Anna Burns'ün 2018 yılında Man Booker ödülünü kazanan romanı Türkçeye çevrildi. İthaki Yayınları tarafından basılarak 7 Ağustos'ta dağıtıma sunulacak olan Sütçü'den tadımlık bir bölüm sunuyoruz...
Bilmemkim McBilmemkim’in göğsüme silah dayayıp bana kedi dediği ve beni ölümle tehdit ettiği gün, sütçünün de öldüğü gündü. Sütçüyü vuranlar devletin suikast timindendi ve bu adamın vurulması benim umurumda değildi. Başkalarının umurundaydı ama. Bunlardan bazısı da beni, deyim yerindeyse “uzaktan bilen ama benimle konuşmamış” kişilerdi. Gıyabımdaysa bolca konuşulurdu çünkü bu kişiler tarafından ya da büyük ihtimal birinci kayınbiraderim tarafından çıkarılan söylentiye göre sütçüyle ilişkim vardı ve ben on sekiz yaşındaydım, o ise kırk bir. Adamın yaşını bilmemin nedeni, vurulmasıyla birlikte haberin basına düşmesi değil, dedikoducular arasında daha evvelden, vurulma olayının aylar öncesinden beri süren konuşmalardı, kırk bir ve on sekizi iğrenç buluyorlardı, yirmi üç yaş fark iğrençti, adam evliydi, benim tarafımdan kandırılmaya gelmemeliydi, ne de olsa sessiz sakin ve silik görünüp saman altından su yürüten çok insan vardı. Anlaşılan sütçüyle bu ilişki benim de hatamdı. Oysa ilişkim yoktu sütçüyle. Ondan hoşlanmazdım ve peşime düşmesi, ilişkiye girmeye çalışması gözümü korkutmuş, aklımı karıştırmıştı. Birinci kayınbiraderimden de hoşlanmazdım. Başkalarının seks hayatıyla ilgili yalanlar uydurma yönünde karşı konulmaz bir dürtüsü vardı. Benim seks hayatımla ilgili. Henüz küçüklüğümde, on iki yaşımda, uzun zamandır birlikte olduğu erkek arkadaşından aldatılarak ayrılan ablamın teselli ilişkisinde boy gösteren bu yeni adam, onu hamile bırakmış, sonra da apar topar evlenmişlerdi. Adam tanıştığımız andan itibaren bana, benimle ilgili –yabani çekiciliğim, kıçım, kukum, kutum, paketim, muhalifliğim, tek heceli yerim– müstehcen imalarda bulunmuş ve anlamadığım cinsel sözler kullanmıştı. Sözleri anlamasam da cinsellikle ilgili olduklarını kavradığımın farkındaydı. Ona zevk veren de buydu zaten. Otuz beş yaşındaydı. On iki ve otuz beş. Bu da yirmi üç yaşlık bir farktı.
O böyle imalarda bulunur ve kendinde bu imaları yapmaya hak görürdü, bense hiç konuşmazdım çünkü bu kişiye ne tepki vereceğimi bilemezdim. Yorumlarını asla kız kardeşimin yanında yapmazdı. Kardeşim ne zaman gitse adamın içinde âdeta bir düğme çevrilirdi. İyi yanından bakarsak fiziksel anlamda gözümü korkutmazdı. O zamanlarda, o yerde, insanları ölçüp biçmede ana kıstas şiddetti ama ben bunun birinci kayınbiraderde olmadığını, onun böyle bir bakış açısına sahip olmadığını görür görmez anlamıştım. Yine de tehditkâr mizacı beni her seferinde donup kalmaya iterdi. Yani adam pisliğin tekiydi, kız kardeşim ise hamileliği, uzun ilişkiden çıktığı erkeği hâlâ sevmesi, yaptıklarına inanamaması, özlenmeyişine –ki özlenmiyordu– akıl erdirememesi yüzünden kötü vaziyetteydi. Eski adam şimdi başka yerde, başkasıylaydı. Kardeşimse yanı başındaki adamı, evlendiği bu yaşça büyük insanı tam olarak göremezdi çünkü onunla ilgilenemeyecek kadar genç, mutsuz ve –bu adama değilse de– âşıktı. Sıkıntıda olduğunu bildiğim halde ona gitmeyi bırakmıştım çünkü adamın laflarıyla imalarına katlanamıyordum. Bu adamın bana ve kız kardeşlerime yol yapması ve üçümüz tarafından –doğrudan, dolaylı, kibarca, siktirle– terslenmesiyle geçen altı yılın ardından, yine davetsiz ama çok daha ürkütücü, çok daha tehlikeli olan sütçü çıktı sahneye. Kimin sütçüsü olduğunu bilmiyordum. Bizim sütçümüz değildi. Kimsenin sütçüsü değildi bence. Süt siparişi almıyordu. Sütle en ufak ilgisi yoktu. Hiçbir zaman süt dağıtımı yapmamıştı. Üstelik süt kamyonu da yoktu. Onun yerine arabaları vardı, farklı türde arabalar; kendisinin aksine genelde gösterişli arabalar. Yine de bu adamı ve arabalarını ancak o, arabalarıyla kendisini gözüme sokmaya başladığında fark ettim. Bir de minibüsü vardı; küçük, beyaz, alelade, her şekle bürünen. Zaman zaman onun direksiyonunda da görülürdü.
