“Amerikalı Selim” sevdası

"Mikhail’in bütün çabası bir tür 'kültürel aşağılık duygusuna' dayanıyor. Buna göre Osmanlı tarihi ancak bir şekilde Amerikan tarihiyle ilintilendirilebilirse değerli addolunabilir. Bu da Mikhail’i 'Selim’in Reformasyonları', 'Amerikalı Selim' gibi, 16. yüzyıldan bir Osmanlı padişahını Amerikalı neo-liberal girişimcilerin öncüsü bir şahsiyete dönüştüren alçaltıcı bölüm başlıkları üretmeye sevk ediyor."

Alan Mikhail kısa bir süre önce yayınlanan ve Yavuz Sultan Selim’i (1512-1520) odağına alan Zıllullah/Allah’ın Gölgesi (God’s Shadow, Liveright, 2020, metnin devamında GS) adlı kitabını çok çarpıcı bir hikâye ile bitiriyor:

“Selim’in hayatta iken giydiği ve daha sonra mezarını süsleyen kaftanıyla tacı 2005 yılında çalındı. ... Çalınan parçalar bundan birkaç ay sonra, İstanbul Atatürk Uluslararası Havalimanı’nda bagaj kontrolü yapan görevliler tarafından iki kişinin valizinde bulundu.”

Bu anekdotun devamında şu iddiada bulunuyor Mikhail:

“Selim’in kaftanı ve tacı hilafeti simgeler, bu nedenle onlara sahip olan sembolik olarak Selim’in hem sultan hem halife olarak vârisi demektir.”

Mikhail burada kaynak olarak birisi Hürriyet’te, diğeri Daily Sabah’ın Arapça baskısında çıkan iki haberi kullanıyor. Halbuki haberlerin kendisine baktığımızda ilk haberde hırsızlık vakasının kesinlikle reddedildiğini görüyoruz; bu habere göre Selim’in kaftanı restorasyon için gönderilmiştir sadece. Hükümet yanlısı Sabah gazetesinde çıkan diğer haberde ise Gülencilerin böyle bir hırsızlığa kalkıştıkları söylenmekle beraber, Mikhail’in anlatısındaki melodram dolu ayrıntıların bahsi bile yoktur. Hürriyet’te yayınlanan (ve Mikhail’in referans vermediği) başka bir haberde ise Gülenci bazı bürokratların kaftanı restorasyon bahanesiyle yasal yollardan Amerika’ya götürmeye çalıştığı, ama dönemin kültür bakanının restorasyonun Türkiye’de yapılması yolunda talimat verdiği anlatılıyor. Bu haberlerin hiçbirinde bir taçtan bahsedilmediği gibi, işin aslına bakarsak Selim’in kendi tebaasının gözünde saltanatını ve “hilafetini” sembolize eden bir taç takındığına dair elimizde hiçbir tarihî kanıt bulunmuyor. Bir hükümranlık sembolü olarak taç Selim döneminin İslami geleneklerine de yabancıdır. (O dönemde kullanılan Safevi tacı Avrupa geleneğindeki kraliyet tacıyla aynı şey değildir.) Kraliyet tacının nadiren de olsa kullanılmış olması (örnek olarak Sultan Süleyman’ın 1532 tarihli Alman Seferi verilebilir) Avrupa hükümdarlarıyla olan çekişmeler ile ilgilidir ve Avrupa’nın Hıristiyan kitlelerine dönük stratejik bir senkretizmin ürünüdür. Selim’in sözde “tacı” ve bunun önemi hakkında böylesi iddialarda bulunmak için 16. yüzyıl başındaki Osmanlı hükümranlık ritüellerinden tamamıyla bihaber olmak gerekir. Osmanlı ritüelleri bir yana, yukarıda alıntıladığımız sansasyonel hırsızlık ve çalınan eşyaların havalimanında ele geçmesi hadisesinin bile büyük olasılıkla hiçbir temele dayanmadığı anlaşılıyor.

Bir tarih kitabını okurken ve değerlendirirken bu tür şeyler umrumuzda olmalı mı? Efe Khayyat ve Ariel Salzmann’ın boundary2 adlı internet sitesinde yayınlanan “Osmanlı Tarihini Yazarken Küresel Düşünmenin Riskleri: Zıllu’llah/Allah’ın Gölgesi ve Akademinin Kerametleri Kendinden Menkul Sultanları (On the Perils of Thinking Globally while Writing Ottoman History: God’s Shadow and Academia’s Self-Appointed Sultans)” başlıklı metinlerine bakacak olursak, kesinlikle hayır! “Alan Mikhail’in Zıllullah/Allah’ın Gölgesi adlı kitabı üzerine çıkan eleştiri yazılarına bir yanıt” diye sunulan, oysa aslında bizim Cromohs’da [Türkçesi K24’te] yayınlanan yazımıza saldırı niteliğinde olan bu metinde Khayyat ile Salzmann (metnin devamında K-S) bizim eleştirimizi söz konusu kitabın “amaçlarını ve yöntemlerini bile bile yanlış tanıtan ve niteleyen” bir “laf kalabalığı” olarak değerlendiriyorlar. Kendilerine göre bizim eleştirimiz “kasıtlı çarpıtmalar” ve “mükerrer şahsi karalamalarla” doludur. Bu iddialarıyla K-S hem olgu ve yorum hatalarını eleştiren ayrıntılı değerlendirmemize çirkin saikler isnat ediyor hem de devamında kendileri bizlere yönelik bir dizi mükerrer şahsi karalamada bulunuyorlar. Bunların yanı sıra Mikhail’in kitabına tam destek vermekten de geri durmuyorlar.

