Dünyadan Aşağı, okura ne bir sığınak ne bir kovuk oluyor. Bir teselli de vermiyor. Yazar, okuyucuyu avucunun içine alacağını çok iyi bildiği hikâyeye sırtını dayamak yerine, bir oyunun peşine düşüyor...
28 Haziran 2018 14:18
Gaye Boralıoğlu’nun romanı Dünyadan Aşağı, baba-oğul ilişkisinden anne-oğul, karı-koca, hatta işçi-işveren ilişkisine; cinsiyet rolleri, kadınlık-erkeklik hâllerine, eril tahakkümün kuruluş, işleyiş mekanizmalarına; hayalleri, hakikatleri, bedenleri, ilişkileri, cinselliği, mekânları, meslekleri tüketme, aşındırma, çürütmeye kadar pek çok izleğin birbirini keserek kurgulandığı yatay bir düzlemde damar damar yayılıyor. Okuyanı, bir ülkenin ve kişisel tarihin talihsiz ve karanlık iplerinden birine çengelleyip bırakıyor.
Okur, kişilerin olma/olamama, tutunma/tutunamama, kazanma/kaybetme arasında salınıp kendileriyle aralarındaki mesafeyi bir türlü kapatamayışları, eksiklikleri, boşlukları, tamamlanmamışlıkları ve –mış gibi’liklerinin peşi sıra gidebilir. Ancak yazar, okurun kitap boyunca akan ve anlatının omurgasını kuran ana hikâyenin kışkırtıcılığına kapılıp gitmesini engelliyor. Farklı anlatıcı tercihleri, şehir-semt-deniz’in birer metafor/özne mekân olarak kurgulanması, kitap olarak tasarlanmış ama henüz yazarken basılmayacağı bilinen “Sırlar” isimli defterin ana metne taşınması, Franz Kafka ve Oğuz Atay’ın babalarına yazdıkları mektuplara doğrudan ya da dolaylı göndermeleri, metinlerarasılık tekniği, dil oyunları, mektup, üstkurmaca gibi pek çok anlatım aracıyla edebiyatın salt hikâye anlatma değil; yaratma, kurma, dil ve biçim meselesi olduğunu hatırlatıyor. Okur hikâyeyi takip etmekle yetinemiyor; tüm bunları da çöze, birleştire, parçalaya, yeniden birleştire... ilerliyor.
Dünyadan Aşağı, okura ne bir sığınak ne bir kovuk oluyor. Bir teselli de vermiyor. Durumlar, kişiler, mekânlar; anlatıcılar, defterler, açıklamalar, bilgiler, iç içe geçen anlam katmanları arasında gidip gelen roman kişileri gibi dağılıyor. Bir iyileşmeden, iyileştirmeden söz edilecekse eğer, edebiyatın iyileştiriciliğinden ve şifa oluşundan, o tam da burada başlıyor. Anlatılanla özdeşleşme, onda kendini arama, bulma, anlatılan benim hikâyem demekte değil; konforlu ve kolaycı okumanın kırıldığı bu anlarda. Yazan ile okuyan arasında sadece hikâye değil -ki kaç bin yıllık mesele bu anlatılan- özellikle dil, biçim, biçem üzerinde ortak bir bağ kuruluyor. Yazar, okuyucuyu avcunun içine alacağını çok iyi bildiği hikâyeye sırtını dayamak yerine, bir oyunun peşine düşüyor.
Öykü ve romanın neredeyse dizi, uzun metraj film, oyun senaryosu olarak kurgulandığı; salt hikâye anlatmak, anlatılanı takip ettirmek zannedildiği; altı çizilip sosyal medyaya yazılacak cümlelerin ardı arkasına dizildiği afili metinler; bunalım, çıkışsızlık, yabancılık, kaybetme, ıssızlık, ana-baba-sevgililer arasında sıkışmışlık temalarından teşekkül zip dosyalar edebiyatı çağında Dünyadan Aşağı, okurlara edebiyatın sadece bilinen/bilinmeyen, ilginç, mucizevî, değişik, başka… hikâyeler olmadığını hatırlatan nadir romanların arasına yerleşiyor. Kurmacaya itibarını yeniden kazandırıyor.
Okur, yazar Gaye Boralıoğlu’nun ve roman kişisi yazar Ali Cemal’in beraber kurdukları bir oyunun parçası kılınıyor. Çok katmanlı bu oyunun bittiği yer, edebiyatın ve hayatın değişmez meselelerinden birine eşik atlatıyor: Oidipus.
Roman “İtiraf” başlıklı bölümle bitiyor. Ali Cemal romanın anlatıcısı ve yazarı olduğunu, okura ve babasına itiraf ediyor. Babasıyla hesaplaşma ve yüzleşmesinin neredeyse sonuna gelmiş bir oğul bu başlık altında babasına mektup yazıyor. Onu babasını merkezine yerleştirip başkişi yaptığı romanının sonuna ekliyor. Bu yazı da “İtiraf” kısmını mercek altına alıyor.
