Kısa bir süre önce yaşamını yitiren sosyolog ve filozof Zygmunt Bauman'ın önemli eserlerinden Akışkan Modernite, Can Yayınları etiketiyle raflarda olacak. Sinan Okan Çavuş'un çevirisiyle yayımlanacak kitaptan tadımlık bir bölüm paylaşıyoruz
Akışkan Modernite, Yeniden
On küsur yıl önce, yaşadığımız hayat için kullanıldığı şekliyle “akışkanlık” metaforunun anlamını çözmeye giriştiğimde kafamı en çok kurcalayan ve kendini ele vermemek için inatla direnen bilinmezlerden biri, akışkan modern insanlık durumunu nasıl okuyacağımızdı: İleride olacakların bir işareti, bir felaket habercisi miydi? Yoksa –bitmemiş, eksik kalmış ve tutarsız olduğu kadar– geçici ve kısa süreli bir çözüm; insanların bir arada yaşama durumuna karşı öne sürülen savlara verilen iki farklı ama yine de uygulanabilir, uzun ömürlü, tam ve tutarlı iki cevap arasındaki geçiş mi? Şu âna kadar bu ikilemi çözmeye yaklaşmış bile değilim fakat kendimizi bir tür “fetret devrinde” – eski yöntemlerin artık işe yaramadığı, eski öğrenilmiş ya da edinilmiş yaşam kiplerinin şu anki conditio humana1 için artık uygun olmadığı, fakat karşımızdaki zorluklarla mücadele edebilmemizi sağlayacak yöntemlerin ve yeni koşullara uygun yeni yaşam kiplerinin henüz icat edilip yerine konmadığı ve uygulamaya geçilmediği bir dönemde – bulduğumuzu gün geçtikçe daha çok düşünmeye başladım... Mevcut form ve düzenlerden hangilerinin “eritilip” kullanımdan kaldırılacağını henüz bilmiyoruz; oysaki bunların hiçbiri eleştirilemez değildir ve hemen hepsi de, şu ya da bu kadar zaman önce, zamanı geldiğinde değiştirilmek üzere işaretlenmiştir. Daha da önemlisi, atalarımızın tersine bizim nereye gitmekte olduğumuza dair açık ve net –küresel toplum, küresel ekonomi, küresel politika, küresel kanuni yetki alanı, vs. için bir örnek model oluşturacak– bir “hedef” görüşümüz yok... Onun yerine, o anda karşımıza çıkan sorunlarla uğraşıyor, denemeler yapıyor, karanlıkta el yordamıyla yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Karbondioksit kirlenmesini azaltmak için kömür santrallerini kapatıp yerlerine nükleer santral kurmaya çalışıyor, böylece Çernobil ve Fukuşima’nın lanetli ruhlarını başımıza kendimiz musallat ediyoruz... İktidarın (yani bir şeyler yapma becerisinin) politikadan (yani neyin yapılması gerektiğine karar verip öncelikleri belirleme becerisinden) koptuğunu bilmesek de hissediyoruz (ve çoğumuz bunu kabullenmek istemiyor), böylece, “ne yapmalı” konusundaki kafa karışıklığımıza ek olarak, şimdi de “bunu kim yapacak” konusunda karanlıktayız. Sorunlarımızın, sorunlarımızın kaynaklarının ve sonuçlarının küresel boyutlarını göz önüne aldığımızda, anne babalarımızdan ve onların anne babalarından bize miras kalan ve sınırları, ulus devletin sınırları olan amaca yönelik kolektif eylem aktörlüğünün tek başına yeterli olmadığı açıktır...
Biz, eskiden ne kadarsak şimdi de o kadar moderniz fakat bu modern “bizlerin” sayısı son yıllarda bir hayli artmış durumda. Şu âna kadar dünyanın her yerindeki, ya da hemen hemen her yerindeki hepimizin, ya da neredeyse hepimizin modernleştiğini söyleyebiliriz. Bunun anlamı şu: On beş-yirmi yıl öncesinin aksine bugün, gezegen üzerindeki bir-iki istisna dışında hemen hemen her toprak parçası, adına bugünlerde “modernleşme” denen durdurulamaz, takıntılı ve saplantılı değişime ve insanları sürekli olarak istihdam fazlası hale getirmek ve bunun kaçınılmaz olarak yol açtığı toplumsal gerilimler dahil, onunla birlikte gelen her şeye tabidir.