Cromohs’da yayınlanan eleştirimizin veya Mikhail’in kitabının içeriğini ve iddialarını tartışmakta hiçbir beis görmüyoruz. Hatta K-S’nin metnindeki tuhaf şahsi saldırılara vakit harcamak yerine kendilerinin bu yazısı vesilesiyle Mikhail’in kitabına yönelik eleştirimizi daha da genişletmekten memnuniyet duyarız. Nasıl ki daha önceki yazımızda Mikhail’in niyetlerini tartışmaktan kaçındıysak, bu yazıda da K-S’nin niyetlerini tartışmaktan kaçınacağız. Sadece gerek K-S’nin yazısında gerek de savundukları kitapta bulunan yanlışları, ihmalleri, yanıltıcı iddiaları ve mantık silsilesini tartışmak istiyoruz.

K-S, önceki eleştirimizde öne çıkardığımız noktalardan neredeyse hiçbirine yazılarında değinmiyor. Neydi bu noktalar? Mikhail’in “ilkçiliğe (primordialism)” sığınması; Selim’in İslam dünyası üzerindeki siyasi, ticarî ve dinî nüfuzu hakkındaki iddialarının bariz şekilde hatalı olması; Osmanlı-Safevi ilişkilerine dair bazı belgeleri vahim biçimde yanlış kişilere ve bağlamlara atfetmesi; Osmanlıların Hint Okyanusu’ndaki faaliyetlerine dair kritik önemdeki belgeleri yanlış okuması; Osmanlıların 1520’den önce Avrupa’da sahip olduğu nüfuzun boyutlarını yanlış tanıtması; kahvenin ve kahvehanelerin tarihi konusundaki yanlış değerlendirmeleri; ki bu son nokta Mikhail’in Selim’i Amerikalı okurlara beğendirme heveslisi yaklaşımının önemli bir parçasını teşkil ediyor. K-S ise bu konuda Mikhail’i savunmak için cılız bir çaba gösterirken bariz şekilde asılsız iddialara sığınıyorlar. Söyledikleri şu:

“Osmanlıların kahve ve kahve kullanımının yaygınlaşmasında oynadığı rolü ele alalım. (Bu konuya Mikhail’in 450 sayfalık kitabında sadece iki sayfa ayrılmıştır.) Mikhail’in kitabının 318. sayfasına atıfta bulunan yazarlara [yani bizlere] göre Mikhail ‘kahveyi ilk keşfedenler Selim’in askerleridir’ iddiasında bulunmaktadır. Halbuki Mikhail böyle söylememektedir. Bilakis, kahve tüketiminin yüzyıllarca Osmanlı tekelinde kalacak olan küresel bir olgu haline gelmesinin ‘Selim’in kurduğu kıtalararası birlik’ sayesinde gerçekleştiğini söylemektedir.”

K-S’nin metnindeki bu pasaj, bir şeyi reddetmek için başka bir şeyi alıntılamaktan farksız. Biz doğrudan Mikhail’in ne dediğine bakalım: “1517 yılında Selim’in ‘sayısız askeri’ Suriye’den Kızıldeniz’in doğu kıyısını takip ederek güneye doğru ilerlerken, o güne kadar hiç kimsenin karşılaşmadığı bir şeye tesadüf ettiler – tuhaf, parlak kırmızı taneleri olan bir çalı.” Mikhail şöyle devam ediyor: “Selim’in ordusunun Yemen’de bulduğu bu taneler kahve idi.” Ve tahlilini şöyle bitiriyor: “Selim’in insanlığa hediye ettiği, bugün her yerde rastladığımız o mekân, yani kahvehane” bu gelişmeler sayesinde ortaya çıkmıştır (GS, s. 318). Yani Mikhail’in kendisi bizim eleştirimize konu olan her şeyi açık açık yazmamış mı? Daha önce de açıkladığımız gibi, bu iddialar kahvenin nasıl, kimlerce ve ne zaman keşfedildiğine ve nasıl yaygınlaştırıldığına dair son derece hatalı tasvirlerdir. Ama K-S, Mikhail’in Washington Post gazetesindeki makalesinin de temelini oluşturan bu hatalı bilgilere o kadar bağlı ki, o hatalı bilgileri daha da fazla süslemekten kaçınmıyorlar. Kahvenin Osmanlı dünyasındaki ve ötesindeki karmaşık tarihine kafa yormayı reddediyorlar.