Ali Cemal’in bu mektubu, bazen Oğuz Atay’ın babasının ölümünden sonra yazdığı Babama Mektup (1973) ve bazen de Franz Kafka’nın yazdığı ama göndermediği Babaya Mektup’la (1919) konuşuyor. Ve her ikisinin arasından sıyrılıp kendi kanalını açıyor, oradan çoğala çoğala akıyor. Hem baba-oğul/oğul-baba ilişkisini başka bir yere taşıyor hem de edebiyatın “baba(!)”larına selam gönderip -onları içermekle beraber- dil, biçim, biçem üzerinden kendileriyle kurulan göbek bağının çoktan kesildiğini hatırlatıyor. Bu sebeple de oğulun ve yazarın özne ve özerkliğinin beyanı niteliği taşıyor.
Bu iki düzlem üzerinden “İtiraf”ı okumaya, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmadan önce, bunlara katkı sunacak ölçüde Kafka ve Atay’ın mektuplarını kısaca hatırlayalım.
Gene de sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım: yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim? (Babama Mektup, s.184)
Oğuz Atay, babasına yazdığı mektupta aralarındaki benzerlikler ve farklılıklardan, kendi zihnindeki baba imgesinden, gerçekte olandan, hem yaşarken hem de ölümünden sonra babasıyla ilgili algılardan söz eder. Yer yer ironik, yer yer günah çıkaran, yer yer sitemkâr tonuyla mektubu yazmasının nedeni,başkalarının gözündekini değil; kendi zihnindeki babayı/kendisinin babasını anlatmak, göstermek istemesidir. Bu, babayı yazarak yeniden var etme çabası olarak da okunabilir. Ancak mektubun sonunda var etme, doğum, doğurmanın değil; oğulun babaya yeniden “tutsak” olduğu görülür. Ne kendisi onun içinden tam olarak çıkabilir ne de babayı yeniden yaratabilir. Okur bu mektupta kendisi olmaya çalışan bir oğul ile kendi değerlerini oğula aktarmaya çalışan bir baba üzerinden iki ayrı kuşağın karşılaşmasını, yer yer çatışmasını görür. Geleneksel yaşamdan kopup kültür, sanat, yaşam, iş, ilişkiler her alanda bir dönemden başka bir döneme geçişin sancılarını modernite kökenli bu çatışma aracılığıyla işler Oğuz Atay. Ülkenin bu ikisi arasında sıkışıp kalması gibi oğul da babasıyla hesaplaşmasında, onun gibi olup olmamak, onunla göbek bağını kesip kesmemek arasında kalır. Toplumun, bireyin her anlamda arada kalmışlığı baba-oğul ilişkisi geriliminde görülebilir. Toplum ve kurumları gibi birey ve ilişkiler de araftadır. Bu da bir anlamda kendine, kendi içine ve çatıştığın, kaçtığın her ne varsa ona hapsolmaya mahkûm eder bireyi. Burada da babaya yeniden mahkûm olunmuş gibidir.
İnanç, din, ölüm; mülk, madde, mevki/kariyer; müzik, yemek, yaşam biçimi… kültür; yazı, kitap, edebiyat, gerçeklik; bilim, bilgi, akıl, medeniyetle ilişkisine, ilişkilerinde bakışlarındaki farklılıklar ile şimdilerde sezmeye başladığı benzerliklerin anlatıldığı Babama Mektup yukarıda belirtilen araf bağlamında Atay’ın tercihlerini, sorularını, sorgulamalarını ve eleştirilerini taşır. Burada ne başlı başına bir yergi, eleştiri, sitem, şikâyet, beğenmeme söz konusudur babaya yönelik ne de koşulsuz bir teslim, övgü, alkış, beğeni.
Barışma ve yüzleşme çabası içinde olsa da pişmanlık, işe yaramazlık, anlatılıp sorulup konuşulamayanların altında ezilen bir oğul var. Suçluluk, benzeme, özdeşleşme, isteği ile bundan kaçınma, pısırıklık ile asilik… babası ile kendisi arasında gidip gelen oğul, ne ondan kopabilir ne de onda erir, kaybolur.
Buradan çıkışını, kurtuluşunu; kendisini, babasını yeniden kurmasını, doğurmasını, yaratmasını yazı da sağlamaz sanki. Babasının deyimiyle yazmak, “uydurmak”tır zaten. “Bugünlerde özellikle ansiklopedik gerçekler çok tutul”duğu için, “bazen gerçeklik buhranlarına kapıl”an oğul da (s. 174) “ilgi duyduğum, sevdiğim kimselerin gittikçe unutulması yüzünden, baştan aşağı gerçeklerle dolu ve birçoklarına göre önemsiz sayılacak hayat hikâyelerinden meydana gelen bir ansiklopedi yazmak ister” (s. 175) Denemeleri olmuştur ama babasının deyimiyle “onlar da ‘uydurma’dır.” Yazıdan umulan medete ulaşılamadığı görülür.
