Foti Benlisoy ile Stefo Benlisoy'un kaleme aldığı Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş Bir yol: 'Hıristiyan Türkler' ve Papa Eftim, önümüzdeki günlerde İstos yayınlarından yeni baskısını yapıyor. Kitabın Giriş bölümünü Tadımlık olarak sunuyoruz.
“İsmet Paşa Venizelos geldiler,
Trampa yapmaya karar verdiler,
Acap bunu bi ferde mi sordular
Dünya kurulalı görülmemiştir.
Türkiyadan kaldırdılar bizleri
Kan ağlayor hepimizin gözleri
Heç kimsenin gülmez oldu yüzleri,
Bir yadirgi yere sürdüler bizi.
Kilisayı mektepleri terk ettik,
Eşyaları paraları sarf ettik
Andalayi [mübadele] yapanlara kahrettik
Her birimiz bir tarafa atıldık.”
Kayserili Ortodoks ruhani, Papa Neofitos’un 1924’te Selanik’te Yunan harfleriyle Türkçe, yani Karamanlıca olarak yayımlanan “Milli Felaket” adlı kitabındaki “Lozan Antlaşması Üzerine” (Περί της Συνθήκης της Λωζάνης) adlı şiiri bu dizelerle başlar.[1] Şiir, mübadele nedeniyle yaşanılan acıları, çekilen sıkıntıları, düşülen perişanlıkları aktarır: “Terk eyledik saray gibi evleri / Mekân tuttuk dağ başında köyleri,” “Çokları da açık çıplak kaldılar / Evinden bağından mahrum oldular.” Mübadele sırasında ölenler, kaybolanlar, ailelerin parçalanması, insanların mallarını mülklerini, doğup büyüdükleri topraklarını terke zorlanmalarından bahsedilir.[2]
Yunan harfleriyle yazılmış Türkçe kitabın önsözüyse Yunanca kaleme alınmıştır. Önsözde Neofitos, soydaşlarının Anadolu’da uğradığı felaketlerin onun için ilahi bir ilham kaynağı teşkil ettiğini belirtir. Neofitos, “ulusun ölümsüz öğretmeni” diye andığı ve Yunan milliyetçi panteonunun başta gelen figürlerinden olan düşünür ve devrimci Rigas Fereos’u (1757-1798) anarak onun şiirlerinin “kutsal vatanımızın” “zalim tiranlardan” kurtuluşunda oynadığı rolün altını çizer. Neofitos kendi dizelerinin de benzer bir etki yaratmasını istercesine, Anadolu’da uğranılan felaketlerin müsebbibi olan “fırkacılığın” ve siyasi hırsların ortadan kalkması için “ulusal tarihimizin bu trajik vakalarının” her Yunanın belleğine kazınması gerektiğini belirtir.
Yunanca önsözdeki Helen ulusal kimliğiyle özdeşliği ifade eden milliyetçi dile, az evvel bir kısmını aktardığımız Türkçe şiirin genelinde rastlanmaz. Neofitos beyitlerinde daha çok mübadele kararını alan politikacıları eleştirir, kendilerine Lozan’da “içirilen zehir”den bahseder ve “Yunanistan toprağına düşürül”melerine yanar. Mübadeleyi kimseye sormadan gerçekleştirilen bir “trampa” olarak değerlendirir, sürülmekten, dört bir yana savrulmaktan bahseder. Metnin neredeyse tamamına sinen bu olumsuz havaya karşın şiir geleceğe dair umutla sona erer. Üstelik şiirin bütününde memleketlerinden koparılıp yaban ellere atıldıkları, “sürüldükleri” söylenen muhacirlere bu sefer “ata toprağı”na geldikleri ve bir gün bu felaketlere sebep olanlardan hesap soracakları söylenir: “Atamız yurdudur gün göreceğiz / Vakit gelip murada ereceğiz / Canavara bu hali soracağız / Cinsimizdir bize yardım edecek.” Bir yandan “trampa,” hatta “sürgün” edilmelerine, yaban ellere atılmalarına feryat edilirken diğer yandan da artık “ata yurdu”na geldikleri, “cins”lerinden yardım görecekleri vurgulanır. Neofitos’un satırlarındaki bu çift dilliliğinin, mübadelenin hemen akabinde akut bir biçimde yaşanan bir kimlik yarılmasını aksettirdiği rahatlıkla iddia edilebilir.[3]
Elinizdeki çalışma, sürgün olmak ile ata yurduna dönmek arasındaki işte bu çelişkili hali, bu yarılmayı, özellikle de bu kimlik karmaşasının rakip milliyetçilikler arasında nasıl bir rekabet konusu haline geldiği hususunu ele alacak. İlgili literatürde çoğu zaman “Karamanlı” olarak anılan Anadolu’nun Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyan ahalisi, on dokuzuncu yüzyılın özellikle son çeyreğinden itibaren birbiriyle çekişen Yunan ve Türk milliyetçiliklerinin talep ve iddialarının konusu olmaya başlar. Bu toplulukların neticede hangi “hayali cemaatin” parçası kılınacağı tartışması, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Patrikhane’den bağımsız, ulusal nitelikte müstakil bir Türk Kilisesi’nin kurulması çabası dolayısıyla bir “kilise ihtilafı” olarak somutluk kazanır. Elinizdeki çalışma işte bu kilise çatışmasını ele alarak birbiriyle bağlantılı bir dizi sorunun cevabını arıyor: Yunan ve Türk milliyetçilikleri Anadolulu Türkdil (Türkofon) Ortodoksları kendi ulusal cemaatlerine dahil etmek adına hangi söylemsel stratejileri devreye soktular? Bu topluluğun Yunan milliyetçiliği açısından dilsel, Türk milliyetçiği açısındansa dinsel aykırılığı ya da “anomalisi” nasıl bertaraf edilmeye çalışıldı? Söz konusu söylemsel stratejiler, aynı milliyetçi projeye bağlı farklı ulusal kimlik tanımları arasındaki rekabet bağlamında kimin Yunan ya da Türk sayılıp sayılmaması gerektiğine dair tanımlarda hangi değişiklikleri gündeme getiriyordu? Özellikle Türk milliyetçiliği açısından gayrimüslim bir topluluğun Türk sayılması, bizatihi Türk ulusal kimliğinin inşa süreci açısından ne anlama gelecekti? “Hıristiyan Türkler” teması bizatihi Türklüğün nasıl tarif edilmesi gerektiği hususunda ve Türk milliyetçiliğinin dini aidiyetle, spesifik olarak da İslam’la ilişkisinde nasıl bir kırılmaya denk düşüyordu?