Modern yaşam biçimleri birbirlerinden pek az yönden farklıdır – fakat hepsinin de ortak özelliği kırılganlıkları, geçicilikleri, risklere açık ve sürekli değişime eğilimli olmalarıdır. “Modern olmak” demek, modernize etmek demektir – takıntılı, saplantılı bir şekilde modernize etmek; kimlik bütünlüğünü korumak bir yana, sadece “olmak” [to be] değil, tamam olmaktan kaçarak, hep tanımsız kalarak, sonsuza dek “oluş” [becoming] içinde bulunmak. Bir yapının son kullanma tarihi geçip artık işe yaramaz ilan edildiğinde yerine yeni bir yapının konması, bir sonraki gerekliliğe kadar işe yarayacak geçici bir çözümden başka bir şey değildir. Her zaman bir şeyin “post-”u olmak, modernitenin ayrılmaz bir parçasıdır. Zaman geçtikçe modernite de, efsanevi Proteus gibi şekil değiştirir... Bir süre önce adına (yanlış bir şekilde) postmodernizm denilen ve benim daha yerinde bir ifadeyle “akışkan modernite” demeyi tercih ettiğim olgu, değişmeyen tek şeyin değişim, kesin olan tek şeyin ise belirsizlik olduğunun gittikçe kesinleşen kanıtıdır. Yüz yıl önce “modern olmak” demek, mümkün olan “en üst mükemmellik aşamasına” ulaşmaya çalışmak demekti – şimdi ise sonu gelmeyen bir gelişme süreci, ulaşılabilecek bir nihai amacın ve böyle bir isteğin olmaması demek.
Katılık/akışkanlık çiftinin tam anlamıyla bir ikili olduğunu hiçbir zaman düşünmedim; bana göre bu iki durum, birbirine (François Lyotard’ın, önce postmodern olmadan kimsenin modern olamayacağını söylerken muhtemelen aklında olan türden) diyalektik bir bağ ile bağlanmış, ayrılmaz bir çifttir. Nitekim nesnelerin ve durumların akışkanlaşmalarına neden olan, onları akışkan halde tutan ve yönlendiren şey, katılık beklentisi ve arayışıydı; akışkanlık katılığın zıddı değil, katılık arayışının bir sonucuydu ve bazen akışkanlığın velayetini almaya niyetli kimse çıkmasa da, ikisi de aynı anne babanın çocuğuydu. Buna karşılık soğutma, yumuşatma ve kalıba dökme çabalarını harekete geçiren şey de sızan, damlayan, akan sıvının şekilsizliğiydi. Modernitenin “katı” ile “akışkan” dönemleri arasında bir ayrım yapabilmemizi (yani, onları ardışık bir sıraya sokabilmemizi) mümkün kılacak bir şey varsa, o da bu çabanın ardındaki açık ya da örtük hedeflerdeki değişimdir.
Katıların erimesine yol açan esas neden katılığa karşı duyulan kırgınlık değil, mevcut ve edinilmiş katıların katılık dereceleriyle ilgili hayal kırıklığıdır: Basitçe ifade edecek olursak bize miras kalan katılar, düzen takıntılı ve saplantılı bir şekilde düzen kurucu modern güçler tarafından yeterince katı (değişime karşı direnmede yeterli ve kararlı) bulunmamıştı. Ne var ki, bunun ardından (dünyanın bizim yaşadığımız kısmında, bugüne dek) katılar, akışkan magmanın “durumunu yeni bir değişime dek koruyan”, gelip geçici yoğuşmaları –nihai sonuçtan çok geçici çözümler– olarak görülüp öyle kabul edilmeye başlandı. Her şeyde ve her durumda aranması gereken ideal durum olarak katılığın yerini akışkanlık aldı. Bütün katılar (şu an için arzu edilir olanlar dahil) sadece ve sadece istenildiği zaman kolayca eritilebilir kaldıkları sürece hoşgörüyle karşılanmaktalar. Dayanıklı bir yapının inşa edilmesi, sağlamlaştırılması ve katı hale getirilmesi işine girişmeden çok önce, onu eriterek akışkan hale getirecek uygun bir teknolojinin hazır edilmesi gerekir. İnşa edilecek yapının sökülebilmesi için gerekli sağlam bir güvence, daha inşa süreci başlamadan önce verilmelidir. Daha inşa edilirken çözülmeye başlayan “biyolojik olarak çözünebilir” [biyobozunur, biodegradable] günümüzün ideal yapılarıdır ve hepsi olmasa da pek çok yapıdan bu standarda ulaşmak için çaba göstermesi beklenir.