Atay’ın mektubu ile Ali Cemal’in İtiraf’ı arasında babalarının yazıya bakışları, hayatla ve oğullarıyla kurdukları ilişkileri açısından benzerlikler yok değil. Hatta mektup yazan oğulların duyguları da zaman zaman birbirine yaklaşıyor. Ancak Ali Cemal’in süreci ve geldiği kıyı, oldukça başka. Çünkü Oğuz Atay’da baba imgesinin, o otoriter figürün pek yıkılmadığı görülürken, Ali Cemal’de durum pek böyle değil. Bunu açmadan önce, Kafka’nın mektubunu buraya kadar konuştuklarımız bağlamında kısaca hatırlayalım.
Senin başkalarına karşı beslediğin kuşku bile, benim kendime yönelik kuşkumdan daha büyük değil, beni sen böyle eğittin. (Babaya Mektup, s.68)
Franz Kafka mektubunda çocukluk dönemi ve sonrasında babası, onun özellikleri, babasıyla ilişkileri ve kendi yaşamı üzerine etkilerine dair saptamalar yapar, bunları hayatından temellendirir. Sert ve otoriter babası karşısında ezilen, hiçleşen birey/oğul, kendi olmak için çaba sarf etmekten çok erken yaşta neredeyse vazgeçer, onun otoritesine boyun eğer. Baba zihinsel, bedensel, duygusal üstünlüğüyle onu tamamen ele geçirmiş, kuşatmıştır. Psikolojik şiddet uygular. Hemen her alanda bariyerdir. Oğlunun işle, çalışmakla, kadınlarla, evlilikle, dinle, annesiyle, kardeşleriyle, edebiyatla, yazıyla ilişkisine dair görüş beyan eder. Hepsine doğrudan ya da dolaylı mimik, bakış, ses tonuyla müdahale eder.
Atay başarılı olamasa da ironik dille babasına başkaldırmaya çalışır. Kafka’nınki sert ve öfkeli bir kabullenmedir daha çok. Büyüyememeyi. Birikmiş kızgınlıkları taşıyan bu mektubun dili, tonu sert ve suçlayıcıdır. Babasının karşısında neredeyse “kekeleyerek” konuşan Kafka’nın dili ancak mektupta çözülse de bu, babaya gönderilemeyen bir mektuptur. “Bugün bu ses karşısında çocukluğumdaki kadar titremeyişimin biricik nedeni, çocukluğun o katıksız suçluluk duygusunun, yerini kısmen ortak çaresizliğimizin sezgisine bırakmış olmasıdır.” (s. 26) Suçlu, ezik çocuk hiçleşir. Ses, söz, diyalog kısacası dil baskılanır, tutsak edilir. Neredeyse kastre edilen oğul, hayatını, hayallerini, arzularını sınırlandıran, hepsi üzerinde tahakküm kuran babayla yüzleşme imkânı bulamaz. Bunu tercih de etmez. Belki büyümemeyi de tercih eder. Kendi içine, dibe doğru bir yol bulup oradan yazmayı. Kendini orada var etmeyi. Zihninde, dilinde. Şikâyet ve suçlama dökümü bu mektubu muhatabına gönderemez. Durumun farkında olsa da içinden çıkacak mecali bulamaz. Onun mektubunda baba imgesi ve figürünün yerli yerinde olduğu görülür. Bunu kıpırdatmaya çalışır Kafka, ama bu mümkün olmaz.
Bu üç mektubun birbirleriyle benzerlikleri olsa da Ali Cemal’in babasına yazdığı, baba imgesini sarsmaya, ters yüz etmeye epeyce yaklaşmış, bunun sınırlarını zorlamış, neredeyse gerçekleştirmiş olması açısından diğerlerinden ayrılıyor. Babası Hilmi Aydın bu konuda ne denli “başarısız” ise, oğlu Ali Cemal, o denli “başarılı” denebilir. Otoriteyle sorunlar, fiziksel ve ruhsal şiddet eğilimi, iç dünyadaki gelgitler, var olamama, tutunamama; sürekli eksiklik, her nereden gelecek olursa olsun (ilişkiler, iş yaşamı…) kastre edilme endişesi ve tüm bunları örtmek için beslenen, şişirilen bir erillik karşısında Ali Cemal’inki bakma, görme, anlama çabası üzerine kurulu bir hesaplaşma, yüzleşme sürecidir daha çok.
Böylece içimdeki seni dışarı çıkardım; seni doğurdum baba. (Dünyadan Aşağı, s.270)
Okur, “İtiraf” başlıklı mektup aracılığıyla Ali Cemal’in Hilmi Aydın’ın oğlu, anlatının anlatıcılarından biri ve yazarı olduğunu öğreniyor. Bu bölüm, çok katmanlı bir alana açılıyor. İç içe bu yapıyı iki ana katmana ayırmak mümkün: Biri, kurmaca karakter olarak yazar Ali Cemal’in babasına itirafı/seslenişi ki bu kendi içinde baba -(yazar) oğul ilişkisi üzerinden hayat, hayal, gerçekler, yalanlar; kayıplar -geçmiş, bugün -mümkünleri içeriyor. Diğeri, yine Ali Cemal üzerinden -bu sefer yazarlığı- arayışlar, dil tercihleri, edebiyatın gerçek ve hayalle ilişkisi, yazı mı oyun mu, uydurma, canlandırma, yaratma, kurmaca mı sorularını ve olası cevapları; yazma sıkıntısı, edebiyatın “baba”ları ve okurlarla hesaplaşmayı.
