalara göre beş dakika önce yaşadıklarımızı bile eksik hatırlayan biz, yılların arasından çarpıtılmış anılar seçerek bunlardan kurgu yaratıyoruz. Bu kurguya “ben” diyoruz. Her geçen gün, saniye bu kurguyu güçlendiriyoruz ve Eylül’ün kitapta da dediği gibi, “ona iman ediyoruz”. Korkan insan kendini kapar, etrafına parmaklıklar örer. Ben de dahil hepimiz, kırılmaktan korktuğumuz için kendimizi “ben” ya da “ego” dediğimiz, kusurlu bir hikâyeye hapsettik. Kendi icadımız, “ismimiz” başlıklı bir hikâyeye. Hepimiz hikâyelerimizle inşa ettiğimiz kendi benlik hapishanelerimizin mahkûmuyuz. Hepimiz kendimizin mahkûmuyuz. Hikâyeyi güçlendiren ne varsa, onu içimize alıp gerisini dışarıda bırakıyoruz. Başkalarının kurgu hikâyelerinden kendimize eklemeler yapıyoruz. Bir yerlere ait olup diğer yerlere düşman kesiliyoruz. Duvarlarımız her geçen gün daha da kalınlaşıyor. Yaşamaktan, var olmaktan, akmaktan korkuyoruz. Eylül gibi yakın zamana kadar benim de korkum buydu. Ben denen kafeste kaybolmak, hikâyemle ördüğüm “Can” olduğum zannıyla bir ömür sürüklenmek. Hele şimdi sosyal medyada hikâye içinde hikâyeler yaratılmaya başlandı. Hapishane içinde hapishane. Fakat okuduklarım, yazma eylemim, son dönemlerde tanıştığım bilinçli insanlar beni ümitlendiriyor. “Bir şeyden korkmak, biraz da onun geleceğini beklemekti” der Huzur’da Ahmet Hamdi Tanpınar. Artık korkmuyorum diyebilirim.

"Kadın kuvvettir!"

Kitabınızda Eylül, Aslı, Leyla, Sırma gibi oldukça güçlü kadın karakterler var. Bir erkek yazar olarak kadın karakter yazmak, onun hislerini anlatabilmek nasıl bir his? Yazarken okuttuğunuz biri oldu mu?

Çocukluk bilinçte silemediğimiz izler oluşturur. Çocukluk zihne imgeleri, görüntüleri, kavramları kazır. Küçükken etrafım hep güçlü kadınlarla çevriliydi: Annem, anneannem, babaannem, büyük teyzem. Hepsi kendi varoluşlarının sorumluluklarını almış, hayatlarını kimseye dayanmadan inşa etmiş insanlar. Özellikle de annem, çalışma hayatında erkek egemen bir sektörde ulaşılması zor bir başarıya imza attı, bana örnek oldu. Kadın benim o çocuk kafamda güç demekti, dirayet demekti, zarafet demekti. O yüzden bilinçaltıma çocukluktan nakşolunan “kadın kuvvettir” düşüncesi yazma sırasında bilincimden karakterlerime yansımış olabilir. Yazar bir yerde kendinde başkasını yaşar. Kendine ölür, karakterine doğar. Bunu yapabilmenin yegâne yolu da diğerlerinin derinliklerine sızmaktır. Demin dediğim gibi, insan ayrımı sever. Kendini ayırır, başkasını ötekileştirir. Mağara döneminden kalma bir kusur. Ben, biz ve diğerleri. Bir çember çizip, içine işimize gelenleri alıp diğerlerini dışarıda bırakmayı seviyoruz, çünkü kolay. Çemberin dışı korkudur. Korkuyoruz, o yüzden işte takılar ekleyip ayrıştırıyoruz. Erkek-kadın, gelenekçi-modern, Fenerbahçeli-Galatasaraylı… Sayısız çembere hapsolmuş vaziyette yaşıyoruz. İnsan bilmediğinden korkar. Bilmediğini anlamaya çalışmak, onunla empati kurmak zordur. Bir kadın karakter yazmak kolay olmadı. Empati kurmanın ötesinde, kadın gibi düşünmek elzemdi. Kendinde başka bir bilinci, bedeni yaşamak gibi bir histi. Kitabı kimseye okutmadım, fakat o dönem çok kıymetli arkadaşlarım bana yardımcı oldular. Özellikle bıkmadan sorduğum teferruatlı sorulara sabırla cevap verdiler. Eylül karakterine bilincimde oldukça aşina oluşum da beni rahatlattı.