Bu sorulara cevap aramaya geçmeden önce az evvel andığımız Kayserili papaza geri dönelim. Mübadelenin hemen ardından, kendisi de mübadil olan Neofitos’un Selanik’te Türkçe (Yunan harfleriyle Türkçe) bir şiir kitabı yayımlıyor olması elbette bir tesadüf değildir. Zira Neofitos’un acı ve özlemlerini aksettirmeye çalıştığı insanların (ve dolayısıyla potansiyel okurlarının) önemli bir bölümü Türkçeden başka bir dil konuşamıyordu. Osmanlı Anadolusu’ndaki Rum Ortodoks nüfusun önemli bir bölümünün Türkdil oluşu, yani anadillerinin Türkçe olması, günümüz okuyucusunu muhtemelen şaşırtacaktır. On dokuzuncu yüzyılda Anadolu’nun ağırlıkla iç kesimlerinde bulunan, ama kuzeyde Karadeniz’deki kimi cemaatlerden güneyde Kilikya ve Antalya’ya, batıda Bursa ve Aydın’a doğudaysa Kayseri ve Sivas vilayetlerine kadar uzanan geniş bir alandaki Ortodoks topluluklar arasında Türkçe hâkim konumdaydı. Türkçenin Anadolu’daki Ortodoks cemaatler arasında ne derece yaygın olduğu, kendisini Anadolulu Rum Ortodoks toplulukların tarih, toplumsal yaşam ve kültürlerini incelemeye adamış bir kuruluş olan Küçük Asya Araştırmaları Merkezi[4] tarafından derlenen verilerde net biçimde ortaya konulmuştur. Buna göre (Roma dönemi Anadolusunun idari taksimatına uygun olarak tasnif edilen verilere binaen), “Kapadokya”daki toplam seksen bir Ortodoks cemaatten kırk dokuzu Türkçe konuşuyordu. Isparta, Burdur ve Antalya ile Konya illerinin bir kısmını kapsayan “Pisidya”da altı Ortodoks cemaatin tümü, günümüzde Eskişehir, Afyon ve Kütahya’nın kapladığı “Frigya”da da on dokuz cemaatten on dördü Türkdilliydi. Antalya’nın doğusunu kapsayan “Pamfilya”da yedi cemaatten altısı Türkçe konuşmaktaydı. Esasında Anadolu Ortodoks cemaatlerinin ortaya koyduğu dilsel manzara çok daha karmaşıktı. Yine aynı kaynağa göre, İznik, İzmit körfezi, Sakarya ve Bursa arasındaki bölgeyi kaplayan “Bitinya”da on üç, Fırat nehri bölgesinde beş cemaat ise Ermenice konuşuyordu. “Kilikya”da iki Ortodoks köyü Arapça konuşurken, Çanakkale Boğazı’nın Anadolu yakasında üç köyse Bulgarca konuşuyordu. Dicle bölgesinde Kürtçe ve Süryanice konuşan birer Ortodoks köy vardı.[5]
Bu tür dilsel “hususiyetler” elbette ki İmparatorluğun Ortodoks nüfusuyla sınırlı değildi; “Karamanlılar” fenomeni, Osmanlı dünyasındaki biricik ve yalıtılmış bir örnek sayılamaz. Türkçe yazmak için Ermeni alfabesini kullanan, Türkçe konuşan Ermeniler Anadolu’daki Ermeni nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturuyordu. Balkanlar’da Türkdilli olan ve Türkçe yazmak için Kiril alfabesini kullanan Slav topluluklar mevcuttu. Frangolevandini (Φραγκολεβαντίνοι), yani Yunanca konuşan Katolikler, Yunancayı Latin alfabesiyle (frangohiotika / Φραγκοχιώτικα) yazıyorlardı. Benzer şekilde, İstanbul’un Yunanca konuşan Yahudileri (Romanyot) Yunanca yazmak için İbrani alfabesini kullanıyorlardı. Yine İstanbul’un Hasköy gibi Yahudilerin yoğun olarak bulunduğu mahallelerinde mukim olup Ladino konuşan Ortodoks Hıristiyanlar bulunmaktaydı.[6]
Konuşulan dilin insanların kolektif kimliğini tayin etmede asli bir kıstas sayılmadığı bir çağda dilsel çeşitliliğin bugünkü anlamda bir siyasal ya da dini ehemmiyeti yoktu. Siyasal iktidarın ya da kilisenin dili yerel dillerle rekabet içinde değildi, tüm bu diller elbette belli bir hiyerarşi dahilinde birarada var olabiliyorlardı. Ortodoks gelenekte de dil farklılıkları (çeşitli diller veya diyalektler) “siyasal” bir öneme sahip değildi; çünkü bunlar kilisenin diline şu ya da bu biçimde tesir etmiyordu. Ortodoks cemaatine ait olmanın herhangi bir dili kullanıyor olmakla ilgisi yoktu. Aslına bakılırsa anadilin veya yerellerde konuşulan dil ve lehçelerin seçkinlerin “resmi” dilinden ya da ayin dilinden apayrı bir lisan olması, tarım toplumlarının ya da kapitalist modernlik öncesi zamanların genel bir karakteristiğiydi. Hatta kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşması ve modern ulus devlet formunun şekillenmesi öncesinde toplumların dilsel benzerlik ve homojenizasyondan ziyade dilsel farklılaşmayla tanımlandıkları söylenebilir. Devletler ve hâkim sınıflar tebaalarının kültürel ve dilsel anlamda homojen olmasıyla ya da aralarındaki iletişimin yoğunlaşmasıyla ilgilenmezlerdi. Zaten bu tür devlet yapıları kitleleri müşterek bir kültürde bütünleştirecek maddi araçlara da sahip değildiler. Bu nedenlerden ötürü “Karamanlılar”ın, daha doğrusu Anadolu’nun Türkdilli Ortodoks Hıristiyanlarının nevi şahsına münhasır istisnai bir vaka olarak ele alınmaması gerekir.