Uzun lafın kısası, “katı” aşamasındaki modernitenin kalbinde geleceği kontrol etmek ve kesinleştirmek yatıyorsa, “akışkan” dönemde hedef, geleceğin ipotek altında olmadığının garantilenmesine ve geleceğin getirmesi ümit edilen ve önünde sonunda getireceği kesin olan ama ne olduklarını hâlâ göremediğimiz meçhul ve bilinemez fırsatlardan öncelikli bir şekilde yararlanma tehdidini savuşturmaya kaymıştır. Nietzsche’nin sözcüsü Zerdüşt bu insanlık durumunun geleceğini o günden görmüşçesine, geçmişteki başarı ve günahların kalın ve ağır kalıntılarının yükünü omuzlarında taşıyan İrade’nin acı ve öfkeden “dişlerini gıcırdatmasına”, inim inim inlemesine ve ağırlıkları altında iki büklüm ezilmesine neden olacak şeye, yani “bugünün aylaklıkla heba edilmesine” bakıp dövünerek gözyaşı dökmüştü... Sökülüp parçalanamayacak kadar katılaşmış, sabrımızı zorlayarak ayakta kalmakta direnen, elimizi kolumuzu bağlayan şeylere karşı duyduğumuz korkuyu, çok güzel bir ânı dondurup sonsuza kadar yaşatmak isteyerek büyük bir hata işleyen Faustus’un peşine takılıp cehenneme kadar gitme korkusunu alan Jean-Paul Sartre, bu duygunun izini geriye doğru, sümüksü ve yapışkan maddelere dokunmaya karşı duyduğumuz o eski, ilkel ve içgüdüsel nefretle karışık içerleme duygusuna kadar takip etti; ama yine de bu korku, sadece belirtileri açısından, akışkan modern çağın eşiğindeki insanlık tarihinin itici gücü olarak görülüyordu. Aslında bu korku, modernitenin gelişinin yakın olduğunun bir işaretiydi. Ve biz, [bu korkunun] ortaya çıkışına, tarihsel akış içinde gerçek anlamda bir paradigmatik dönüm noktası gözüyle bakabiliriz...
Daha önce defalarca belirttiğim gibi, moderniteyi bir bütün olarak kendinden önce gelen dönemlerden ayıran şey, elbette ki onun takıntılı ve saplantılı bir şekilde modernize etme çabasıdır – ve modernize etmekten kasıt akışkanlaştırma, eritme ve ergitmedir. Fakat – fakat! Başlangıçta, modern aklı en çok meşgul eden konu ergitme teknolojisinden çok (etrafımızdaki görünürde katı yapıların çoğu, kendi dayanıksızlıklarından eritilerek kalıplanmış gibidir) ergimiş metalin döküleceği kalıpların tasarımı ve metali o şekilde tutacak teknolojilerdi. Modern akıl mükemmeliyet peşindeydi –hedeflediği mükemmeliyet hali ise son tahlilde bütün eziyetin ve zorlu çabaların sonu anlamındaydı, zira o noktadan sonraki değişimler kötü sonuçlardan başka bir şey getirmeyecekti. Daha önceleri değişime, bizi bir denge ve sükûnet dönemine –dolayısıyla rahatlığa ve mutlu bir aylaklığa– götürmesini umduğumuz hazırlayıcı ve geçici bir tedbir gözüyle bakılıyordu. Kişilerin gözünde değişim