"Bu kitapla sığınaktan çıktım"

Zamanın düzeninden sıkılmak, karşısındakiyle fazla empati kurmak, kendi gibi düşünenlerle farklı bir dünya yaratmayı beraberinde getiriyor. Olamayanların Mabedi, ruhu keşfedenlerin ama gündelik hayatın getirdiği fasaryadan kaçmak isteyenlerin sığınağı gibi. Yazarı olarak bu kitap sizin sığınağınız mıydı yoksa sadece karakterin size anlattığını mı yazdınız?

Aslında her insan derin bir dünyadır. Tarım toplumuna geçişten itibaren insan bir nizama sokulmaya başlanmıştır. Mitlerle, kültürlerle ötekiler icat edilerek insan hep kontrol edilmeye çalışılmıştır. Zaman kavramı ortaya çıkmıştır. Bu durum günümüzde empati kuramayan, birbirine benzeyen sıkıcı bir düzene ön ayak olmuştur. İnsanlık kendini dar ideolojilerle çevrili bir mağaraya hapsetmiştir. Bir yere, bir fikre, bir -izm’e ait olmayanlar toplumdan hep dışlanmıştır. Bu yüzden kitap benim için sığınaktı diyemeyeceğim. Daha ziyade sığınaktan çıkmaktı. Bilinmeze kendini açmak, sınırsızlıkta bir seyahatti. Herkese rahatça ulaşıp her an istediğimize sahip olabildiğimiz bu aşırı tüketim çağında nefes almayı unuttuk. Oyalanma adı altında boşlukları yitirdik. Sıkılacak vaktimiz bile yok. Oysa hayal gücünü doğuran da bir yerde sıkıntıdır. Sıkıntı aslında hiç durmadan koşturduğumuz bir yaşamda aldığımız nefestir. Bilincimde kendime Eylül diye bir yer açtım. Önce onunla dost oldum, sonra o oldum. O anlattı, ben yazdım; sonra bir yerde nokta koydu. Ben de nokta koydum. Altına da önce onun ismini yazdım, sonra kendi ismimi.

Kitap mekânsal olarak da çok renkli. Londra, Zürih, Nepal, İstanbul özellikle de Tarabya… Tarabya 5. yüzyıldan sonra da havasının sağlığa iyi gelmesinden dolayı Therapia, yani şifa, tedavi anlamına gelen bir isimle anılmaya başlıyor. Eylül de ruhunun kökenlerini, yeniden öze dönüşünün sırrını orada arıyor. Bu bir tesadüf mü, yoksa bilinçli bir tercih mi?

Bilinçli bir tercih. Aslında çok komik ama buranın ismi Therapia’dan önce Pharmakia olarak anılırmış, yani zehir. Tam net hatırlamıyorum ama galiba Yunan mitolojisinde Medea kocası Iason’u zehirlemek istemiş. Kocası ne yaptıysa artık herhalde onu çok kızdırmış olmalı. Denize zehri Tarabya koyunda boşaltmış. Bilirsiniz, zehrin düşük dozlarda verilmesi bir yerde insana şifadır. Tarabya isminin zehirden şifaya dönüşümü bir yerde Eylül’ün dönüşümüyle benzeşiyor diyebiliriz. Aslında bu çok güzel bir misal. İnsanın dermanı derdindedir. Özün benlik kasasında gizli olduğu gibi.

"Hakikat dilsizdir, tektir"

Yaptığınız bir röportajda “Bu kitapla hem okuyucuların hem de kendimin sıradanlaşan benlik tanımlarını sorgulamaların amaçladım. Maalesef içimizden, ruhumuzdan, doğamızdan geldiği gibi değil de, ‘öteki’ dediğimiz, dışımızdaki ne olduğu belirsiz bir kavram için yaşıyoruz” diyorsunuz. Bugün içinde bulunduğumuz ve bugüne kadar yaptığımız çoğu şey bu kavramı desteklemiyor mu? Bu kavramı inkâr etmek kolay mı?