Mikhail’in kahveye dair anlatısı daha önce de açıkladığımız gibi, günümüzde gayet meşru sebeplerle modası geçmiş olan büyük adam tarihçiliğinin tam bir örneğidir. Köhnemiş bir yaklaşımın ürünüdür. Burada Mikhail’in Washington Post makalesine tekrar dönelim, ki burada makalenin gazeteye gönderdiğimiz düzeltmeler üzerine yaptığı değişikliklerden sonraki haline atıf yapıyoruz:

“Osmanlılar keşfettikleri bu taneleri kaynatıp kahve yapmaya başladılar ve kahveyle birlikte tek işlevi kahve tüketimi olan kurumlar yarattılar. Starbucks’ın sahibi Howard Schultz da dahil olmak üzere hepimiz bu nedenle Selim’e bir teşekkür borçluyuz.”

Halbuki işin aslı hiç de öyle değil. Sözgelimi birisi, İngilizlerden önce tarihte çay kullanımına değinmeksizin İngilizlerin çay yapraklarını demlemeye başladığını okusun. Bu kişinin okuduğundan anlayacağı ne olacaktır? İnsanlığın çay için Kraliçe Victoria’ya teşekkür etmesi gerektiğini mi? Böylesi bir anlatı kurmanın ne gibi sonuçlara yol açtığını sorgulamamız gerekmez mi? Yemenliler ve Etiyopyalılar, Osmanlılar o topraklara varmadan çok önce kahve yapmaya başlamış, kahve tüketimine dair ilk müesseseler 15. yüzyılda Arap girişimciler tarafından oluşturulmuştu. Kahvehaneye gelince, Osmanlı tarihçilerinin kendi eserlerine bakacak olursak, Selim’in torunlarının bu müesseseyi 16. yüzyılın ortasında İstanbul’da ilk kahvehaneyi açan iki Suriyeli tüccara borçlu olduklarına dair bir rivayet görürüz. Kahve ve kahvehaneyle hiçbir alakası olmayan bir sultana prim vermektense, bu iki tüccarın faaliyetleri üzerinde durmak daha doğru olmaz mıydı? Özellikle günümüzde, Suriyelilerin derin kültürel geleneklerinin ve katkılarının bütün dünyada tanınmaya en fazla ihtiyaç duyduğu bir zamanda? Kim Paris kafelerinin tarihini yazarken Procope’u göz ardı edip bütün krediyi 14. Louis’ye verebilir? Kim güçlü yöneticilerin mesnetsiz bir biçimde öne çıkarılıp diğerlerinin faaliyetlerinin göz ardı edilmesini ilerici bir tarihçilik örneği olarak görebilir? Bazı konuları okurların ilgisini çekecek çarpıcı bir örnek üzerinden işlemek iyi bir fikir olsa da, hiç mi akla gelmez bu konuda Selim’in yanlış örnek olabileceği?

Bir imparatorun tarihteki rolünü haksız bir şekilde yüceltmenin daha iyi bir küresel tarih yazımı için atılmış büyük bir yeni adım olduğunu zanneden K-S’nin üstten bakan yaklaşımını anlamakta güçlük çekiyoruz. Oysa aynı hikâye farklı sosyal tabakalardan ve daha alt düzeyden gelen aktörler çerçevesinde anlatılabilirdi. Üstelik böylesi bir anlatı hem kahvenin dünyayı değiştiren hikâyesine daha uygun hem de eldeki tarihsel gerçeklere daha sadık bir anlatı olurdu. Burada asıl konuşmamız gereken şey iki Suriyeli tüccarın olağanüstü girişimci zekâsı ile onların girişimine bu içeceğin yepyeni kullanımlarını icat edip geliştirerek mukabele eden müşterileridir, yani Osmanlı payitahtının sıradan sakinleridir. Starbucks gibi şirketler Ortadoğululara, Afrikalılara ve Osmanlılara büyük bir teşekkür borçludur ama borçlu oldukları kişi belirli bir sultan değildir. Her ne kadar hikâyenin sansasyonelliği azalacak olsa da, burada asıl teşekkür edilmesi gerekenler Yemenliler, Etiyopyalılar, Suriyeliler ve sıradan Osmanlı şehirlileridir. (Eğer Howard Schultz’dan birisine teşekkür etmesini isteyecek olsak, İstanbul’a ve Seattle’a o iki Suriyeli tüccarın birer heykelini dikmesini isterdik.)