eski, paslanmış, kısmen çürümüş, döküntü, delik deşik ve normalde güvensiz, hepten kalitesiz yapılardan, çerçevelerden ve düzenlerden kurtulup yerlerine ihtiyaca göre üretilmiş ve mükemmel olduğu için nihai –suya, rüzgâra ve aslında tarihe dayanıklı– yapıların konması süreciyle sınırlı bir ihtiyaçtı... Değişim, deyim yerindeyse ufuktaki muhteşem tabloya –bir düzen hayaline, ya da (Talcott Parsons’ın modern uğraşlar üzerine yaptığı muhteşem sentezi hatırlayacak olursak) akla gelebilecek her türlü çalkantıdan zaferle çıkabilen, inatla ve sebatla önceki dengeli durumuna dönebilen “kendi kendini dengeleyebilen bir sisteme”; “olasılıkların” (bazı durumların olasılıklarını maksimize, diğer bazılarınınkini de minimize ederek) baştan sona ve geri dönüşü olmayan bir şekilde “saptırılmasından” doğan bir düzene – doğru yapılan bir hareketti. Tesadüfler, beklenmedik olaylar, farklı kültürlerin bir aradalığı, çift anlamlılık, anlam belirsizliği, akışkanlık ve düzen kurucuların diğer kâbusları ve baş belaları ile aynı şekilde değişime de geçici bir rahatsızlık gözüyle bakılıyordu (günümüzde bunun tam tersidir: Richard Sennett’in işaret ettiği gibi, kendi ayakları üzerinde mükemmel bir şekilde durabilen düzenler, hâlâ ayakta kalabileceklerini ispat için yerle bir edilmiş durumdadır).
On dokuzuncu yüzyılın en saygın ve sözü dinlenir iktisatçılarının çoğu ekonomik büyümenin “insanların bütün ihtiyaçları karşılanana kadar” süreceğini ve bunun ardından kendini her yıl yeniden, aynı miktarda ve içerikle üretecek “durağan bir ekonominin” geleceğini düşünüyordu. Farklılıklarla birlikte yaşam sorununa da, aynı şekilde, geçici bir rahatsızlık gözüyle bakılıyordu: Farklılıkların çatışması ve bir arada yaşayamayacağı açık zıt kutuplar arasındaki savaşlar nedeniyle sık sık şirazesinden kayan ve baş döndürecek kadar farklı renklerle dolu dünya, sonunda (kökten bir şekilde) “bütün savaşlara son verecek bir savaşın” veya (evrimsel bir şekilde) uyum ve asimilasyonun yardımıyla, her türlü çatışmadan ve düşmanlıklardan arınmış, huzurlu, tek tip, tekdüze, sınıfsız bir dünya olacaktı. Almanya’nın Ren bölgesinden gelen iki ateşli genç, Karl Marx ile Friedrich Engels, kapitalizmin yüksek fırınları bizi bu dengeli, sorunlarından arınmış dünyaya taşımak için gerekli eritme işini yaparken hayranlıkla izliyorlardı. Baudelaire, uçup giden bir ânın içinden sonsuzluğa bakan en sevdiği modern ressam Constantin Guys’e övgüler düzüyordu. Kısacası o zamanki modernizm, sonunda a priori olarak sabit, önceden çizilmiş bir bitiş çizgisi olan bir yol, en nihayetinde kendini gereksiz kılacak bir hareketti.