Yazının girişinde belirtildiği üzere, mektubun başında kendisi için “Hiçbir zaman soyadını kullanmayan bir Aydın!” (s. 269) diyen Ali Cemal, babadan/soydan ve aydın kimliğinden soyunduğunu işaret ediyor. Oğuz Atay’ın mektubundaki hem baba hem de aydın kimliğiyle arafta olma hâli daha baştan terk ediliyor. Tercihi, “Ben, Şair Ali Cemal.”
O, her şeyin bir “oyun” olarak başladığını söylüyor. Kendisini oyun kuran bir yazar olarak konumlandırıyor. Hayatın kurduğu oyunu kendi kurduğunda hayal gücü, diliyle yeniden canlandırıyor. Üç anlatıcı ve metin iç içe geçiyor: Yazar Gaye Boralıoğlu, kurmaca kişi/yazar Ali Cemal, zaman zaman birinci kişi anlatıcı olarak Hilmi Aydın. Dünyadan Aşağı isimli roman, Selim Aydın’ın (dede) “Sırlar”/defteri ve Ali Cemal’in “İtiraf”/mektubu. Defter aracılığıyla Selim Aydın bir kuşak öncenin babası olarak romana doğrudan dâhil oluyor. İç içe geçen bu yapı, üst kurmaca tekniğiyle hem yazma eylemini hem anlatıyı bir oyuna dönüştürüyor. Babası ise, tıpkı Kafka ve Atay’ın babalarınınki gibi yaklaşıyor yazıya: “Uydurma”
O, bu bölümde ne ve nasıl yaptığını bilen bir yazar olarak çıkıyor babasının karşısına. Onun ne diyeceğini tahmin ediyor. Kendi yaptığını apaçık dile getirmekten çekinmiyor. Salt babasını değil, kendisini de ikna etmeye çalışıyor. Romanında cehennem korkusuyla tehdit ettiği babasının hayal görmesini sağlıyor. Onu tedirginliğe ve korkuya maruz bırakıyor, hatta mahkûm ediyor. Hayatı da tıpkı kurmacadaki gibi geçen babasından yazdığı romanda “intikam” alıyor. Babasının “uydurma” itirazlarının önünü kesiyor. Yazar, Ali Cemal aracılığıyla gerçek-kurmaca arasındaki ilişkiyi silikleştirip belirsizleştiriyor ve anlatının yazarın zihnindekinin dilinden taştığı, doğduğu yeni dünya olduğunu söylüyor.
Kafka mektubunu gönderememiş, Atay babası öldükten sonra yazmış, Ali Cemal babası hayattayken onu konu edinen bir roman yazmış, sonuna “İtiraf” başlığı altında bir mektup eklemiş. O da “göndermeye cesaret edemeyeceğini” bilir: “Bu mektubu hiçbir zaman sana göndermeye cesaret edemeyeceğimi biliyorum; tıpkı Kafka’nın tüm kalbini ortaya koyarak yazdığı mektubu babasına verememesi gibi.” Ancak o, “bu kaçamak yolu tercih ediyorum: Yayınevimden bu mektubu son bölüm olarak kitaba eklemelerini rica edeceğim ve böylece sen de diğer insanlarla birlikte okuyabileceksin.” der. (s. 274) Her üçü de kurmaca dışı dünyada hesaplaşmaya devam ederken yazı aracılığıyla bunu hem kalıcılaştırmaya hem sonuçlandırmaya çalışıyor. Ancak, Kafka ve Atay için bu çok mümkün olmazken; kurmaca karakter Ali Cemal bunun sınırlarını zorluyor. Babanın hayatını yeniden kuran/yaratan kişi olarak kendisini ne denli “tuhaf”, “suçlu”, “utanç” içinde hissetse de bu “oyun”la özgürleşiyor ve bireyleşiyor: “Böylece içimdeki seni dışarı çıkardım, seni doğurdum baba.” Babayı öldürmüyor. Onunla hesaplaşıp yüzleşmeye çalışırken onu yeniden yaratıyor/doğuruyor. Hapsolduğu ikilemlerinden, çelişkilerinden, tereddütlerinden; eksiklik, yoksunluk, boşluktan; çürüme, yozlaşma, vasatlaşmadan çıkış için babasına imkân sağlıyor bu romanla. Kendisiyle, geçmişi, işi, eşi, babası, arkadaşları, hayatına girmelerini istese de mümkün olmayan kadınlarla -ki onlardan ne istediğini de tam olarak bilmiyor- hesaplaşma imkânı, aracı. Kendisine diğer insanların, oğlunun gözünden ve dışarıdan bakmasının. Bunu anlatıcı oğul/yazar sağlıyor. Baba, bunu anlatıda değerlendiremiyor ancak onun aracılığıyla günlük yaşamında bir delik açabilir belki.