Bu noktada, çalışmamızın hemen başında önemli bir hususa dair bir uyarı yapmak elzem gibi görünüyor. Günümüzde Türkdilli Anadolulu Ortodoksları tanımlamak için Türkçe ve Yunanca Osmanlı tarihyazımında “Karamanlı / Καραμανλήδες” tabiri, yaygın olarak kullanılıyor. Oysa aynı ifade, on dokuzuncu yüzyılda, özellikle de başta İstanbul olmak üzere kent merkezlerinde Anadolu Ortodokslarını hor görmek, onların aşağı sınıfsal pozisyonları ve taşralılıklarının getirdiği kültürel ve eğitsel yetersizliklerini, “kabalıklarını” ve adab-ı muaşeret yoksunluklarını vurgulamak için kullanılan aşağılayıcı bir terimdi. Bu anlamıyla da “Karamanlı” tabiri Anadolu Ortodoksları tarafından kullanılmaktan kaçınılan, bazen de tepkiyle karşılanıp reddedilen bir ifade olmuştur. Dolayısıyla bu terimi günümüzde kullanırken bu tarihsel arka planı göz önünde bulundurmak gerekir. Bu kaygıdan dolayı, bu çalışmada “Karamanlı” tabiri kullanıldığı zaman onun tırnak içerisine alınması tercih edilmiştir.[7]
“Karamanlılar” ya da daha doğru bir ifadeyle Anadolulu Türkdil Ortodoks Hıristiyanlar, çoğu durumda dilsel ve kültürel çeşitliliğin bir örneği, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki halkların ve inançların iç içe geçmişliğinin bir tezahürü olarak ele alınmıştır. Bu topluluklara has yazım biçimi olan Karamanlıca, yani Yunan harfleriyle yazılmış Türkçe ve bu yazım biçimini kullanan görece zengin bibliyografya Yunan, Türk ve Avrupalı araştırmacılar tarafından incelenmiştir.[8] Ne var ki, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılların yükselen milliyetçilikleri ile Anadolu’nun Türkdilli Ortodoks Hıristiyan nüfusu arasındaki ilişkinin derinlemesine ele alındığını söylemek mümkün değildir. Yunan irredantizminin Anadolu’daki Ortodoks cemaat örgütlenmeleri üzerindeki etkileri ve de bu cemaatlerin kolektif öz-farkındalıkları hususu bir ölçüde incelenmişse[9] de Türk milliyetçiliğinin bu topluluklara dair talep, iddia ve girişimleri ve bunların Anadolulu Ortodokslar üzerindeki etkisi neredeyse hiç tartışılmamıştır.
Anadolu Ortodoks cemaatlerinin önemli bölümünün “dilsel Türklüğü” ve kendilerine has kimlik biçimleri, kültürel standartlaşma ve homojenleşmenin artık kural haline geldiği on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında önem kazanmaya başladı ve rakip milliyetçiliklerin ilgi alanına dahil oldu. Böylece “Karamanlılar” giderek Yunan ve Türk milliyetçi söylemleri arasında bir rekabet ve çatışmanın konusu haline geldi. Yunan milliyetçilerine göre Küçük Asya’nın iç kesimlerinin kadim halkları, Helenistik dönemde Yunanlaşmış ve dilleri de tedrici olarak Yunancayla ikame olmuştu. Hıristiyanlığın yayılmasının ardından Yunan dili ve kültürü hem kent merkezlerinde hem de kırsal alanlarda hâkim konuma gelmişti. Ancak çok sonra, Türk istilalarıyla bu durum tersine çevrilmiş, istilaların kıyıcılığı, Türklerle uzun süre bir arada yaşamak zorunda kalmak, sahil bölgelerindeki Yunanca konuşan topluluklardan yalıtılmışlık gibi faktörler, Yunancanın tedrici olarak ortadan kalkması sonucunu doğurmuştur. Yani Yunan milliyetçi yazınına göre bu topluluklar, lisanları ulusal tarihin med cezirleri arasında Türkleşmiş Yunanlardan ibaretti. Yunan kökenden geliyorlardı; fakat zor yoluyla ve de Anadolu’nun sahil bölgelerindeki Yunanca konuşan Ortodoks cemaatlerden yalıtılmış olmanın sonucunda giderek Türkçeyi kabullenmek durumunda kalmışlardı.