Bütün bunların ışığında K-S’nin “kahve Avrupa’ya Osmanlı bağlantıları aracılığıyla geldi” iddiasını yeniden ele alalım. Bu iddia görünürde doğru olsa da, burada “Osmanlı bağlantıları” derken kimler kastedilmektedir? 17. yüzyılın başında kahveyi ve kahve içme alışkanlığını Kuzey İtalya’ya götüren Safedli Yahudi Neo-Kabalistler mi? Genelde kabul edilen 1683 tarihinden çok daha önce Viyana’da ilk kahve içilen mekânı açtığına dair belirtiler olan Ermeni tüccar mı? Avrupalı misafirlerini fincan fincan kahveyle ağırlayan Osmanlı hanımları mı? 17.  yüzyılda Avrupa başkentlerine gönderilen elçiler mi? Bu meseleyi Selim’e hamletmek Osmanlı toplumu ve kolektivitesini “sultan hazretleri”ne indirgemek demektir. Bu mudur yeni ve yenilikçi dünya tarihi yazımı?

İsfahan'da Çehel Sütun Sarayı'ndaki Çaldıran Muharebesi tablosu (XVIII. yüzyıl)

K-S’nin kitap hakkında yazılmış “aklı başında” eleştiriler arasında zikrettiği Osmanlı tarihçisi Caroline Finkel’in yazdığı değerlendirme de, bilhassa Mikhail’in olgular karşısındaki lakayt tutumuna tepki duyma noktasında bizimle hemfikir. Zira bunun sağlam sebepleri var. K-S “tarihsel ve filolojik hassasiyet”ten ödün vermediği için Mikhail’in kitabını övgüye değer bulmuş, hatta bunu yaparken Eric Auerbach’ı dahi yardımlarına koşturmaktan geri durmamış olsa da, bizler burada Mikhail’in kitabındaki en bariz hatalardan küçük bir seçki sunacağız. Mesela 1481-82’de Selim’in babası Bayezid ile amcası Cem arasında patlak veren ve şehzadelik dönemlerinde Selim üzerinde önemli bir etki bırakmış olduğu varsayılan savaş halini Mikhail şöyle anlatıyor: “1450’lerin ortasında Bayezid’in Amasya valisi olduğu sıralarda Cem de Konya valiliğini üstlendi.” (GS, s. 33) Halbuki kitabın sonundaki kronolojide de belirtildiği gibi Cem 1459’da doğmuştur. Osmanlıların Konya’yı fethi 1468’dedir. Bu fetihten sonra Cem’in abilerinden Şehzade Mustafa sancakbeyi olmuş, Mustafa’nın vakitsiz ölümünün ardından Cem ancak 1474’te Mikhail’in deyimiyle “Konya valiliğini üstlenmiştir”. Buradaki karışıklık Mikhail’in Wikipedia’daki “Konya“ maddesini kullanmasından kaynaklanıyor olabilir. (Kitapta bununla birlikte toplam on iki Wikipedia maddesine referans var.) Wikipedia maddesinde şunu okuyoruz: “Karamanoğlu Beyliği 1420’de Osmanlı İmparatorluğu’na yenik düştü. Konya 1453’te Karaman eyaletinin başkenti yapıldı.” Wikipedia’ya körü körüne yaslanmanın tehlikelerini tekrar etmemize gerek var mı?

Ne yazık ki Mikhail’in zavallı Cem’e ettiği eziyetler bununla da bitmiyor. Mikhail bu bahtsız şehzadeye dair hayli romantize edilmiş, klişelerle dolu bir hikâye anlatıyor. (Örneğin, “genç kızlar kendilerini Cem’in kucağına atıyorlar.” Mikhail bunlara “köpürtülmüş kıssalar” dese de, bu köpürtmeler kimin eseri diye sormak istiyoruz kendisine.) Ve bu hikâyenin bir yerinde esrarengiz bir topluluk çıkıyor ortaya: Kasımlar. Cem ile ittifak yaptığı söylenen bu topluluktan toplam on üç kere bahsediliyor kitapta. (s. 41-44) Mikhail’in “kabile/aşiret beyliği” diye nitelendirdiği bu topluluğa ne başka tarihçilerin yazdıklarında rastlamışlığımız var ne de popüler tarih çalışmalarında, hatta televizyon dizilerinde! Herhalde Mikhail burada yıkılmadan önceki son beyleri olan Kasım b. İbrahim’in isminden dolayı Karamanoğulları Beyliği’nden bahsediyor. Bu noktada “Mikhail’in Selim için sık sık başvurduğu gizemli yazar Fatih Akçe keşke Cem üzerine de bir kitap yazmış olsaydı” demekten başka çaremiz kalmıyor. Hiç olmazsa kronolojide ve mevzularla ilgili kişilerin isimlerinde bu tür hatalara rastlamazdık.