Ali Cemal, babasına bir yazar olarak da sesleniyor. Hem onunla hem de okurla yazı üzerine konuşuyor. Onlara açıklamalar yapıyor. Yazmayı tesadüf, utanç, suçluluk, hezeyan, tuhaflık, zorlanma, içten dışa çıkma, taşma, akma; heyecan, hafifleme, doğurma süreci olarak tanımlıyor. Yazan/ kuran/ yaratan/ doğuran bir yazar tanımı yapıyor. Karakter yaratmanın, var olanı yeni baştan kurgulamanın, ona bir yaşantı, bakış, dil biçmenin; anlatanın anlattığı ile mesafesinin yarattığı zorluklar ve bunların nasıl aşılabileceğini tartışıyor.
Mektup ve yazma eylemi, oğulun babayla can yakan göbek bağını yazı/yaratma aracılığıyla kesmeye çabaladığını, buna yaklaştığını gösteriyor. İtiraf da bunun beyanı oluyor. Yazar Gaye Boralıoğlu, Oidipus'un hem baba-oğul hem yazar oğul-yazar babalar ilişkisinde aşılabileceğinin imkân ve ihtimalini gösteriyor. Babayla mesafelenerek ona bakabilip onu kendi zihninden, dilinden, hayal gücünden, gerçekliğinden geçirip yeniden doğuruyor. “Anlatılan”, “yazanın içinden geçerek yeniden canlan”ıyor. (s. 271). Onun karşısında ezik ya da kişiliksiz bir pozisyonda kalmak yerine oğul, ona bir yaşam kuruyor. Yazdığı romanla, ona ve ilişkilerine ayna tutmaya çalışıyor. Kendisi bağımsızlaştığı gibi başka ve yeniden bir ilişki kurabilmelerinin mümkün olabileceğini söylüyor. Sahiden kucaklaşmalarının.
Gaye Boralıoğlu, Kafka ve Oğuz Atay’ın oğul olarak babaya seslendikleri ve edebiyat tarihine geçmiş, kanonlarda yerlerini almış mektuplarındaki baba-oğul ilişkisi/hesaplaşmasına başka bir açıdan bakıyor. Ali Cemal, babaya değil, babayı yazıyor ilkin. Bunu yaparken de kendisini oğulluktan, babayı da babalıktan çıkarıyor. Annesinin kardeşi rolüne giriyor, babası da eniştesi oluyor. Özdeşleşmeyi ve iktidar savaşını buradan yürütmeyi tercih etmiyor. Uzaklaşarak bakmaya, anlamaya çalışıyor belki de. Bu, içine, endişe ve korkularına, özgüvensizliğine, küçük hesaplarına, çekişmelerine gömülen babasının yapamadığı. O, kendi arzu, tutku, hesap, beklenti, korku ve çıkarları içinde dönüp duruyor daha çok. Ali Cemal, bu döngüyü, neredeyse kuşaktan kuşağa aktarılan yazgıyı yazı aracılığıyla kırmak için çabalıyor. Babayı bir romanda baş kişi, anti-kahraman olarak kurguluyor. Herkese bir oyun oynuyor. Bir mektupla her şeyi itiraf ediyor. Hem romandaki hem de mektuptaki dili, tonu, bakışıyla da onların nihayete erdiremediği hesaplaşma ve yüzleşmeyi babaya intikam, öfke eşiğini geçip onu anlamaya, hem kendine bakmasına hem de gerçek kucaklaşmalarına alan açmaya çalışıyor. Baba karşısında ezilen, silikleşen ya da arafta bir çocuk olmaktan çıkıyor.
Defteri aracılığıyla da dedesi Selim Aydın’ın ve tanıklıklarının hayat bulmasına vesile oluyor. Yazdığı romana dedesinin yaşamını ve dilini olduğu gibi eklerken babasının hem hikâyesinde hem de dilinde değişiklikler yapıyor. Babasını vuruyor, öldürmüyor; ezelî ve ebedî bir korkunun pençesine düşürüyor. Otoriteye açtığı ve yıkmaya başladığı bu sahneyi başka sahneler tamamlıyor. Sadece anne/eş üzerinden değil, diğer kadınlarla fiziksel ya da ruhsal açıdan ilişki kurmaya çalışan baba Hilmi, hep “başarısız” oluyor. Buna mahkûm gibi. Ne evlat ne eş ne baba ne sevgili ne meslek sahibi bir iş insanı olabiliyor. Ama bu olmama hâliyle barışık da değil. Yalanlarla üzerini örtmeye çalışıyor. Toplumun kendisinden beklediği rollerin hiçbirini yerine getiremiyor. Kendini var edebileceği başka bir alan açamıyor, yaratamıyor. Herkesten şüpheleniyor. Güçlü, başarılı, bilen biri olmaya çalıştıkça vasata razı gelmek zorunda kalıyor. Böyle olduğunu kabul etmese dahi. Olamıyor, olduramıyor kendisini. Yazar Ali Cemal, bunların gerçekle oldukça örtüştüğünü, bunu babasının da bildiğini bu mektupta ona söylüyor. Bununla da babayı kastre etmediğini gösteriyor. Babasıyla ilişkisini ezen-ezilen ilişkisinin dışına çıkartabilmeyi kendisi başarıyor. Yazıya tutunarak ayakta kalmaya çalışıyor. Şimdi de babasını babalıktan çekilmeye, kendisi olmaya, doğurduğu yerden gerçekten büyümeye davet ediyor. Otoritenin tahtını da üzerine kurulduğu her ne varsa hepsini sarsıyor. O, Kafka ve Atay’da görülen kabullenme ya da arada kalma yerine babayı babalıktan çekme eğilimi gösteren bir oğul. Baba onun “ruhunu kemiren soru”, “dert”tir. “Belirsiz hastalık”larının “muhtemel sebebi”, “kalbi”nin“ ortasında duran, bir türlü doldur”amadığı “boşluğun asıl sorumlusu” (s.271). Dert, hasta eden, boşluk. Ama Ali Cemal onun kendisini ezme, sömürme, baskılama ihtimalini ortadan kaldırmak için çabalıyor.