Türk milliyetçileri ise Anadolu’nun Türkçe konuşan Hıristiyanlarının Türk oldukları iddiasını Yunan cenahındaki benzerlerine kıyasla hayli geç bir aşamada dillendirmeye başladı. Anadolu Hıristiyanlarının Türk olduğu iddiası, Anadolu’nun esasen Türk olduğu fikriyle yakından bağlantılıydı. “Karamanlıların” Türklüğü, Türk milliyetçileri için Türklerin Anadolu’nun otantik sakinleri olduğunun önemli bir kanıtı ve Anadolu’daki Türk varlığının yakın zamanlı, yapay ve neticede geçici bir mahiyet taşıdığına dair Yunan (ve Batı) iddialarını çürütecek bir karşı argümandı. Bu teoriyle Anadolu’nun siyasal anlamda bölünmesi tehdidini cari kılan siyasal koşullar arasındaki bağ aşikârdır. Bu sebeple Anadolulu Hıristiyanların Türk olduğunu öne süren görüşler, daha on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren ileri sürülmüşlerse de tam da Anadolu’nun bölünmesinin yakın ve olası bir tehlike olarak gündemde olduğu Mütareke sonrasında ciddi bir yaygınlık kazanmışlardır. Anadolu’nun esasen Türk olduğu ve başka hiçbir ulusal topluluğa ait olamayacağı vurgusu, orada yaşayan Hıristiyanların da Türk olduğu iddiasını öne sürmeyi mümkün kılmıştır. Dahası, Hıristiyan Türklerin mevcudiyeti, Anadolu’daki Türk yerleşiminin yakın bir zamana dayanan sathi bir durum olmayıp derin tarihsel köklere sahip olduğunun bir kanıtı kabul ediliyordu. Bu teoriye göre Anadolu’nun Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyanları kadim zamanlarda Anadolu’ya yerleşmiş Türk kavimlerinin torunlarıydılar. Daha da detaya girersek, Türkdil Hıristiyanların soyu, dört bin yıl önce yarımadada yaşamış olan otokton Turanî topluluklardan geliyordu. Turan kökenli nüfus, Bizans döneminde Hıristiyanlığı benimsemiş ama dilini, dolayısıyla da ulusal kimliğini muhafaza edebilmişti. Bu yaklaşımın başka bir versiyonuna göre ise “Hıristiyan Türkler,” Bizans ordusuna hizmet etmiş ve Hıristiyanlığı benimsemiş Türk köylü-savaşçıların ya da tüccarların soyundan geliyordu. Bunlar Ortodoks ritüellerini Türk dilinde yerine getirmişse de gelenekleri ve halk kültürleri esas itibariyle Türk kalmıştı.
Kısacası, Anadolu’nun Türkdil Ortodoks nüfusu, dilsel hususiyeti nedeniyle yirminci yüzyılın başında Yunan ve Türk milliyetçilikleri arasında, bunların dilce Türkleşmiş Yunanlar mı, yoksa Hıristiyan Türkler mi oldukları hakkında bir tartışma doğurur. Söz konusu ihtilaf, 1919-1922 Yunan-Türk savaşı sırasında, elinizdeki çalışmanın konusunu da teşkil eden, bir Türk Ortodoks Kilisesi kurulması girişiminin yolunu açacaktır. Yunan ve Türk milliyetçilikleri arasındaki bu rekabet, her iki milliyetçiliğin de “Karamanlıları” kendi ulusal topluluğuna dahil etme çabasından kaynaklanır. Bu rekabet ve çatışma ortamında Türkdil Ortodokslar, yaşadıkları bölgedeki hâkim toplumsal kültür, yani Türk / Müslüman kültürüyle, Yunan Krallığı’nın kurulmasıyla gelişen ve bölgeye de yayılan Yunan / Ortodoks ulusal kültürü arasında kalmış ve bu ikisi arasında bir tavır almaya zorlanmıştır.
Türkdil Ortodoks Hıristiyanların “hakiki” kökeninin ne olduğu sorusu çalışmamızın sınırları dışında kalıyor. “Karamanlıların” Yunan mı yoksa Türk mü olduğu sorusuyla ilgilenmek niyetinde değiliz. Aslına bakılırsa bizzat böylesi bir soru hayli sorunludur; zira yüzyıllara yayılan, kesintisiz bir milli şecere fikri üzerine bina olmuş ulusların tarihin asli aktörü olduğunu benimseyen bir yaklaşım, en hafif tabirle anakroniktir. Bu çalışmada ele alacağımız esas konu, Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyanların kökenine dair rakip milliyetçi iddialar arasındaki antagonizmadır.
Türk ve Yunan milliyetçi söylemleri, Anadolulu Hıristiyanların kendilerine mahsus kimliğini ulusal terimler dahilinde tanımlamanın yollarını aradılar. Her iki milliyetçilik için de bu hususiyet, milli seçkinlerin yardımlarıyla düzeltilmesi gereken marazi ve hatta dejenere bir durumdu. Türkçe konuşan Hıristiyanlar aynı anda ulusal kültürün hem saf, yani bozulmamış bir örneği hem de onun yozlaşmış bir versiyonu olarak görüldüler. Aslında Türkdilli Hıristiyanların popüler kültüründeki hangi öğelerin milli kültürü temsil edeceğine, hangilerininse dejenere oluşun bir misali olarak kabul edilerek dışlanacağına karar veren rakip milliyetçi elitlerden başkası değildi.
Böylece Anadolu’daki Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyanların hangi ulusal cemaate ait olduğu ya da olması gerektiği tartışması, on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren ortaya çıkar ve Milli Mücadele döneminde İstanbul’daki Ekümenik Patrikhane’den bütünüyle bağımsız bir Türk Ortodoks Kilisesi'nin kurulması çabasıyla zirveye ulaşır. İşte elinizdeki kitap, iki rakip milliyetçilik arasındaki çekişmenin “kesin” bir mahiyet kazandığı bu zaman aralığına odaklanıyor. Bu vakanın, yani rakip milliyetçilikler arasındaki bu somut çekişme alanının milliyetçiliğin ulusu icat / hayal etme yol ve yöntemlerini (ulusun “inşa edilmişliğini”) olduğu kadar onun tarafından harekete geçirilen söylemsel stratejileri de anlama çabamızda açıklayıcı bir örnek teşkil edeceğine inanıyoruz.