Bütün bunların ışığında Mikhail’in kitabının “tarihsel ve filolojik hassasiyet”ten ödün vermeyen bir kitap olduğu söylenebilir mi? Hele de yukarıdakilere benzer düzinelerce hata kolayca bulunabilirken? Mesela Safevi şahı İsmail’in faaliyetlerinin dedesi Cüneyd’in faaliyetleriyle karıştırılması (GS, s. 193) gibi Safevi tarihinden bihaber olmayı gerektiren fahiş hatalar ya da Moriskoların 1609’da İspanya’dan ihraç edilmelerinin 1492’deki tehcirlerle karıştırılması gibi, kitaba eklenen harita ve hatta resimlerdeki çeşitli yanlışlar… Bu tür hataları bulmaya çalışanlar için GS tükenmez bir maden; öyle ki, eski zaman kitap falcıları misali, rastgele herhangi bir sayfayı açıp buna benzer pek çok hata bulabilirsiniz. (Biraz eğlenmek isteyenlere Abdürrahim Özer’in tweet’lerine bakmalarını, kendisinin yakın okumalarından ve mizah duygusundan istifade etmelerini tavsiye ediyoruz.) Kitaptan başka bir inciyle devam edelim. Mikhail hiçbir kaynak göstermeden diyor ki, 15. yüzyıl İberya Yarımadası sakinlerinin kafasında “… pagan kelimesi Müslüman kelimesi ile eşdeğerdi. Bu nedenle Portekizliler Batı Afrika’ya yayıldıklarında hem Müslümanları hem de gayrimüslimleri ‘Müslüman’ diye tek bir kavramsal kategoriye yerleştirmişlerdi.” (GS, s. 108) 15. ve 16. yüzyılın Portekizli müverrihlerini –mesela Zurara, Barros veya Castanheda– okuyan herkes bu iddiaları şaşkınlıkla karşılayacaktır. Tabii şaşırmak için, eserin türü ne olursa olsun, akademik olsun veya olmasın, tarihçilik mesleğinde hakikatin önemli olduğuna inanmak gerekiyor.

Konstantinopolis şehrinin adının Osmanlı fethinden sonra İstanbul’a dönüştürüldüğüne Mikhail’den başka inanan kaldı mı acaba? (GS, s. 9) İstanbul kelimesi 10. yüzyıldan itibaren İslami kaynaklarda, en azından 12. yüzyıldan sonra da Ermenice eserlerde Bizans payitahtının çeşitli isimlerinden biri olarak geçer. Osmanlılar şehri fethettikten sonra çeşitli isimler kullandılarsa da, Divan belgelerinde ve daha da bariz bir biçimde sikkelerinde Kostantiniyye (Konstantin’in şehri) ismini tercih etmişlerdir çoğunlukla. (Anlaşılan Mikhail’e göre fethedilen şehirlerin isimlerini değiştirmek bir Osmanlı geleneği idi, zira kitabının kronoloji bölümünde de Adrianopolis isminin 1369’da “Edirne olarak değiştirildiği”ni iddia ediyor.)

Selim’in Şam’a girişi ve Muhyiddin İbn Arabi’nin kabrini ziyaret edişi –ki Osmanlılar arasında İbn Arabi’nin Selim’in Suriye’yi fethedeceğini müjdelediğine dair bir inanç vardı– Mikhail’e diğer bir Osmanlı geleneksel anlatısını daha abartarak çarpıtma fırsatı yaratıyor: “Bazı kaynaklar hikâyeyi daha da genişleterek Osmanlıların kurucusu Osman’ın şeyhinin [Mikhail’in metninde “spiritual advisor”] İbn Arabi’nin öğrencisi olduğunu iddia ederler. Bu da İbn Arabi’yi Osmanlıların kuruluşuyla ilintilendirir.” (GS, s. 346) Buradaki “bazı kaynaklar” bir kez daha, GS’nin en önemli mehazlarından biri olan Fatih Akçe’den ibarettir. İbn Arabi’nin Selim’in kendi imajının ve meşruiyetinin tesisinde ne derece önemli olduğunu düşündüğümüzde, her ne kadar K-S, Mikhail’in çoğu yerde Akçe’nin kitabına bel bağlamasını önemsiz göstermeye gayret etse de, buradaki sarih atfı hafifsemek zorlaşıyor. Onlara göre biz ve daha önce andığımız Caroline Finkel, Mikhail’in bu yazara olan “sözde aşırı bağımlı”lığını abartıyoruz, zira “toplamda 1.300’ü aşkın atıf içeren bir kitapta bir esere 31 atıfta bulunulması hiç de fazla değildir”. İzninizle sayıları yeniden gözden geçirelim: 812 farklı not içinde 26 tanesi sadece Akçe’ye atıf yapıyor. Tek başına bu eserin Mikhail’in kitabının %3’üne temel teşkil etmesi dikkat çekici değil midir? Birincil kaynaklarda bahsedilmeyen ve mühim bir uydurma olarak nitelediğimiz “Selim’in hilafet seremonisi” ile ilgili bilgi sadece Muir (ki Memlükler hakkında 1896 tarihli bir çalışma olup içeriği maalesef eskimiş bir kitaptır) ve Akçe’ye dayanıyor. Başka türlü ifade edecek olursak, bir Osmanlı sultanının dünyayı nasıl değiştirdiği üzerine yazılan bir kitapta o sultanın hilafet makamını teşrifinden bahsediliyor ve bunun için Akçe temel bir kaynak olarak kullanılıyorken, K-S’ye göre “Mikhail kitaptaki temel savlarının hiçbir yerinde Akçe’ye dayanmıyor”. Peki, K-S’nin vaziyeti kurtarmak için ismini andıkları Memlük tarihçisi İbn İyas “döneme bizzat tanıklık ettiği eser”inde böyle bir merasimden bahsetmiş midir mesela? Bu konuda tek bir kelime dahi yoktur İbn İyas’da. Faruk Sümer’in halifeliğin Osmanlılara geçip geçmediğiyle ilgili yetkin makalesinde de belirttiği gibi, “Osmanlı hükümdarı Yavuz Selim’in Mısır’daki son Abbasi halifesi el-Mütevekkil ʿalâ’l-lâh Muhammed’den halifeliğin hak ve yetkilerini devraldığı hakkında çağdaş hiçbir kaynakta bilgi yoktur.”

