“Kayıp bir hece"nin peşinde

Diyarbakır, Murat Özyaşar için sadece coğrafî olarak sınırlandırılmış bir yer değil. Yahut biyografisinde yer alan hâlinden çok daha fazlası. Aslından fazlası var…

11 Temmuz 2019 10:00

Aslında bir itirafla girmeli söze. Birtakım ezberlerden kaynaklanan peşin hükümlerin insanı nasıl açıkta bıraktığına dair bir itirafla… Murat Özyaşar’ın, Aslı Gibidir – Diyarbakır Hikâyeleri kitabıyla ilgili bir itiraf bu. Bir yanılgının ve bunda ısrarın itirafı. Kendi adıma bir yanılgıdan söz edeceğim. Ve biraz özel hayattan kısımlar barındıracak…

Aslı Gibidir’e dair ilk sohbet ettiğimizde -daha yayımlanmadan önce- Murat Özyaşar’a “erken değil mi” sorusunu ilk yöneltenlerdendim. Peşinen karşıydım. Kitapta yer alan kimi metinleri daha okurun karşısına ilk çıktıkları dergi veya gazetelerde okumuş, hatta birinin IAN Edebiyat aracılığıyla okurla buluşmasında vesile de olmuştum…  Kısacası, daha önceden aşina olduğum bu metinlerin “Diyarbakır Hikâyeleri” alt başlığı altında bir araya gelmesine nedense karşı duruyordum. Erken diyordum.

Neden? Gözümün önünden geçen satırları, Murat Özyaşar’a aktarıyordum. Cahit Sıtkı Tarancı’nın Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektuptan satırlardı bunlar. 20 Ağustos 1933 tarihli, “Diyarbekir”den gönderilmiş bir mektup…  (10 Aralık 1937 gün ve 7789 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ve 18 Aralık 1937 tarihinde çıkan kararname ile, şehrin resmî adı Diyarbakır olmadan önce yazılmıştır bu mektup. O yüzden şehrin adını “Diyarbekir” diye zikreder Cahit Sıtkı…)

“Benden, avlulu, havuzlu, bahçeli bir şiir istemen hoşuma gitmedi ziyacığım. … Hele ‘Diyarbekir kokulu’ tabirin hakiki bir şairin ağzından çıkacak bir laf değil. Diyarbekir kokulu, Kayseri kokulu, Trabzon kokulu şiir olur mu Ziyacığım? (…) Burada da bana soruyorlar: ‘Cahit Bey, Diyarbekir hakkında bir şey yazmadınız mı?’ Cevap vermek istemiyorum, verecek olsam suallerinin saçmalığını yüzlerine vurmak lazım. (…) Diyarbekir’i benim şiirlerimle tanımak hevesinden vazgeç Ziyacığım.”[1]

Bunu söyleyip Murat Özyaşar’ın Cahit Sıtkı’nın karşı durduğu hataya düşmemesini salık veriyordum. “Ne demek Diyarbakır yazıları kitabı?” diye itiraz ediyordum. Kitap fikrini sabırla izah etmişse de ikna edememişti. Son günlerde Aslı Gibidir’i yeniden okurken içine düştüğüm peşin hüküm yanılgısını fark ettiğimi itiraf etmeliyim. Söze bu kadar dolambaçlı yoldan girmemin sebebi de biraz bu kabahatlilik hâli. Alt başlık altında gizlenmiş bir girdap içinde dönenip duruyordum. Selçuk Demirel’in desenlerinde dolanıyordu gözüm… Soruyordum sessizce; öykü mü bunlar? Yazılar mı? Öykü-yazı-deneme-anı arası kurulmuş cümleler mi? Şehri mi anlatıyordu gerçekten? Diyarbakır kokulu bir kitap mıydı Murat Özyaşar’ın derdi… Elbette hayır!