Bir gün Ivanhoe okuyarak yürüdüğüm sırada, arabalarından biriyle yanımda belirdi. Kitap okuyarak yürürdüm sıklıkla. Bir yanlışlık görmüyordum bunda ama sonradan aleyhime kanıtlar arasına eklendi. “Yürürken okumak” kesinlikle o listedeydi.
“Sen şu bilmemnelerin kızlarından değil misin? Filanca babandı, değil mi? Erkek kardeşlerin falan, filan, falan, filan hokey takımındaydı, değil mi? Atlasana. Bırakayım seni.”
Tüm bunlar kapıyı açmaya koyulduğunda, gelişigüzel bir havayla söylenmişti. İrkilerek başımı kitaptan kaldırmıştım. Arabanın yaklaştığını duymamıştım. Direksiyondaki adamı daha önce görmemiştim. Yardımseverlik mahiyetinde bir gülümseme ve dostane bir tavırla eğilmiş, bana bakıyordu. Ne var ki artık on sekiz yaşındaydım, “güler yüzlü, dostane ve yardımsever” beni daima teyakkuza geçiriyordu. Mesele arabayla bırakılmak değildi. Burada arabası olanlar sık sık durur, mahalleliye onları arabayla bırakmayı teklif ederdi. O günlerde arabalar henüz dört bir yanı sarmamıştı, toplu taşımacılık da bomba ve kaçırılma korkusu yüzünden kesintili sürüyordu. Kaldırım yanaşmacılığı ise terim olarak bilinse de uygulama olarak bilinmiyordu. Benim karşıma çıkmadığı ise kesindi. Öyle ya da böyle, arabayla götürülmek istemiyordum. Genel anlamıyla yani. Yürümeyi seviyordum çünkü; yürüyüp okumayı, yürüyüp düşünmeyi. Özel anlamdaysa bu adamla aynı arabaya binmek istemiyordum.
Öte yandan bunu nasıl söyleyeceğimi de bilmiyordum çünkü herhangi bir kabalık yapmamıştı ve isimlerini söylediğine göre ailemi, ailemin erkeklerini tanıyordu, kaba olamazdım çünkü o da kaba değildi. O yüzden de bocaladım ya da donup kaldım ki bu kabalıktı. “Yürüyorum ben,” dedim. “Kitap okuyorum.” Kitabı gösterdim; Ivanhoe yürümeyi, yürümenin gerekliliğini açıklayacaktı sanki. “Arabada da okuyabilirsin,” dedi ama ben buna ne tepki verdiğimi hatırlamıyorum. Sonunda bir kahkaha attı, “Boş ver, dert etme. Keyfini çıkar,” dedi, arabanın kapısını kapayıp uzaklaştı.
İlk seferde olup bitenler bundan ibaretti ama... Söylenti çıkarmaya yetmişti. En büyük kız kardeşim beni görmeye geldi çünkü kocası, şimdi kırk bir yaşında olan kayınbirader, beni görsün diye göndermişti. Bilgi verip uyaracaktı. Adamın tekiyle konuşurken görüldüğümü söyledi.