Yine de, saplantılı ve takıntılı bir modernleşme süreci olmadan modernitenin en az esmeyen rüzgâr ya da akmayan bir nehir kadar oksimoron bir kavram olduğunun çok geç farkına varıldı ya da kabullenildi... Modern yaşam biçimi yeterince katı olmayan “düşük kalite” katıları eritme işinden yine aynı katıları ama bu sefer kendi başlarına ayakta kalamayacak kadar, yani fazlasıyla katı oldukları için eritme işine dönmüştür. [Modernite] muhtemelen en başından beri bu işi yapıyordu (bunun böyle olduğunu artık biliyoruz) – fakat James Mill, Baudelaire ve hatta Komünist Manifesto’nun yazarlarının zamanında bunu ima edecek bir şey söyleseydiniz, modernitenin sözcüleri size şiddetle karşı çıkardı. Yirminci yüzyılın başlarında Eduard Bernstein, “Hedef hiçbir şeydir, hareket her şey!” deme cesaretini gösterdiğinde sosyal demokrasinin Ekâbirler Korosu’nun protesto çığlıklarıyla karşılaşmış, sosyalist teşkilatın Areopagus’u2 onu derhal aforoz etmiştir. Aralarında on yıldan fazla fark olan Baudelaire ile Marinetti arasında –ortak meselelerine rağmen– temel bir aksiyolojik fark vardır. Bu, farkı yaratan farkın ta kendisidir... Moderniteyi başlatan şey, dayanıklı yapıların yıkılıp yok olacağını gösteren işaretler ve dağılan [katı] yapıların ve onlardan kalan boşluğa hücum eden kısa ömürlü, geçici şeylerin dehşet verici görüntüleri olmuştu. Fakat aradan iki yüz yıl bile geçmemişken, kalıcılık ve geçicilik değerleri arasındaki üstünlük/aşağılık ilişkisi tam tersine döndü. Şu anda değerli olan şey –çözülmesi kolay bağların, geri alınabilecek taahhütlerin ve ömrü, oyun süresinden daha uzun olmayan, hatta bazen daha kısa süren oyun kurallarının yanı sıra– her şeyi tersine çevirebilme, bir kenara atabilme ve bırakılıp gidebilme kolaylığıdır. Ve hepimiz, durdurulamaz bir yeni heyecanlar avının içine fırlatılmış durumdayız. “Akışkan modernitenin gelişi”, Martin Jay’in haklı olarak ısrarla belirttiği gibi, her yerde aynı zamanda olmamıştır. Tıpkı tarihteki diğer dönüşümler gibi “akışkan hale” geçiş de gezegenin farklı yerlerinde, farklı zamanlarda gerçekleşmiş ve farklı hızlarda ilerlemiştir. Bir diğer can alıcı nokta da, değişimin her seferinde farklı bir düzen içinde gerçekleşmesidir – çünkü dönüşümü çoktan tamamlamış aktörlerin varlığı, onların iş akışlarının kopyalanıp her seferinde aynen tekrarlanması olasılığını seçenekler arasından çıkarmaktadır (bana göre ise, sahneye geç çıkanlar, genelde, model belirleyenlerin izlediği yolu kırpıp kırpıp iyice güdükleştirir ve bu yüzden kimi zaman felaketlere ve kanlı olaylara neden olurlar).
Çin halihazırda, devasa ölçülerde nüfus hareketlerine, çalkantılara ve kargaşaya –bunun sonucunda ise uç noktalarda toplumsal kutuplaşmalara– yol açtığı bilinen “ilkel sermaye birikimi” işiyle ve bunun yol açtığı sorunlarla uğraşıyor. İlkel birikim, içinde –ister üretici ister tüketici türden olsun– hiçbir özgürlük çeşidini barındırmayan bir durumdur. Gidişat, doğrudan ve dolaylı kurbanlarını önünde sonunda şoke edecek ve her an patlamaya hazır, ancak gelecek vaat eden nevzuhur girişimciler ve tacirler tarafından, güçlü ve acımasız, zorba devlet diktatörlüklerin yardımıyla bastırılabilen toplumsal gerilimlere yol açacaktır. Şili’de Pinochet, Güney Kore’de Syngman Rhee, Singapur’da Lee Kuan Yew, Tayvan’da Çan Kay Şek ve Çin’in mevcut yöneticileri, makamlarına verdikleri isimler dışında tam anlamıyla diktatördüler (Aristoteles’in terimiyle, tirandılar) – bazıları hâlâ öyledir; fakat pazarların olağanüstü genişlemesine ve güçlerinin hızla yükselmesine önayak olmuşlardır, olmaktadırlar. Uzun süren diktatörlükleri olmasa bütün bu ülkeler bugün “mucize ekonomilere” örnek olarak gösterilemezdi. Buna ek olarak, birer ekonomik mucize örneklerine dönüşmelerinin ve şimdilerde “akışkan modern”, tüketici yaşam biçimi peşinde canla başla koşmalarının rastlantı olmadığı da söylenebilir. Ayrıca şunu eklememe izin verin: Savaş sonrası Japonya ve Almanya’sındaki “ekonomik mucizeler”, önemli ölçüde, yabancı işgal güçlerinin ülkedeki varlıklarına ve onların, bir yandan zorlayıcı/baskıcı işlevleri devlet güçlerinin elinden alıp kendi tekellerine geçirirken diğer yandan işgalleri altındaki ülkelerdeki demokratik kurumların kontrolünden başarıyla sıyrılabilmelerine bağlanabilir.