Osmanlı tarihine dair temel bilgilerle devam edelim. Mesela Osmanlıların “devşirme olarak bilinen müessesesi”ni anlatırken Mikhail şöyle diyor:

“Küçük yaştaki Hıristiyan erkek çocuklar ailelerinden alınıp Osmanlı merkezî idaresine dahil ediliyordu. Aileleri ile olan bağları tamamen koparılan bu oğlanlar İslam’a dönüyor ve her türlü maddi olanaktan faydalanıyordu.” (GS, s. 20)

Osmanlı tarihçileri devşirilen çoğu çocuk için “tüm aile bağları”nın kopmadığını iyi bilir. Örneğin sadrazam Sokollu Mehmed Paşa (Sokolović), daha sonra Peç’teki Sırp Ortodoks Patrikliği’ne atanan kardeşi ile olan yakın ilişkilerini hayatı boyunca sürdürmüştü. Keza Mimar Sinan, memleketi Kayseri’nin bir köyünde oturan Hıristiyan akrabalarının yeni fethedilen Kıbrıs’a zorunlu iskânla gönderilmelerini engellemek için aracı olmuştu. Hatta bazı düşük rütbeli yeniçeriler bile akrabalarıyla iletişim kurabiliyordu. Ayrıca devşirme müessesesinin kitapta ilk geçtiği yerde, devşirilen çocukların “İslam’a döndükleri” sanki bu durum kendi tercihleriymiş gibi aktarılıyor. Mikhail’in mevzubahis din değişikliğindeki zorlama olgusunun farkında olmaması imkânsız olduğundan, burada bir dil sürçmesi var diye düşünüyoruz. Yine de bu dikkatsiz ifade Mikhail’in Osmanlıların cebrî uygulamalarını teşhis etmedeki lakayt tavrı hakkında bize önemli bir ipucu veriyor. Bu da bizi bir sonraki mevzumuza getiriyor.

Yazımızın bu aşamasında olgulara dair eleştirileri bir kenara bırakıp bakış açısıyla ilgili meselelere dönmek istiyoruz. Örneğin, babası tarafından “sultana bir cariye olarak” verilen Selim’in annesi Gülbahar için bu değişikliğin “büyük bir fayda” sağladığı söyleniyor. Mikhail’e göre Gülbahar “hem doğduğu köyde yaşayacağı hayata oranla sarayda çok daha müreffeh bir hayat yaşayacaktı (zira köyde bir şehzadenin değil, kocasının malı olacaktı) hem de valide sultan olma, bu sayede de imparatorluktaki en önemli kadın mertebesine –hatta dünyanın en güçlü kadınlarından biri olma payesine– erişme şansına sahip olacaktı”. (GS, s. 20) Bu akıl yürütme silsilesi bize neyi anlatıyor? Köylü bir kızın, sanki dikey toplumsal hareketliliğe dair bir Amerikan fantezisindeymişçesine, sırf hanedana çocuk doğurma ve iktidar sahibi olma hülyasıyla haremin “rahatını” tercih edeceğini mi anlıyoruz? Osmanlı ve İslam tarihinde son dönemlerde haremi bir “fantezi ve mitos nesnesi” olarak gören Oryantalist yaklaşımdan uzaklaşılmış olması olumlu bir adımdır. Ama aynı zamanda Mikhail’in “iç saray değil, okul” (GS, s. 22) nitelendirmesinin yüzyıllar boyunca Osmanlı hareminde köle hayatı süren binlerce bireyin hatırasına adilane yaklaşmadığını düşünüyoruz. Burada bir kez daha kendisinin mantık silsilesi ile yeni-Osmanlıcı savunma reflekslerinin örtüştüğünü görmeden edemiyoruz.