“Diyarbakır’da Yaşamak” başlıklı ilk yazıda tüm hızıyla “ora”nın nasıl bir yer olduğunu, “orada” yaşamanın, “orayı” yaşamanın nasıl bir şey olduğunu, “oradan” “oraya” bakmanın, “oralı” gündelik hayatın, siyasetin, hayata bakışın ama en çok da dilin, “oranın dili”nin nasıl bir hayat demek olduğunu izah ediyor Özyaşar. Hücresinden organlarına ve tüm sistemine kadar Diyarbakır’ı ve Diyarbakır’da yaşamanın ne olduğunu “dile getiriyor.” Kolaylıkla, kepenk kapatmalardan girebilirmiş söze, yahut ilk yayımlandığı tarih olarak “Sur”da yaşananların sıcaklığının da etkisiyle Toledo’dan(!) bile bahsedebilirmiş. Düşünsenize ironiyi… Ama dedim ya derdi başka Özyaşar’ın bu yazılarda ve kitabın tamamında… Daha ilk avazda “dil”den giriyor söze Özyaşar. Bunun üzerine tekrar okuyunca kitabı, baştan sona ve bir daha ve bir daha… Her şey, daha da netleşiyor. Hemen aklıma geliyor: 28 Şubat 2017’de, Bursa’da Nilüfer Belediyesi’ne bağlı Akkılıç Kütüphanesi’nde yaptığı söyleşide bir okurun sorusunu şöyle cevaplıyordu Özyaşar: “Ben dile inanıyorum. Dilin her şeyden daha güçlü olduğuna inanıyorum. Benim sığınabileceğim tek yer orası...”

Aslı Gibidir’deki tüm yazılarda “ora”yı yani Diyarbakır’ı, oralı olmayı, oralıyı, oranın yaşamını, oranın değişen ismini, oranın duvarlarındaki kurşun deliklerini, oranın esrarkeşini, oranın polisini, oranın askerini, oranın sinemasını, oranın sinemacısını, devletin oradaki varlığını, imajını kendi sığınağından dil marifetiyle, dilden hareketle anlatıyor…

Diyarbakır’a birkaç kere giderek, oradan “şöyle bir geçerek” birtakım sosyolojik, akademik referansları bol yazılara imza atmak mümkün elbette. Bu kitap için “Murat Özyaşar, devlet aygıtını…” diye söze giren yazılar kaleme almak da mümkün. Ancak o zaman ıskalanan şeylerin sayısı çoğalıyor. Romantik ve o güzel klişelere yaslanarak, Murat Özyaşar “içinden insan geçen” metinler kaleme alıyor demek de kolay. Daha başka bir şey yapıyor Murat Özyaşar bu yazılarda. Sığınağım dediği dil aracılığıyla, uzak yakın tarihiyle bir şehrin içinden, o şehrin ve oralının çilelerinin, alaycı tebessümlerinin, insanlarının arasından geçiyor…

Öyle ya, kepenk kapatma eylemlerine, herhangi bir zamanda Diyarbakır’a -çok değil- bir haftalık bir ziyarette bulunanlar bile denk gelmiş olabilir. Hâliyle döndüklerinde anlatacakları sahnelerin ifade biçimi değişecektir. Ancak kepek kapatmanın “dildeki” tezahürünü ancak o dili bilen biri anlatabilirdi bize. Onu yapıyor işte.

Nasıl bir dil peki bu? Tam ortadan yarılmış bir dil. Yer yer imgelerle dolu. Çok zaman kırık. Kırma bir dil. “Diyarbakır’da Yaşamak” başlıklı ilk bölümde hadisenin “dil”sel yönünden yola çıkıyor Özyaşar. Yani kendi sığınağından, en iyi bildiği yerden… Diğer yazılarda da bu olgunun etrafında oluşturuyor; evden okula, sokaktan tren garına, nice Diyarbakır’da geçen hikâyeyi “dil” üzerinden ortaya koyuyor.

Yine 28 Şubat 2017’de, Akkılıç Kütüphanesi’ndeki söyleşide kendi öykülerindeki dile dair cevabında şunları söylüyordu Özyaşar; “Ben Kürt’üm. Anadilim Kürtçe. Türkçeyi sonra öğrendim. Bu iki dillilik dolayısıyla Türk edebiyatında da dünya edebiyatında da ilgimi çekenler arasında başta gelenler, ana dilinde yazmayanlar olmuştur. Yaşar Kemal, Bilge Karasu, Cemal Süreya, Ahmed Arif, bu isimlere Metin Kaygalak’ı dâhil edebiliriz. Bunlar dili nasıl kullanıyorlar? Ona bakıyorum. Ana diliniz olmadığı için siz başka bir katmandan konuşmak zorundasınız. Hâliyle imgeye yöneliyorsunuz. Öykü yazarken, sokakta konuşurken kuracağınız cümlede ana diliniz ve öğrenip 'yazmaya çalıştığınız' dil birbirine giriyor. Birbirine bulaşıyor. Birbirini kırıyor. Ve kırma bir dil ortaya çıkıyor. Diyarbakır’da temiz bir Türkçe konuşulmuyor çünkü kimsenin anadili değil, temiz bir Kürtçe de konuşulmuyor çünkü yasak. İki dile de hâkim olmadan anlayamayacağınız bir gramatik aksaklıklarla dolu bir dil çıkıyor karşınıza. Aksayan dil de kendini düzeltmek için mecazlara ihtiyaç duyuyor.”