Maalesef öyle ve inkâr çok zor. En başa dönelim. Annemizin karnında, onunla bütünleşik bir haldeyiz. Tamız, biriz. Sonra birdenbire hayatımızın en büyük travmasını yaşıyoruz. Doğuyoruz ve o tamlığı, bütünlüğü, güvenliği yitiriyoruz, ayrılıyoruz. Birken iki oluyoruz. Ben ve öteki. İkiliği ilk başta kabullenemiyoruz ağlıyoruz. Sonra birileri bize baka baka bir isim fısıldıyor, aynada kendimizi görüyoruz. “Ben”e, ismimize alışıyoruz. Ayrıyız, bir isimiz; “ben”iz ve ötekiler var. İsmimizi bile ötekiler koymuş. Ötekiler “Bunu yap, şunla oynama” demiş. İsmimize alışmışız, benliğimize alışmışız. Ötekilere uymaya çalışmışız, onlara kendimizi beğendirmeye alışmışız. Hakikatimizden, özümüzden uzaklaştıkça “ben”e ve beni inşa eden ötekilere tutunmuşuz. Sonra işte “ben” olmuşuz. Bir şeye sahip olan onu yitirmekten korkar. “Ben”e sahip olduğumuz an ölümü keşfederiz. Ölüm korkusu “ben”i yitirme korkusudur. “Ben”i yitirmekten korktukça onu daha da kuvvetlendiriyoruz. “Ben”i kuvvetlendirdikçe “öteki”yi de güçlendiriyoruz. “Öteki”nin toplumsal düzenine, onayına, beğenilerine muhtaç oluyoruz. “Öteki”ye baka baka özümüze ötekileşiyoruz. Ötekileştiriyoruz. Ötekileştiriliyoruz. “Öteki”nin hayatını yaşıyoruz. “Öteki”yle birleşmek istiyoruz ama birleşemiyoruz, ıstırap bundan. Aslında hepsi özümüze, hakikatimize dönmek için. O yokluğa, birliğe, tamlığa dönmek için. Geldiğimiz yere, doğamıza dönmek için. Orası bize karanlıktır. Benlik karanlıktan korkar, bilinmezden korkar, yokluktan korkar. Olamamaktan korkar. Şimdi düşünsenize; doğduğumuz andan itibaren hep pekiştirdiğimiz bir “ben” var. Yılların alışkanlarını barındıran, kültürle, mitle, sistemlerle yoğrulmuş, katmanlarla çevrili bir “ben”. Kendini yitirmekten korkan bir “ben”. Bunu sorgulayabilmek bile o kadar zor ki… Çeperden derine, öze, hakikate inmek, “ben”i inkâr etmek. İçinde bulunduğumuz düzen, yaptığımız her hareket, oluşturduğumuz kişilik. Ama bir yerden de başlamak lazım. Uzun bir hakikat yolculuğu bu. Doğum ve ölüm denen iki yokluk arasında bir şey var. Bu var olan ne? O röportajda söylediğimi yinelemek isterim. Hakikat dilsizdir, tektir ve andadır. Zihnimiz sessizleştiği vakit içimizde belirir. Öyle bizden uzaklarda falan değildir. Biz hakikati hep sözlerde, kelimelerde aradığımızdan, karşımıza laf kalabalığından örülü sayısız yanıt çıkmıştır. Birçok sistem hakikati açıklama altında bizim etrafımıza kalın duvarlar örmüştür ve hiçbiri insanı hakikate yaklaştırmamıştır. Aksine, itaat adı altında yeni ayrımlar, yeni ötekiler yaratmışlardır: Sözde hakikati bilenler ve bilmeyenler ötekiler. Sonuç: Bıkkın, kendini tüketen bir dünya. Halbuki hakikate ulaşmak için insan sayısı kadar yol vardır ve her insan kendi içsel seyahatine çıkıp hakikati bu seyahatte aramalıdır. Her insanın o kendine has yolculuğu o kadar kıymetlidir ki… Hakikat ona ulaşanların karşısına çıkan o dilsiz yokluktur. “Ben”i bilerek “ben”den soyunmaktır.