Ali Cemal’in babası, nihayetinde kitabın okurlarından biri olacak. Okuduğunda şunları söyleyeceğini düşünür: "Kibirli, saçmalayan, ukala, haksızlık eden, bilmiş, bir de mektup yazmış…" (s. 273) Bunların -“genellikle” diyerek- çocukluğunda da haykırdığı kelimeler olduğunu söylüyor. Peki, o hâlde okur da bir nevi “baba” mıdır? Hep mi böyleydi, şimdilerde mi bu, böyle? Yazar Gaye Boralıoğlu, Ali Cemal aracılığıyla hem edebiyat geleneğinin “baba”larına hem “baba”laşan okura ne söylüyor? Baba/gelenek/okur bu üçlü otorite karşısında kurmaca yazar Ali Cemal ve Gaye Boralıoğlu, hem her üçünü anlamaya, görmeye hem onlara anlatmaya, açıklamaya, göstermeye mi çalışıyorlar? Başka yollar, kanallar, imkân ve ihtimaller; ilişkiler ve yazı dilleri, anlatma biçimleri olabileceğini?
Edebiyatın oldukça zor, çetrefil, muğlak ve tartışmalı sularına doğru açılıyor. Yazar ve roman kişisi yazar hem anlatıyor hem de anlatımı/ nasılı üzerine düşünüyor. Roman da yatay bir düzlemde genişleyip çoğalarak akıyor.
Bunun araçlarından biri de daha önce kısaca değinilen, dede Selim Aydın’ın “Sırlar” defteri. Hilmi’nin bulduğu, kimseyle paylaşmadığı bu kitabı, Ali Cemal babasının evinde görüyor, gizlice alıyor, okuyor, yerine bırakıyor. Bu defter birkaç açıdan önemli. Daha önceden öğrenildiği üzere, baba, lokantayı yeniden “diriltme” çabasına giriştiğinde –ki bunda da “başarız” oluyor, gerçek niyeti pek de dirilme değil zira- defterdeki tarifleri çalıyor. Baba-oğul birbirine benzeyecek belki ama bu olmuyor. Mesela Oğuz Atay da babasıyla benzerliklerine yer veriyor mektubunda. Daha çok “olumsuz” özellikleri benziyor. Hayattaki yerlerini bulamama, egoistlik, akıllarına geleni söylemek, medeniyeti sevmemek... Ve Atay, kızmakla şefkat arasında gidip geliyor. Şimdi defterden devam... Bir diğer önemi, Ali Cemal kendisinin en güçlü tutunma aracı olarak gördüğü yazma yeteneğini dedesinden aldığını söylüyor. Babayı bir kez daha işlevsiz ve etkisiz hâle getiriyor. Üçüncüsü, yazdığı roman içinde sadece bu defteri değil, aynı zamanda babasının ne denli yalancı, aciz, zavallı, çaresiz, yok edici biri olduğunu da ifşa ediyor. Bundan bir türlü kurtulamayışını. Bunun sebebinin çocukluğundaki kökenlerini de. Tüm bunların dışında görünmekle beraber üç kuşağı çerçeveleyen dış zamanı çizme işlevini de üstleniyor bu defter. Yazar, dedenin lokantası olan Kapalika’nın kuruluş hikâyesine, yemek kültürüne, buranın Selim Aydın’dan oğlu Hilmi Aydın’a geçişine kadarki süreci anlatıya ekliyor. Zaman içindeki sosyo-kültürel ekonomik değişimi gösterme aracına dönüşüyor defter. Oğuz Atay’ın babasının kitaplar, müzikler, iş-kariyer tercihleri ile kendi dönemini karşılaştırması, gelenekselden moderne geçişi bu alanlara dair beğeniler üzerinden nelerin değiştiğini, kaldığını, eklendiğini göstererek hem bir değişime hem de kendi araf pozisyonuna işaret etmesi gibi Ali Cemal de mektubunda da değindiği defterle söz konusu değişimi görünür kılıyor. Bunlarla beraber, bir babanın (Hilmi A.) babasından (Selim A.) deyim yerindeyse “kurtulamayışı” ile Atay ve Kafka’nın babalarıyla ilişkisindeki benzerlik bu defter üzerinden somutlanırken; Ali Cemal’in İtiraf başlıklı mektubu bir sonraki kuşağın bunun sınırlarını zorladığını, yer yer “başar”dığını işaret ediyor.