Anadolu’nun Türkofon Ortodoks Hıristiyanlarının Türklüğüne dair teoriler ancak özgün tarihsel bağlamında anlaşılabilir. 1919-1922 Türk-Yunan savaşı sırasında, Akdağmağden’den mahallî bir Ortodoks papazı, yani Papa Eftim, bir Türk Ortodoks Kilisesi tesis etme girişimine ön ayak oldu. Amacı, “Karamanlıları” Türk milliyetçi hareketi ve Ankara hükümetine bağlayarak Ekümenik Patrikhane’den ayrı ve Ankara hükümetine tabi bir kilise oluşturmaktı. Yerel kilise kadrolarından ve cemaat önderlerinden Eftim’in hareketine destek verenler oldu. Yukarıda andığımız Kayserili Papaz Neofitos şiirinin bir bölümünde bir “Türk Ortodoks” Kilisesi kurmaya çalışan Papa Eftim’in girişimlerinden de bahseder. “Üç Despotlar sürülmüşler geldiler / Hayli vakit Kayseri’de kaldılar / Papa Eftim’e de cevap verdiler / Türk Ortodoksu olmayız deyu” diye yazarak Anadolu’da kalmış kimi yüksek ruhbanın bu çabalara karşı aldığı tutumu vurgular.
Papa Eftim, İstanbul Fener’deki Ekümenik Patrikhane’den topyekûn bir kopuşta ısrar ediyordu. Ona göre Fener, dış güçlere tâbi konumdaydı ve Ortodoks Hıristiyanların Anadolu’da huzur içinde yaşamlarını sürmelerinin yegâne yolu, bir “fesat yuvası” haline geldiğini savunduğu Patrikhane’den kendilerini ayırmalarıydı. Özellikle Yunan ordusunun Anadolu’nun içlerinde bulunduğu 1921-22 yıllarında mesele, Ankara hükümeti için can alıcı bir hâl alır. Ankara, Papa Eftim’i ve “Türk Ortodoks Kilisesi” projesini destekleyerek Anadolu gayrimüslimlerine yönelik “Türk mezalimleri” propagandasını boşa çıkarmayı hedefliyordu. Türk milli kilisesi, Anadolu’da “esaret altındaki Yunanların” değil, Hıristiyan Türklerin var olduğunu kanıtlayacağından Yunanistan’ın mevcut toprak iddialarına karşı koymanın da bir yolu olacaktı. Dahası Milli Mücadele’nin uluslararası alandaki meşruiyetini ciddi bir biçimde örseleyen gayrimüslimlerin baskı gördüğü ve kırıma tabi tutulduğu iddiaları karşısında da ciddi bir argüman teşkil edecekti.
Burada önemli bir soru, söz konusu kiliseyi kurma girişiminin Ortodoks Hıristiyanlar arasında Türk milli hislerinin kendiliğinden bir biçimde tezahür edişi mi yoksa resmi makamlardan gelen baskının bir sonucu mu olduğuna karar vermektir. Aslında Türkdilli Hıristiyanların milliyetçilikler çağının gündeme getirdiği yeni koşullarda kendilerini milli terimlerle ne olarak ve nasıl tanımladıkları net değildir. Hiç şüphesiz kolektif öz-farkındalıklarını tanımlamada en önemli kıstas dindi. Ne var ki on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Türkofon Ortodoks Hıristiyanları Yunan ulusal cemaatinin bir parçası kılmak ya da “yeniden Helenleştirmek” için önemli çabalar söz konusu olmuştur. Anadolu’nun Ortodoks Hıristiyanları arasında bir Yunan milli kimliği tohumu saçabilmek için gerek Osmanlı Rum cemaati liderliğinin gerekse de Yunan devletinin yardımlarıyla okullar, eğitim ve edebiyat toplulukları, kütüphaneler, okuma odaları ve kulüpler tesis edilmişti. Bu faaliyetlerin geniş kapsamına rağmen her zaman başarıyla sonuçlandığı söylenemez elbette.[10] Ancak gene de, hiç değilse bu toplulukların kültürel ve ekonomik liderlikleri ve tahsilli genç kuşaklar nezdinde bir “Yunanlık” şuurunun oluşmuş olduğu rahatlıkla söylenebilir. Dolayısıyla bu toplulukların Türk olduğu iddiası, evvela bu kesimlerin tepkisiyle karşılaşacaktı.
İlginç olan, Türkdil Hıristiyanların etnik kökeni hususundaki ihtilafın o dönemde bu tipteki yegâne çekişme olmayışıdır. Cihan Harbi’nin nihayete ermesiyle beraber rakip milliyetçilikler Anadolu’yu etnik terimler üzerinden yeniden tarif etme arayışına girdiler. Anadolu üzerindeki toprak iddialarını Batı kamuoyu nezdinde meşrulaştırmak isteyen milliyetçiler, iddialarını büyük ölçüde demografik, etnolojik ve tarihsel argümanlara dayandırıyorlardı. Örneğin, Türklerin Anadolu’da çoğunluk olmadıklarını göstermek niyetinde olan Yunan propagandası kayıtlarda Türk görünen pek çok Müslümanın aslında Yunan-Hıristiyan kökenden geldiği iddiasını ortaya atmıştı. Buna göre Anadolu’daki Türklerin mevcut nicel varlığı ancak zorla İslamlaştırma, tehcir ve katliamla başarılmış doğal olmayan bir durumdu. “Türk istilasının” kıyıcılığı ve neticede kurulan baskıcı hâkimiyet, Anadolu’daki demografik koşulları kökten değiştirmişti. Dolayısıyla Anadolu Müslümanlarının önemli bir bölümü aslında Hıristiyan kökenliydi ve daha da önemlisi pek çoğu Yunanlıklarını muhafaza etmişti. Hatta bundan hareketle bu “Müslüman Yunanların” nihai kurtuluşlarını Türk hâkimiyetinin sona erdirilmesinde gördükleri dahi iddia edilmiştir. “Karamanlıları” da ilgilendiren bu türden iddialar, Anadolu’nun heterojen etnik ve dilsel gerçekliğini kültürel anlamda homojenleştirilmiş ulusal terimler içinde yeniden tanımlama çabalarının bir uzantısıydı.