“Muhteşem İmkânsızlık” yazısında da bu “kırılma”dan, “kırma” yapıdan söz ediyor ve Dünya Ana’nın “kimsiz kaldım” cümlesindeki eksik hecenin, oralıların ve kullandıkları dilin kaderinde aranması gerektiğinin altını çiziyor. Şehrin içinden, insanların arasından geçerken daha ilk yazıdan itibaren, dili “lal olmuş” bir coğrafyanın derdini aslında “lal olmuş” bir biçimde anlatıyor. Zira satırlar arasında karşımıza çıkan ve pek çok yerde kendisine sorulan “neden Kürtçe yazmıyorsun?” sorusunun cevabını ancak dilinin neden “lal olduğunu” izah ederek verebiliyor. Açıkça şunu “imâ ediyor” Özyaşar; sandığımız kadar Türkçe de yazmadığını, hep bir şeylerin eksik kaldığını hissettiğini kimi yerlere gizlediği “zarif Türkçe” ile “dile” getiriyor… Sentaks, fonetik, semantik vs kavramları bir kenara koyalım, “eqo piçe” hikâyesinden Diyarbekir’ın bir kalem hareketiyle Diyarbakır’a nasıl döndüğüne, kimsiz kalan Dünya Ana’dan nice ezbere bildiğimiz kelimelerin bugün geldikleri anlamlara kadar tüm Diyarbakır’ın ve aslında o coğrafyanın dilinde eksik kalan hecenin peşinde, mecazın, imgenin ve hatta imâ etmenin örneklerini veriyor bize.

Malum, kitabın adı Aslı Gibidir. Alt başlığını zaten biliyoruz “Diyarbakır Hikâyeleri.” Ancak satırlar arasında dolaştığınızda fark ediyorsunuz, Diyarbakır, Murat Özyaşar için sadece coğrafî olarak sınırlandırılmış bir yer değil. Yahut biyografisinde yer alan hâlinden çok daha fazlası. Aslından fazlası var… Sadece doğduğu, büyüdüğü yer değil. Her unsuruna hayran olduğu, açıkça “büyü”lendiği ve özellikle sesini duyduğu hâliyle “söze” döktüğü bir şehir. Bir hayat. Geniş anlamıyla “Doğu” sözünü doğrudan söylemez. İmâ eder çok zaman. Murat Özyaşar da satır aralarına “imâ”lar yüklüyor Aslı Gibidir’de. Peki, lal olmuş bir dille nasıl imalarda bulunabilirsiniz ki? O yüzden eksik heceleriyle, tüm aksamalarına dikkat çekerek bunun gerçek sorumlusunu işaret ederek söylüyor sözlerini. Murat Özyaşar, kelimelerin haricinde el kaldırarak, bakarak, göstererek, dolayısıyla utandırarak, ah ederek, anlatarak dile getiriyor tüm aksanı ve aksayan yanlarıyla Diyarbakır’ı. O aksaklıkları, oralıları, oranın yaşamını ve tüm siyasî-fizikî yönleriyle coğrafyayı anlatırken aslında Türkiye’yi de anlatıyor. Yoksa ancak dünyanın tüm dillerinde ağırlanabilecek Meryem Ana’yı veya Dünya Ana’yı sadece bir iki şehirle sınırlamak mümkün mü? Asla!

Özyaşar, 28 Şubat 2017 tarihli söyleşide, “çift dillilik” meselesinden söz ederken, İskender Savaşır’ın Kelimelerin Anayurdu ve Tarihi kitabına atıfta bulunmuş ve Türkçeye çok şey katan Yaşar Kemal ve Bilge Karasu’nun Türk olmamasını hatırlatmıştı. Sonra Savaşır’dan alıntılamıştı: “Türkçenin Türklere terk edilemeyecek kadar kıymetli bir emanet olduğunu düşünüyorum.”

Aslı Gibidir, en başta dili ve “dil” derdi itibariyle öykülerinin yanında, en az onlar kadar hassasiyetle okunması gereken, iki dilin içinde kimliksiz ve kekeme kaldığını söyleyen bir yazarın dille ve o dili öğrendiği yerin kaderiyle hesaplaşması…

 

Ana görsel: Selçuk Demirel 


[1] Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya’ya Mektuplar, s. 50, Varlık Yayınları, 2. Basım, 2001