“Siktir lan,” dedim. “Görülmüşüm de ne demek? Kim tarafından? Kocan mı?”
“Beni dinlesen iyi edersin,” dedi ama dinlemeyecektim; kocası yüzünden, kocasının çifte standartları yüzünden ve kendisinin bunlara katlanması yüzünden. O sırada farkında değildim ama kocasının kaç zamandır süren sataşmaları için kız kardeşimi suçlamıştım ve suçlamaya devam ediyordum. Farkında değildim sevmediği ve şüphesiz saygı duymadığı halde bu adamla evlendiği için onu suçladığımın. Ona saygı duyuyor olamazdı herhalde, biliyor olmalıydı adamın hovardalıklarını. Nasıl bilmezdi ki?
Terbiyemi takınmam konusunda tavsiye vermeye devam etmeye çalıştı, kendime kötülük ediyordum, ilgilenecek onca adam varken... Bu noktada canıma tak etti. Öfkelendim, biraz daha küfrettim çünkü kız kardeş küfrü sevmezdi ve onu yanımdan göndermenin tek yolu buydu. Sonra da pencereye çıkıp arkasından bağırarak, o ödleğin bana söyleyecek lafı varsa gelsin kendi söylesin, dedim. Hataydı bu; duygusallığa kapılmam, duygusallığımın görülüp duyulması, pencereden sokağa bağırmam ve kendimi akışa kaptırmam... Genelde böyle durumlara düşmemeyi başarırdım. Ama şimdi öfkeliydim. Öyle bir öfkem vardı ki; sümsük bir eş olduğu, kocası ne derse eksiksiz yaptığı için kız kardeşe ve kendi alçaklığını bana yüklemeye çalıştığı için o adama karşı. İnadımın, “sen kendi işine baksana”mın içimde yükseldiğini hissediyordum. Ne yazık ki bu ne zaman olsa âdeta sapıklaşır, tecrübelerden ders almayı reddeder, öfkeyle kalkıp zararla otururdum. Sütçü ve hakkımdaki söylentiye gelince; üstünde bile durmadan kulak ardı ettim. Bu bölgede ezelden beri herkes herkesin işine alabildiğine burnunu sokardı. Dedikodu sel gibi taşar, boşalır, gelir ve gider, bir sonraki hedefine doğru akardı. Bu yüzden de sütçüyle ilişki meselesine önem vermedim. Ardından adam yine bir yerden bitiverdi; bu defa ben yukarısı ve aşağısında su depoları olan parklarda koşarken, arabasız çıktı karşıma.
Yalnızdım ve bu sefer bir şey okumuyordum çünkü koşarken asla okumam. O ise yine yoktan var olmuşçasına, önceden hiç bulunmadığı bir yerde, yanı başımda belirip adımlarıma ayak uydurdu. Bir anda birlikte koşmaya başladık, hep böyle koşarmışız gibi görünüyorduk, bense bir kez daha, bu adamla sonuncusu hariç her karşılaşmamda olacağı gibi irkildim. Önce konuşmadı, bense konuşamadım. Sonra o konuştu ama lafa ortasından girdi, sanki onunla hep böyle lafa ortasından girerek sohbet ediyorduk. Sözleri kısaydı ve koşma tempom yüzünden biraz zorlanıyordu, bahsettiği şeyse işyerimdi. İşimden haberi vardı; nerede çalıştığımdan, neler yaptığımdan, çalışma saatlerimden, günlerimden ve kaçırılmadığı zamanlarda iş için kasabaya gitmek üzere sabahları bindiğim sekizi yirmi geçe otobüsünden. Eve dönüşte bu otobüse hiç binmediğimi de beyan etti. Doğru söylüyordu. Hafta içi her gün, yağmur yağsın güneş açsın, top atılsın bomba atılsın, isyan olsun direniş olsun, daima gözüm son okuduğum kitapta, yürüyerek eve dönmeyi tercih ederdim. O kitap da bir on dokuzuncu yüzyıl kitabı olurdu çünkü yirminci yüzyıl kitaplarını sevmezdim çünkü yirminci yüzyılı sevmezdim. Şimdi geriye dönüp bakınca, sanırım sütçü bunları da gayet iyi biliyordu.