Türkdil Ortodokslar üzerindeki milliyetçi rekabetin bir kilise ihtilafı biçimi alması elbette tesadüf değildir. Çalışmamızda din ile milliyetçiliğin gelişimi arasındaki ilişkiyi, ulusal kimlik oluşumunun yerel kiliselerin ulusallaşarak Ekümenik Patrikhane’den ayrılması süreciyle (yani eski rejimin dinsel kurumlarından kopuş ve kilisenin millileşmesi süreciyle) kol kola gittiği Osmanlı coğrafyasındaki örneklerle mukayese ederek ele almak niyetindeyiz. Milliyetçiliğin dinsel kurumlarla ihtilaf içerisinde geliştiği, birisinin yükselişinin diğerinin gerileyişine tekabül ettiği, milliyetçi hareketlerin dinsel otoritelerin karşısında ve onlara rağmen serpildiği genel kabul gören bir argümandır. Oysa biz, ulusal hareket ile dinsel merkez arasında bir çatışma varsayan bu modelin aksine milli cemaatlerin genel olarak dini cemaatlerin “ulusallaşması” sonucunda ortaya çıktığını iddia ediyoruz.[11] Bu çalışmada da Türk Ortodoks Kilisesi projesini milletlerin millileşme-ulusallaşma sürecinin bir örnek olayı, yani bir Türk Hıristiyanlığının imal edilmesi süreci olarak inceleyeceğiz.
Bu anlamda bir Türk Ortodoks Kilisesi tesis etme çabasını, Ortodoksluğun ekümenik cemaatinden Balkan yarımadasındaki modern ulusların kültürel anlamda homojenleşmiş dünyasına geçişle bağlantılı olarak ele almak gerekir. “Milliyetçilikler çağı” öncesinde Balkan Hıristiyan toplumu, siyasal anlamda Osmanlı hâkimiyeti, kültürel anlamdaysa Ortodoks Kilisesi altında birleşmiş haldeydi. Ulusal hareketlerin on dokuzuncu yüzyılda gelişmesi dinsel cemaati birbirinden ayrı ulusal / dinsel cemaatlere böldü. Aslında çatışma ekümenik / evrenselci Ortodoks cemaat ile modern ulusal cemaat arasında değil, farklı biçimlerde ulusallaşmış dinsel cemaatler arasındaydı. O nedenle Ortodoks cemaat içindeki bölünme, dinsel otoritelere karşı mücadeleden çok dinsel cemaatin yeniden tanımlanması süreciyle kol kola gitti. Bunun sonucundaysa bir Yunan, Sırp, Romen, Bulgar, Arnavut ve hatta bu çalışmada ortaya koymaya gayret edeceğimiz üzere bir Türk Ortodoks Hıristiyanlığı doğdu.
Yunan milliyetçiliğine göre “esaret altındaki Yunanlar” Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortodoks Kilisesine bağlı Ortodoks nüfusuydu. Ekümenik Patrikliğe tâbiyet ve Rum Ortodoks itikadı, “özgür” ve “esaret altındaki” Yunanlar arasındaki birincil bağ olarak görülüyordu. Milliyetçiliğin etnik köken ve dil gibi öteki öğeleri bu durumda uygun olmadığından, din, ulusal bağlaşıklığın belirlenmesinde en doğru kıstas olarak görülüyordu. Yani Anadolu’nun Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyanlarının Yunanlığının esas göstergesi, Ekümenik Patrikhane’ye bağlılıklarıydı. Tüm bunlar göz önüne alındığında bağımsız bir Anadolu Türk Kilisesi'nin yaratılmasını yalnızca kilise yapısını ya da dini meseleleri ilgilendiren bir olay olarak değerlendiremeyiz. Türkdil Hıristiyanların, merkezi İstanbul’da olan Ortodoks Kilisesi’nden ayrılmaları, Yunan ulusal bünyesinden ayrılmaları anlamına geliyordu. Aslında, az evvel de değindiğimiz üzere, bilhassa on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Balkanlarda, hatta kısmen de olsa Ortadoğu’da yaşanan tam olarak buydu. Örneğin, Osmanlı Makedonyası’nda bir Yunan ile Bulgar arasındaki ayrım, söz konusu şahıs ya da grubun Ekümenik Patrikhane’ye mi yoksa Bulgar Eksarhanesi’ne mi bağlı olduğu üzerinden kararlaştırılıyordu. Bir Yunan ile Türk arasındaki ayrım dahi dinsel terimler üzerinden tanımlanmıştı. Yunanistan ile Türkiye arasındaki zorunlu nüfus mübadelesi bu varsayımın teyit edilmesinden başka bir şey değildir. Kişinin mübadele edilebilirliğinin belirleyici kıstası dinseldi. Nihayetinde bu süreçte Tonya ya da Girit’te Yunanca konuşan bir Müslüman Türk kabul edilirken, Niğde’de Türkçe konuşan bir Ortodoks Hıristiyan da Yunan olarak kabul edilecekti.
