"Aksi Gibi" bir Türkiye panoraması...

Pınar Öğünç’ün öykülerinin tamamında çok yakından tanıdığımız insanlarla karşılaşıyoruz. Birbirlerine hiç benzememeleriyle bir çeşitlilik yaratan bu kahramanlar, memleketin hal-i ahvaliyle beraber düşünüldüklerinde kısa bir Türkiye panoraması sunuyor

04 Şubat 2015 22:25

1940’larda, Türkçe edebiyat bir yenilikle karşı karşıya kaldı: Garip akımı. Kısaca özetlersek, “her konunun şiirin içine girebileceğini” savunuyorlardı. Bu savlarında haklı olduklarını eserlerinde gösterdiler ve okuyucu nezdinde karşılık da buldular. Lakin kendini yenileyememenin makûs talihi onların da karşısına çıktı, derin bir “çıkmaza” girdiler. Fakat Turgut Uyar’ın dediği gibi, bu çıkmaz “güzeldi” ve İkinci Yeni şiirini doğurdu.

Türkçe öykü ise 1950’lerin başından itibaren büyük bir atılım gerçekleştirdi. Oğuz Atay’dan Yusuf Atılgan’a; Bilge Karasu’dan, Ferit Edgü’ye; Tomris Uyar’dan Leyla Erbil’e; Erdal Öz’den Onat Kutlar’a, Vüsat Bener’e, birçok önemli yazar, bir dilin öykücülüğünü dili kazıya kazıya yeniden oluşturdu. Haliyle uzun yıllar taklit edilmeleri kaçınılmazdı. Onlara öykünen, iyi niyetle yazılmış, ama teknik olarak kötü bir sürü öykü okuduk, okuyoruz.

Bu durum da, bir bakıma, Garip şiirinin içine düştüğü “çıkmaz”a benziyordu ve kendi Turgut Uyar’larını yaratacaktı. 50’lerde yetişen kuşağın birikimini reddetmeyen ve o geleneğe sahip çıkarak Türkçe öykü geleneğinin üzerine eklemlenen Murat Gülsoy, Ayfer Tunç, Ahmet Büke, Şule Gürbüz, Behçet Çelik, Aslı Erdoğan, Seray Şahiner ve Mahir Ünsal Eriş gibi yazarlar; yazdıklarıyla bu görevi üstlenmekten çekinmediler. Denebilir ki, öykümüze ikinci bir altın devreyi yaşatmaya başladılar.  Geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından bu kitaplara ve yazarlara bir tanesi daha eklendi. Yeri geldiğinde Oğuz Atay’ın izlerini de süren acar gazeteciliğiyle, edebiyata meylini farklı bir mecrada olsa dahi bize her zaman hissettiren Pınar Öğünç’ün Aksi Gibi adlı öykü kitabından bahsediyorum. Elbette bu bir ilk “kitap” ve iddialı yorumlardan uzak durmak gerekiyor; ama bazen bir ilk adım, sonrasında yolun ne yöne evrileceğine dair çağrışımından ve kütlesinden daha büyük bir anlam yaratabiliyor. Bu yüzden bu “ilk adım”a, sonraki kitabı beklemeden hak ettiği anlık değeri vermenin, eleştiri sınırlarını aşan bir yönü olduğunu düşünmüyorum.

Kitap on dokuz kısa öyküden oluşuyor.  Kurgulanması hayli zor olan bu “kısa” öykülerin başarısını iki nokta üzerinden görebiliriz. İlki, Öğünç’ün haber değeri taşımayan, günlük hayatın koşuşturmacasının içerisinde hiç kimsenin fark etmediği  “anları” ustaca yakalaması. Ki, bir anı yakalayıp anlatmak, geniş bir zaman kesitini, iğneden ipliğe anlatmaktan daha fazla yazarlık marifeti gerektiriyor. “Evde Yokum” adlı öykü, o “anlar”dan birini barındırıyor, Öğünç’ün keskin bir öykücü dikkatine ve marifetine sahip olduğunu kanıtlıyor:

 “Kapıyı aralamamla ev bütün gün kapalı camlar ardında biriktirdiği nefesini üfledi yüzüme. Çürük bir dişi varmış gibi değil de, güzel bir akşamdan kalmış gibi. Hoşuma gitti. Elimdeki çantayı bir yana, anahtarı ayakkabılığın üzerindeki vazonun içine atana kadar geçen süre biraz uzayınca apartmanın ışığı da söndü. Bir an mağaramsı bir karanlıkta buldum kendimi. Kıpırdamadığım o zifiri an hoşuma gitti.”
 

Elbette bu bir ilk “kitap” ve iddialı yorumlardan uzak durmak gerekiyor; ama bazen bir ilk adım, sonrasında yolun ne yöne evrileceğine dair çağrışımından ve kütlesinden daha büyük bir anlam yaratabiliyor. Bu yüzden bu “ilk adım”a, sonraki kitabı beklemeden hak ettiği anlık değeri vermenin, eleştiri sınırlarını aşan bir yönü olduğunu düşünmüyorum.

Ögünç’ün yazarlığının ikinci başarısı, Tanpınarvari bir eşya – zaman ilişkisi kurduğu anlarda ortaya çıkıyor. Zaman, eşyanın suretinde kendini gösteriyor:

“Otuz beş sene önce üzerinde ders çalıştığım masayla hâlâ aynı evde yaşadığıma işte böyle saatlerde inanamıyorum. Eşyaların ömrü beni ürkütüyor. Antikacıdan masa almak gibi değil bu, otuz beş yıl önceki çocuk halimin burada yazı yazdığını hatırlayınca aslen eşyaya ait olan bu gezegende ufalıyorum. Ben uyanıkken bunları görmüyorum.”

Üstelik öykülerin tamamında çok yakından tanıdığımız insanlarla karşılaşıyoruz. Birbirlerine hiç benzememeleriyle bir çeşitlilik yaratan bu kahramanlar, memleketin hal-i ahvaliyle beraber düşünüldüklerinde kısa bir Türkiye panoraması sunuyor. Aslında Türkçe edebiyat bu tip panoramik memleket metinlerine hiç de yabancı değil, Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları, daha yakın zamanda Ayfer Tunç’un Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi, bir çırpıda verebileceğimiz örnekler. Yazınsal yetkinliği ilerleyen yıllarda -tabiri caizse- “demlenmeye” başlayınca, Pınar Öğünç’ün kaleminden saydığımız memleket anlatılarına eklenecek, yeni metinler okuyabileceğiz gibi duruyor. Umarım bizi yanıltmaz.

Özellikle okuyucuların gün geçtikçe romana daha çok tamah ettiği bir ortamda, yeni bir öykü kitabıyla karşılaşmak edebiyatseverleri mutlu ediyor. Öğünç, keskin dikkati, şairaneliğe kaçmayan hüznü, bayağı olmayan neşesi ve oturaklı diliyle bu mutluluğu verenlerden…