Yukarı uçtaki su rezervi boyunca yürürken söyledi sözlerini. Aşağı uçta, çocuk parkı yakınında daha küçük bir rezerv de vardı. İleriye doğru bakıyordu bu adam, bir yandan da benimle konuşuyor ama bir kez olsun bana dönmüyordu. Bu ikinci karşılaşma boyunca bana dair tek bir soru sormadı. Yanıt bekler gibi bir hali de yoktu. Yanıt verebileceğimden de değil gerçi. Ben hâlâ “nereden çıktı bu herif ?” kısmındaydım. Hem ne diye beni tanıyormuş, birbirimizi bilmediğimiz halde biliyormuşuz gibi davranıyordu? Yanımda olmasına aldırdığım halde neden aldırmadığımı farz ediyordu? Neden şu koşuyu durdurup bu adama beni rahat bırak diyemiyordum? Gelgelelim “Nereden çıktı bu herif ” dışında kalan düşünceler, çok daha sonraları aklımda belirdi ki daha sonraları derken kastettiğim bir saat sonrası değil. Yirmi yıl sonrası. O dönemde, fiziksel şiddet içeren bir dokunuş söz konusu değilse, apaçık bir sözlü hakarete maruz kalınmadıysa, çevreden iğneleyici bakışlar gelmiyorsa ortada bir sorun olmadığını temel kural olarak benimseyen, diken üstü bir toplumda yetişmiş on sekiz yaşında biri olarak, nasıl var olmayan bir şeyin saldırısı altında olabilirdiniz ki? On sekizimde nelerin hakka tecavüz oluşturduğunu doğru düzgün bilmiyordum. Bir hissiyatım, belli bir sezgim, kimi durumlar ve insanlara karşı bir çekincem vardı ama önsezi ve çekincenin geçerliliği olduğunu bilmiyordum; yanıma gelen birinden ya da hiç kimseden hoşlanmama, onlara katlanmak zorunda kalmama hakkına sahip olduğumdan habersizdim. O günlerde tek becerebildiğim, söz konusu kişinin söylemekle kendisini dostane ya da yardımsever kılacağını sandığı şeyi çabucak söyleyip gitmesini ummaktı. Ya da kendim fırsatını bulduğum anda, kibarca ve hızla uzaklaşmak.
Bu ikinci görüşmede sütçünün benimle ilgilendiğini, bana asıldığını anladım. Benimle ilgilenmesinden hoşlanmadığımı ve ona karşı aynı şeyleri hissetmediğimi de anladım. Ancak ilgisini iletme yönünde doğrudan bir söz sarf etmedi. Benden bir şey istememeye de devam etti. Fiziksel olarak da dokunmuyordu. İkinci görüşmede o âna dek bir kere bile bakmamıştı bana. Üstelik benden büyüktü, hem de çok büyük, o yüzden de acaba ben mi yanlış anlıyorum, durum sandığım gibi değil mi, diye düşündüm. Koşu meselesine gelince; zaten halka açık alandaydık. Burası gündüzleri iki parkın birleşiminden oluşan bir alan, geceleriyse meşum bir ortamdı, gerçi gündüzleri de meşum bir ortamdı. İnsanlar gündüz kısmının meşum olduğunu kabul etmeye yanaşmıyordu çünkü herkes gidebileceği en azından bir yer olsun istiyordu. Bu alan bana ait olmadığına göre benim orada koşmaya ne kadar hakkım varsa; yetmişli yıllarda çocukların orada alkol içmeye, seksenli yıllarda biraz daha büyüklerin orada tutkal koklamaya, doksanlı yıllarda yine daha büyüklerin orada eroin şırınga etmeye, şimdilerdeyse devlet güçlerinin devlet retçilerini fotoğraflamak için orada saklanmaya ne kadar hakkı varsa, bu adamın da orada koşmaya o kadar hakkı vardı. Devlet güçleri, retçilerin bilinen ve bilinmeyen tanıdıklarını da fotoğraflardı ki tam o anda işte bu oldu. Sütçüyle koşarak bir çalının yanından geçtiğimizde belirgin bir “klik” sesi geldi; üstelik o çalı klik sesi gelmeden yanından defalarca geçtiğim bir çalıydı.