Türkdil Ortodoks Hıristiyanlar vakasının incelenmesi, Türk milliyetçiliğinin seküler ve etnik sınırlarının anlaşılması açısından da kritik önemdedir. Bir Türk Kilisesi’nin kurulması çabası, Yunan tarihyazımında genel olarak kabul edildiği gibi Ankara hükümetinin göz boyama ve Yunan tarafı ile Patrikhane’yi sıkıştırmaya dönük basit bir taktik girişimi olarak değerlendirilmemelidir. Anadolu Hıristiyanlarının Türklüğüne dair teoriler, Türk ulusal kimliğinin inşa ediliş sürecinde kimin Türk sayılıp sayılamayacağı tartışmasının doğrudan bir parçasıdır. Milli Mücadele dönemi, farklı ve bazen birbirine rakip milliyetçi ulusal inşa projeleri arasında hâlihazırda kararsız olunduğu bir dönemdi. Kimin henüz inşa halindeki Türk ulusal kimliğine içerilip kimin dışlanacağı meselesi, bu alternatif milliyetçi projeksiyonlar arasındaki siyasal rekabetin bir ürünü olarak ortaya çıkacaktı. Bu anlamda Türkdil Hıristiyanların Türklüğünün kabul ya da reddedilişi, bizatihi Türklük tanımı üzerinde, kimin Türk kabul edilip edilemeyeceğine, yani ulusal topluluğun sınırlarına dair de sonuçlar doğuracaktı.
İleride ayrıntılı bir biçimde tartışacağımız üzere, belirsizliklerle dolu bu kritik devirde Türk milliyetçiliğinin ana damarı, Osmanlı Müslüman milletinin millileşmesi-ulusallaşması sonucu ortaya çıkmıştır. Yani İslam, hiç olmazsa 1920’lerin başında, Türk milli kimliğinin ayrılmaz bir parçası, hatta kurucu öğesi olarak kabul ediliyordu. Dolayısıyla bir ulusal Türk Kilisesi’nin tesis edilmesi çabası ve de Anadolu Hıristiyanlarının Türk olduklarına dair teoriler, Milli Mücadele’nin genel ideolojik temayülüyle çelişir gibi görünmektedir. Baskın durumdaki ulus tanımı, kişinin milliyetinin belirlenmesinde “hars” kavramını öne çıkarıyor, ırk yahut etnik köken ikincil konumda kalıyordu. Bu bağlamda etik-normatif bir sistem olarak din, ulusu teşkil eden kültürel birliğin mühim ve olmazsa olmaz bir bileşeni olarak görülüyordu. Türk ulusal hareketi önderliğinin Anadolu’daki farklı Müslüman etnik / dilsel gruplarla ittifak kurmasını mümkün kılan da bu İslam temeliydi.
Sonuçta, Türk milliyetçi çevrelerinde “Karamanlı” Hıristiyanların Türk kökenli olduklarına dair kanaat giderek yaygınlaşmış da olsa bu topluluk zorunlu nüfus mübadelesinden istisna tutulmamıştır. Bu tercihin, yani “Türk Ortodokslarının” inşa halindeki ulusal cemaatten dışlanmalarının belirleyici nedeni, Türk ulusal kimliğinin dini eksende tanımlanıyor oluşudur. Yani bir Türk Hıristiyanlığının inşa edilmesi girişimi, tam da hâkim milliyetçi projenin sınırlarıyla çatışması neticesinde akamete uğramıştır. Böylece “Hıristiyan Türkler” ve bir milli “Türk Kilisesi” kurma girişimi, Türk milliyetçiliğinde kat edilmemiş bir patika olarak kalmıştır.
Milli Mücadele devrinde hâkim olan dini ağırlıklı ulusal kimlik tanımı ve milliyetçi seferberlik söylemi, bir Türk Hıristiyanlığının oluşturulması önündeki en ciddi engeldi. Anadolulu Hıristiyanların ağırlıklı bir bölümünün Türk olduğu iddiası, politik getirileri ne olursa olsun, “Müslüman milliyetçiliğinin” sınırlarıyla ihtilaf halindeydi. Ancak 1920’lerin ikinci yarısından itibaren daha laik ve etnisite temelli bir milli kimlik tanımına doğru kayış da “gayrimüslim Türklerin” milli cemaatin içine alınmasını gündeme getirmedi. İlerleyen bölümlerde göç ve vatandaşlığa alma pratiklerine odaklanarak göreceğimiz üzere, Türklük ile gayrimüslim olmak birbiriyle telif edilemez sayılmaya, “Hıristiyan Türkler”den bahsetmek tanımı gereği çelişkili görülmeye devam etti.
Bir “Türk Kilisesi” kurma girişimi, tarihin oldukça “hızlandığı” bir dönemin uzun erimli hiçbir sonucu olmayan bir acaipliği, bir “cilvesi” olarak görülegelmiştir. Oysa bu çalışmada bu “ulusal kilise” kurma çabası, Yunan ve özellikle de Türk ulusal kimliklerinin inşası sürecini anlamak açısından belirleyici önemde ipuçları sağlayan bir hadise olarak ele alınacaktır. Bir Türk Hıristiyanlığının inşası çabasının başarı ya da başarısızlığının özellikle Türklüğün sınırlarının tanımlanması girişimleri açısından taşıdığı anlam üzerinde bilhassa durulacaktır.