Diğer iki mektuptan farklı olarak üç kuşağı defter üzerinden buluşturan bu mektupta Ali Cemal, “dilim beni sana yaklaştırdı.” (s. 274) diyor. Aynı zamanda kendisine de yaklaşıyor. Yazdıkça, yazdığında, kişilerde kendisini de görmeye başlıyor. Aczi, korkuları, zaafları, tedirginlikleri sadakatsizlikleri, rehaveti, yoksunluğu… Ancak ne Kafka gibi ezilmiş, öfkeyle dolu ne Atay gibi arafta salınıyor. O, babasını kahramanlaştırmıyor, kendisini de yüceltmiyor. Arayışlarından, bulduklarından, varolma ve tutunma çabalarından söz ediyor. Bunların nasıl mümkün olduğundan.
Babasının mesleğini devam ettirmeyen Ali Cemal, onun ciddiye almadığı yazıyı seçiyor. Babayı her anlamda soyuyor, çıplak bırakıyor, parçalıyor. Ancak, onu yeniden var ettiğini, yarattığını, doğurduğunu söylüyor. Eleştiriyor, belki’lerini rahatça söylüyor. Ancak yer yer özür de diliyor. Bu, ezilme özrü gibi durmuyor. Kabul, teslimiyet, itaat söz konusu değil. Gerçekten anlamaya, görmeye çalışan; diyalog kanalı arayan birinin çabası daha çok. “Istırap içindeki her genç erkek gibi ben de kurtulamadığım dertlerimden, çektiğim acılardan seni sorumlu tutuyorum” (s. 274) dese, kitabı yazıp bitirdikten sonra pek bir şey değişmemişse de “memnun”dur o. Bu mektup onun için “Bir telafi arzusu.” Kucaklaşma, boşlukları doldurma, yaşama sebebi arama. Açıkça ve dolu dolu onu ne denli sevdiğini söyleme. Babası tarafından kastre edilme korkusunu hep taşıyan, hiçbir zaman endişe ve tedirginliklerinden sıyrılamayan, tutunacak bir dal bulamayan, yalanlardan vazgeçmeyen Hilmi Aydın karşısında oğlu Ali Cemal, babasının kendisiyle kurduğu ilişkiye rağmen bunlara saplanıp kalmamış. Onunla özdeşleşme, bütünleşme, bir olma çabasından ziyade; parçaladığı, yeniden doğurduğu babasını ve kendisini iki ayrı özne olarak görmeye/kurmaya çabalıyor. Ve tam da bu sebeplerle ya da bunlar sayesinde mektubu, başında bıraktığını söylediği soyismiyle imzalıyor: Ali Cemal Aydın.
Dünyadan Aşağı’nın son bölümü olan İtiraf/mektup, Kafka’nın Babaya Mektup’u ile Atay’ınkini dolaylı göndermeler üzerinden metne dâhil ediyor. Roman kişilerinden Ali Cemal, Hilmi Aydın’ın oğlu olduğunu, bu romanı kendisinin yazdığını itiraf ediyor. Roman boyunca çeşitli anlatıcılar aracılığıyla yazmak, edebiyat, dil, anlatmak, gerçek-kurmaca ilişkisine dair yapılan açıklamalar, eleştiriler, tartışmalar; verilen bilgiler son bölümde Ali Cemal tarafından toparlanıyor ve okurla paylaşılıyor. Böylece bu bölüm ikili bir anlam kazanıyor. Yaşamda ve anlatılardaki baba-oğul/oğul-baba ilişkisinin çıkmazının bir yazgı olmayabileceğini, bu çıkmazın sınırlarının zorlanabileceğini gösteriyor. Diğer iki mektuptaki baba-oğul ilişkisini yer yer parçalıyor. Aynı zamanda da Gaye Boralıoğlu kurmaca yazar Ali Cemal aracılığıyla kendisinden önce yazılmış metinlerle ilişkileniyor, konuşuyor. Tıpkı baba-oğul ilişkisinde diğer mektuplarda anlatılanlardan farklılıklar olsa da yer yer benzerliklerin görülmesi gibi, yazar da anlatıda kendinden öncekileri içermekle beraber onlardan başka bir yolda ilerlediğini gösteriyor. Babadan kopmaya, özgürleşmeye, özneleşmeye çalışmak nasıl sancılı, gelgitli, kaygılı bir süreç ise kendinden önceki yazılanlardan ve yazanlardan/”usta”lardan kopmanın da benzer olabileceği görülüyor. Mektupta neyin, nasıl, neden yazıldığına dair sürekli yapılan açıklamalar, “ikna” çabalarını andırıyor.