Şimdi dilerseniz kısaca Selim’in farklı mezheplere yaklaşımına ve katliamlarına değinelim. İlk yazımızdaki yorumumuz, Mikhail’in, Selim’in Avrupa’daki mezhep bölünmeleri ve bunu takip eden şiddet sarmalının asıl amili olduğu yönündeki iddiasına bir cevaptı. Bize göre çok daha önemli olan mesele, Selim’in Ortadoğu’nun 16. yüzyıldan bugüne uzanan mezhepler haritası üzerindeki mirasının mahiyetidir. Ve GS bu noktaya neredeyse hiç değinmiyor. K-S, Mikhail’in Selim’in Kızılbaş katliamlarından iki yerde “bahsettiği”ni (ki biz de ilk yazımızda bunu söylemiştik; Mikhail’in bu meseleden hiç bahsetmediğini iddia etmemiştik), bu nedenle kendisini eleştirmek için herhangi bir gerekçe kalmadığını söylüyorlar; bunu söylerken de tarihçilik mesleğine apayrı bir kriter getirmiş oluyorlar. Acaba kölelik ve etnik temizlik gibi kolektif bir acıya ve travmaya yol açmış büyük bir toplumsal ve siyasi olaydan şöyle bir “bahsedilmesi”, ister genel okura isterse akademik kesime yönelik olsun, iyi bir tarih çalışması için yeterli bir kriter olabilir mi? Derinlemesine ele alınmayı gerektiren böyle önemli bir mesele söz konusu olunca, basit bir kabulden, genelgeçer bir atıftan ziyade, meselenin hak ettiği bir tarihsel analiz görmek istiyoruz. Mesela Selim’in yerine Cortés’i koysak, okurlar K-S’nin güttüğü mantık hakkında ne hissederler, doğrusu merak ediyoruz. K-S’nin samimiyetsizliğinin başka bir örneği olarak, tarihsel şahsiyetleri anıtsallaştırmak ile bu şahsiyetlerden “şedid ve entrikacı” olarak bahsetmek arasında kurdukları keskin tezatı gösterebiliriz. Mesela Churchill’in dünya tarihinde anıtsal bir şahsiyet olduğunu düşünen çok sayıdaki muhibbi, onun aynı zamanda şedid ve entrikacı olduğu yönündeki iddialardan gocunmazlar – tabii bu hususiyetlerin belirli bir ölçüde ve bir vizyon çerçevesinde kaldığını söyleyerek. Selim’i takdir edenler de, onu başka şeylerin yanı sıra “yavuz” (ç.n. yani kelimenin o dönemki anlamıyla fena, kötü) biri olduğu için takdir eder, yavuzluğuna rağmen değil. Büyük adamlara adanan tarihler nadiren azizlerle ilgilidir.

K-S’nin metninde, tarihyazımıyla ilgili, dönemin uzmanı herhangi ciddi bir tarihçinin saçma bulacağı bir dizi iddia da bulunuyor. Bunlardan biri, zaten uzun zamandır tedavülde olan fikirlere ilk defa Mikhail’de rastlanıyormuş havasını vermek. İspanyol Amerikası ile İslam arasında bağlantı kurmak için Mikhail’e ihtiyacımız yok. Bu argüman epey zamandan beri Barbara Fuchs, Thomas Goodrich, Patricia Seed, Abbas Hamdani, Alain Milhou, Serge Gruzinski ve daha başkaları, örneğin Carina Johnson (ki K-S’nin yazılarında atıfta bulundukları Johnson’ın ciddi çalışmasını kesinlikle Mikhail’inkiyle karşılaştırmamak gerekir) tarafından oluşturulmuş ve savunulmuştur. Hakeza, yine İslam dünyasıyla Hıristiyan Batı’nın tarihlerinin birbiriyle bağlantılı olduğu gibi, artık sıradan bir bilgi haline gelmiş olan bir argümanı ilk defa Mikhail’den duymuyoruz. Keza, kendisinin İslam dünyasını ya da Akdeniz’i içine alan küresel bir erken modernite tarihi yazmaya kalkışmasına da hacet yoktur. Mikhail’in bu alanlarda özgün bir katkıda bulunduğunu iddia edenler tarihyazımında bir değil, birkaç nesilden ve ürettiklerinden bihaber olanlardır ancak.