Sesin bu defa gelmesinin nedeni sütçü ve sütçünün müdahilliğiydi, bunu biliyordum. “Müdahillik” derken kastettiğim bağlantılılığı, “bağlantılı” derken kastettiğim aktif isyanı, “aktif isyan” derken kastettiğimse söz konusu yerde var olan siyasi sorunlar nedeniyle devlet düşmanı retçi olmasıydı. Şimdi ben de bir yerlerdeki bir dosyada, bir yerlerdeki bir fotoğrafta, bir zamanlar bilinmeyen ama artık kati biçimde bilinen tanışıklardan biri olacaktım. Sütçünün kendisi, duymaması imkânsız olduğu halde klikle ilgili hiçbir imada bulunmadı. Bense klik meselesinin üstesinden, şu koşu bitsin diye tempomu artırarak ve sesi ben de duymamışım gibi yaparak geldim.
Gelgelelim koşuyu öyle yavaşlattı ki en sonunda yürümeye başladık. Nedeni genel anlamda formsuzluğu değil, koşuculukla alakasının olmamasıydı. Koşmaya en ufak ilgisi yoktu. O güne dek bir kez olsun görmediğim su rezervleri boyunca koşmalarının, koşuculukla alakası yoktu. Biliyordum, tüm o koşmaların benimle alakası vardı. Koşuyu tempolu yürüyüş için yavaşlattığını, nedenin bu olduğunu ima etti ama ben tempolu yürüyüşü bilirdim ve benim için koşu arası yürüyüş öyle bir şey değildi. Gelgelelim bunu ona söyleyemedim çünkü ondan daha formda olamazdım, çünkü kendi sistemim konusunda bu adamdan bilgili olamazdım, çünkü buralarda erkeklerle kadınların şartlandırılma şekli buna müsaade etmezdi. Bu alan “ben erkeğim sen kadınsın” alanıydı. Bu, kızsanız oğlana, kadınsanız erkeğe ya da kızsanız erkeğe neyi söyleyebileceğiniz ve neyi –en azından resmi olarak, en azından insan içinde, en azından sıkça– söylemeye izninizin olmadığı meselesiydi. Bu, erkeklere riayet etmediği, erkeğin üstünlüğünü teslim etmediği, hatta iyice ileri gidip erkeklerle ters düşmenin eşiğine geldiği düşünülen belli kızlara, kısacası dik başlı dişiye, kendinden fazla emin o cüretkâr türe müsamaha gösterilmemesi meselesiydi. Ancak tüm erkekler ve adamlar da böyle değildi. Bazısı bu hakarete uğramış erkeği komik bulur, gülerdi. Benim sevdiklerim bunlardı ve belki-erkek arkadaş da onlardandı. Ona, birbirlerinden iğrendikleri halde Barbra Streisand’ın cırtlaklığına duyduğu öfkede birleşen; şu yeni filmde erkeklerin hiçbiri beceremezken, yaratığı o öldürdüğü için Sigourney Weaver’a gıcık olan; Kate Bush’a kedi gibi olduğu, kedilere de kadınlar gibi oldukları için tepki gösteren oğlanlar tanıdığımı söylediğimde kahkaha atar, “Hadi canım, kafa buluyorsun benimle. O kadar da kötü olamaz. Öyle mi sahiden?” derdi; tabii ona yaşadığım semtte, bina girişlerine parçalanmış kedilerin bırakıldığından, hatta bu yüzden kedi nüfusunun azaldığından söz etmezdim. Onun yerine kapanışı, bünyesinde bir yumuşaklık olduğu görmezden gelindiği sürece Freddie Mercury’nin yerine kimsenin göz dikemeyeceğini söyleyerek yapardım ki bu sözler belki-erkek arkadaşı cezveyi bırakıp –tanıdığım onca insan içinde sadece onun ve arkadaşı şefin cezvesi vardı– kendini koltuğa atıp bir kahkaha daha basmaya sevk ederdi.
Anna Burns, Sütçü, İthaki Yayınları, 2020, s. 7-15.