***
Oldukça uzun bir zamana yayılan, olumlu, olumsuz farklı nedenlerle birkaç defa kesintiye uğrayan bu çalışma, sayısız insanın bilinçli ya da bilinçsiz esin, katkı ve yardımıyla gerçekleşti. Onların hepsini burada teker teker anmak oldukça güç, üstelik arada bazı isimleri atlamak gibi bir hataya düşmenin kaçınılmaz olması nedeniyle de riskli bir girişim olacağından bu süreçte yanımızda duran herkese toplu bir teşekkürü borç sayıyoruz. Dost ve yoldaşlarımızdan oluşan o büyük aileye sonsuz minnet. Burada sadece geçen yıl beklenmedik bir şekilde kaybettiğimiz Vangelis Kechriotis’i özellikle anmak istedik. Bu çalışmayı Vangelis'in hatırasına ve çağdaş bir cadı avına karşı haysiyetle direnmenin umut dolu bir örneğini veren "Barış İçin Akademisyenler"e ithaf etmeyi bir borç sayıyoruz.
FOTİ BENLİSOY
STEFO BENLİSOY
•
NOTLAR:
[1] Papa Neofitos, Εθνική Συμφορά, ήτοι θρήνοι Ποντίων, Σμυρναίων και εν γένει πάντων των Ανταλλαξίμων Προσφύγων [Milli Felaket yani Pontuslu, İzmirli ve Tüm Mübadil Mültecilerin Ağıtları] (Selanik: Tipois M. Triantafillou&Sia, 1924).
[2] Türkdil Anadolulu Ortodoks mübadillerin göç acısını, vatan hasretini ve asıl olarak da Yunanistan’da yerleştirildikleri mahallerdeki koşulları ve sıkıntıları dile getirdikleri Türkçe şiirlerinden bir seçki için bkz. Muhacirnâme-Karamanlı Muhacirler İçin Şiirin Sedası (İstanbul: istos yayın, 2016), haz. Evangelia Balta ve Aytek Soner Alpan.
[3] Foti Benlisoy, “Kayserili Papaz Neofitos’un Mübadele Şiiri: ‘Türkiyadan kaldırdılar bizleri/Kan ağlayor hepimizin gözleri’” Toplumsal Tarih, Haziran 2006, sayı 150, s. 48-51.
[4] Küçük Asya Araştırmaları Merkezi tarafından oluşturulan, Ortodoks Rum mültecilerin göçleri, memleketlerindeki toplumsal yaşamları, kültürel gelenekleri ve ibadetlerine ilişkin sözlü tanıklıklarına dayalı arşivi etnografik açıdan ele alan bir çalışma için bkz. Penelope Papailias, “Mülteci Belleği veya Bir Yunan Kurumu Üzerine Notlar,” Hatırladıklarıyla ve Unuttuklarıyla Türkiye’nin Toplumsal Hafızası (İstanbul: İletişim Yayınları, 2012), der. Esra Özyürek, s. 267-297.
[5] Bkz. P. Kitromilides-A. Alexandris, “Ethnic Survival, Nationalism and Forced Migration,” Δελτίο Κέντρου Μικρασιατικών Σπουδών [Deltio Kentru Mikrasiatikon Spudon], cilt 5, 1984-1985, s. 18-20.
[6] Richard Clogg, “Anadolu Hıristiyan Karındaşlarımız: The Turkish-speaking Greeks of Asia Minor,” Neohellenism(Canberra: Australian National University, 1992) içinde, der. John Burke ve Stathis Gauntlett, Humanities Research Centre, Monograph 5, s. 67-8.
[7] “Karamanlı” tabirinin bu tahkir edici niteliğine rağmen nasıl yaygınlaşıp zaman içerisinde bizzat Anadolu kökenli Ortodokslar tarafından dahi kabul edilir hale geldiği ise ayrı bir tartışma-inceleme başlığıdır. Bkz. Foti Benlisoy & Stefo Benlisoy, “Karamanlılar, Anadolu Ahalisi ve Aşağı Tabakalar: Türkdilli Anadolu Ortodokslarında Kimlik Algısı,” Tarih ve Toplum Yeni Yaklaşımlar, sayı 112, Güz 2010, s. 7-22.
[8] Karamanlıca bibliyografyası için bkz. Sévérien Salaville ve Eugéne Dallegio, Karamanlidika, Bibliographie Analytique d’ouvrages en langue turque imprimés en caractères grecs, I (1584-1850) (Atina: 1958); II (1851-1865)(Atina: 1966); III (1866-1900) (Atina: 1974). Evangelia Balta, Karamanlidika. Additions (1584-1900). Bibliographie Analytique (Atina: 1987); Karamanlidika. XXe siècle. Bibliographie Analytique (Atina: 1987); Karamanlidika, Nouvelles Additions et Compléments, I (Atina: 1997).
[9] Gerasimos Augustinos, Küçük Asya Rumları (Ankara: Ayraç Yayınları, 1997); Sia Anagnostopoulou, Μικρά Ασία 19ος αιώνας-1919 Οι Ελληνορθόδοξες Κοινότητες [Küçük Asya 19. yy-1919 Rum Ortodoks Cemaatleri] (Atina: Ελληνικά Γράμματα, 1997); Vangelis Kechriotis, The Greeks of Izmir at the End of the Empire A Non-Muslim Ottoman Community Between Autonomy and Patriotism (Yayımlanmamış Doktora Tezi, Leiden Üniversitesi, 2005).
[10] On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’daki Türkdil Ortodokslara yönelik eğitim seferberliği ve bu seferberliğin ideolojik içeriği hakkında bkz. Stefo Benlisoy, Education in the Turcophone Orthodox Communities of Anatolia During the Nineteenth Century (Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, 2010).
[11] Paraskevas Matalas, Έθνος και Ορθοδοξία [Ulus ve Ortodoksluk] (Herakleion: Πανεπιστημιακές Εκδόσεις Κρήτης, 2002).
GİRİŞ RESMİ:
Malakopi (Derinkuyu) Aziz Theodorus Kilisesi'nin dışında Paskalya sabahı ayini. (Kapaktan)