Üç mektupta üç ayrı “büyüme” hikâyesi görülüyor. Kafka’nın mektubunda otoriter ve hayatındaki her alanı kontrol altında tutmaya çalışan baba karşısında büyüyemeyen, bunu belki de istemeyen ya da buna razı gelmeyen bir oğul var. Bu baba, mektup yazıldığında henüz sağ. Gücü ve tahakkümü devam ediyor. Karşısında konuşamayan Kafka, mektubu da gönderemiyor. Oğuz Atay ise nispeten daha zayıf, arada kalmış, yumuşak ve güçsüz babası karşısında büyümekle büyümemek arasında kalıyor. Sanki ne kendisi biliyor ne de okur anlayabiliyor büyüyüp büyüyemediğini. Ancak bir ret ya da özdeşleşme değil, olumlu olumsuz, benzer farklı ne varsa bir paylaşma eğilimi belirginleşiyor. Çünkü babası ölmüş. Hesaplaşması, çekişmesi, benzerlikler ve farklılıklar üzerinden kendine ve babasına yeniden bakabilmesi; kızması, öfkelenmesi, şikâyet etmesi imkânsız. O, mektubu babası öldükten sonra yazıyor. Yarım, eksik bir durum söz konusu. Kafka’nın gönderemediği mektup burada muhatapsız mektuba dönüşüyor. Ali Cemal ise büyümenin sınırlarını zorluyor, büyüyeyazıyor. O, babasına sadece mektup yazmakla kalmıyor. Onun yaşamını kendi hayal gücünden geçirerek, dilini eğip bükerek yeniden canlandırdığı, onu doğurduğu bir roman yazıyor. Son derece vasat, yalanlar, çıkarlar, ikiyüzlülükler, aldatmalar... arasında neredeyse “kayıp” bir baba yaratıyor. Anlattıklarının epeycesinin gerçek olduğunu babasının da gayet iyi bildiğini hem ona hem okura hatırlatıyor. Nerelerini değiştirip dönüştürdüğünü söylüyor. Babası sağ ve bu romanı da mektubu da okuma ihtimali var. Yazdığı ama göndermeye çekindiği mektubu -romanın sonuna ekliyor.
Kafka’nın mektubunun dili oldukça sert, suçlayıcı, öfke ve şiddet dolu. Anlamaya, görmeye, bakmaya çalışan; diyalog kanalı arayan bir dil değil ki mektupta görülen baba söz konusu olunca tüm bunlar pek mümkün de değil. Atay bu imkânı çoktan kaybetmiş. Suçlasa suçlayamıyor, kızsa kızamıyor. Sevmeye, özlemeye, iyi hatırlamaya mecbur gibi. Ali Cemal roman boyunca iki ayrı ton arasında gidip gelse de son bölüm olan İtiraf/mektupta Atay’ınkine daha yakın duruyor. Önemli bir fark var, o bunu babası sağken yapıyor. Onun bunu okuyacağını tahmin ediyor, hatta okuduğunda neler söyleyebileceğini de. Ancak o, hem babasının kendisine bakma hem de ilişkilerini gözden geçirme, telafi etme imkânı olarak görüyor bu romanı ve mektubu. Onun isyan, itiraz, öfke, çatışma duyguları daha çok roman boyunca oğul değil de enişte rolüne büründüğü sahnelerde görülüyor. Oğul oğulluktan çıkarak hesaplaşıp bunu hallediyor sanki. Bu sebeple/sayede de, hatırlayalım, kullanmadığı soyismini mektubun sonundaki imzasına ekliyor.
Oğul olarak Ali Cemal’in pozisyonu, kurmaca/gerçek yazar için de geçerli olabilir mi? Oğulun babadan azâde olması gibi yazar da “usta”lara, edebiyatın ana-babalarına selam gönderip neredeyse bir yazgı olarak işlenegelen meseleye başka açıdan yaklaşıp dil arayışları, oyunları, seçtiği anlatım araçları -başta üstkurmaca, metinlerarasılık ve bunlara kurban etmediği ana hikâyenin klasik akışı-, anlatıcı farklılaşmalarıyla geniş, geçişken, çoğalan, iç içe, yatay bir yapı kuruyor. Ali Cemal, romanı yazıp, mektup ekleyip babası sağken yayınlamaya karar verirken, hem ilişkilerini hem de kendi hayatı açısından onu engel olmaktan çıkarıp, başka bir ilişki ve kendilik hâlinin sınırlarını zorluyor. İşlediği izlekler, yarattığı karakterler kendinden önceki yazarlar ve yazdıklarıyla konuşsa da onlardan ayrılarak başka bir eşikte bitiyor roman. Gaye Boralıoğlu da “usta”ların engel, bariyer olma riskini bertaraf ediyor. Ne onlara minnet ediyor ne de onlarla kavga. Konuşarak ve yazarak, hem ele aldığı izlekte hem de yazma biçiminde genişleye genişleye kendi kanalını açıyor. Benzer anlamlar, açmazlar, biçimleriyle işlene işlene eprimiş, eskimiş bir izleğe ve anlatımına nefes aldırıyor. Her ikisini yeniden doğuruyor. Tıpkı, Ali Cemal’in babasını yeniden doğurması gibi.