Burada K-S’nin göremediği ya da dillendiremediği esas sorun bir yöntem sorunu: Mikhail’in yazdığı küresel tarihi nasıl ürettiği meselesi. Bizim temel savımız, küresel tarihin baştan savma bir tarihyazımının mazereti olarak kullanılmaması gerektiği. Fakat anlaşılan, küresel tarih yazmayı birbirine uymayan farklı malzemeleri yeterince hazmetmeden bir araya getirmekten ibaret olarak gören K-S’nin (ve Mikhail’in) yaklaşımında metodolojik titizliğin yeri yok. Açıkça görülüyor ki, Mikhail kendisiyle aynı bölümden meslektaşı Stuart Schwartz’ın All Can Be Saved’de (Herkes Cennete Gidebilir), Natalie Zemon Davis’in Women on the Margins’de (Sahnenin Dışındaki Kadınlar) ya da Mercedes García-Arenal ile Gerard Wiegers’in A Man of Three Worlds’de (Üç Dünyanın Adamı) yaptıklarının aksine, kitabında birincil kaynakları dikkatli bir okumaya tabi tutmadığı gibi, bu kaynakların kendilerinden bile bihaber. Önemli birçok yayına atıfta bulunmazken bazı tuhaf çalışmalardan fazlasıyla yararlandığı göz önünde bulundurulursa, kendisinin ikincil literatürü de dikkatli bir gözle değerlendirmediği anlaşılıyor. Mikhail’in kitaptaki temel tekniği bir tarih kitabı yazmaktan ziyade bir video oyunu oynarcasına sansasyonel sıçramalar yapmak. Kitap bizleri Shakespeare ile Da Vinci’nin aslında Katalan olduklarına inanmamızı bekleyen Katalan milliyetçilerine, Çinlilerin Ming Hanedanı döneminde Amerika’yı keşfettiğini söyleyen Gavin Menzies’e yakın bir noktaya getiriyor. Bu mudur tarih disiplini içerisindeki “egzotik” sahaların yeni şiarı: Amerikalıların ilgisini çekmek için daha ne kadar alçalmamız gerekiyor? Böylesi vahim numaralara tevessül etmeden de küresel tarih yazan birçok tarihçi var ve bu tarihçiler tam da bu nedenle meslektaşlarından menfi yorumlar almıyorlar; K-S’nin demeye getirdiği türde bir gizli komplo olduğundan değil. Dahası, Mikhail’in bütün çabası bir tür “kültürel aşağılık duygusuna” dayanıyor. Buna göre Osmanlı tarihi ancak bir şekilde Amerikan tarihiyle ilintilendirilebilirse değerli addolunabilir. Bu da Mikhail’i “Selim’in Reformasyonları,” “Amerikalı Selim” gibi, 16. yüzyıldan bir Osmanlı padişahını Amerikalı neo-liberal girişimcilerin öncüsü bir şahsiyete dönüştüren alçaltıcı bölüm başlıkları üretmeye sevk ediyor. Bu kitapta kültürel dar görüşlülüğün ve kendi kendisiyle dolu olmanın en kötü şekline rastlıyoruz: “Evrensel modeller” kullanma iddiasının ardında saklanan yoğun taşralılığa. Bu dar görüşlülük ve taşralılık birçok muhitte kabul gören yeni-Osmanlıcılık dalgasıyla da harikulade örtüşüyor. Bu muhitlere Türkiye’deki devlet erkânı da dahil; Mikhail’in hilafet ve benzeri meselelerdeki iddialarında, ezcümle Safevi karşıtı polemikler bahsinde bel bağladığı Fatih Akçe’nin kitabını basmış olan Gülen hareketi de…

Son bir husus olarak şunu söyleyelim. İlk eleştirimiz yayınlandıktan sonra Columbia, Michigan, Chicago ve UCLA tarih bölümlerindeki her bir öğretim üyesine kitabın ücretsiz bir nüshasının gönderildiğini fark ettik. Bu listeye Amerika’daki başka tarih bölümleri de dahil olsa gerek, ki bu hesapla bedavaya gönderilmiş yüzlerce nüshadan bahsediyoruz demektir. Bu türden kampanyalar ABD’de popüler yayıncılık için dahi pek olağan sayılmazsa da, bunlara başka yerlerde, özellikle de birtakım siyasi hareketler çerçevesinde rastlandığı vaki. Bundan şu sonuca varıyoruz: Halihazırda Yale Üniversitesi Tarih Bölümü başkanı olan Alan Mikhail’in Osmanlı tarihinin heybetli Calut’ları ile savaşan cılız bir Davud olduğu iddiası ya bir yanlıştan ibarettir ya da kasıtlı bir çarpıtmadan.

K24’te yayımlanan “Romancing ‘American Selim’” adlı yazıdan çevirenler:
Evrim Binbaş, Kaya Şahin, Tunç Şen