Kısacası, Aydınlanma’nın hayalini kurduğu ve Marx’ın vaat ettiği özgürlük “ideal üreticiye” göre biçilmiş bir giysiyse, pazar destekli özgürlük “ideal tüketicinin” ölçüleri göz önünde tutularak tasarlanmıştır; hiçbiri diğerinden daha hakiki, daha gerçekçi ya da elverişli değildir – sadece farklıdırlar, özgürlüğün farklı unsurları üzerine odaklanmışlardır (Burada, negatif ve pozitif özgürlük, yani “bir şeyden özgürlük” ile “bir şeye özgürlük” ayrımını getiren Isaiah Berlin’i anmak gerek). Her iki görüş de özgürlüğü “kolaylaştırıcı” [enabling], öznenin kapasitesini artıran bir durumdur (fakat neyi kolaylaştırdığı ve hangi kapasiteyi artırıcı olduğu, ayrı bir sorudur). Bu soruları ciddi bir şekilde görgül [empirical] bir inceleme altına aldığınızda kaçınılmaz olarak fark edeceksiniz ki ister üretici yönelimli ister tüketici yönelimli, her iki özgürlük düşüncesi de, pratikte uygulanmalarını zorlaştıracak güçlü çatışmaları işaret etmektedir ve söz konusu bu çatışmalar, özgürlük düşüncelerinin dolaylı olarak gösterdiği programların kesinlikle dışında değildir. Tersine, bu “engelleyici” unsurlar, şaşırtıcıdır ki, “kolaylaştırma” programını uygulayabilmek için olmazsa olmaz kabul edilen koşulların ta kendisidir; biri olmadan diğeri olsun demek nafile bir hayal ve başarısızlığa mahkûm bir çaba olacaktır.
Ne var ki bu, metafizik değil sosyopolitik bir meseledir. İdeal, engellemeden kolaylaştıran, mükemmel özgürlük fikri metafizikte bir oksimoronken, sosyal hayatta ulaşılamaz bir amaçtır; başka nedenden olmasa bile –özünde ve kaçınılmaz şekilde sosyal bir ilişki olan– özgürlüğe doğru yapılan hamlenin aslında bölücü/ayırıcı bir eylem olmasından ve her somut uygulamanın karşısına, ona karşı bir hamlenin çıkacağından dolayı öyledir. Pek çok ideal ve değer gibi özgürlük de süresiz olarak in statu nascendi, yani hep başlangıç durumundadır; hiçbir zaman ulaşılamaz, fakat (daha doğrusu tam da bu nedenle) sürekli olarak ulaşılmaya çalışılır, uğruna mücadele edilir ve bunun sonucunda, adına tarih dediğimiz sonu gelmeyecek deneme yanılma sürecindeki muazzam itici güç haline gelir.
İçinde bulunduğumuz kötü durumun “akışkanlığının” başlıca nedeni, kısaca “liberalleşme” [deregulation] denen, iktidarın (yani yapabilme erkinin) politikadan (yani nelerin yapılması gerektiğine karar verme yetisi) ayrıldığı, bunun sonucu olarak eyleyicinin ortada olmadığı veya zayıf kaldığı, ya da başka bir deyişle hedef için gerekli eldeki araçların yetersiz olduğu durumdur. Bir diğer neden ise, karşılıklı bağımlılıklar ağıyla sıkı sıkıya örülü bir gezegen üzerindeki eylemin “çokmerkezliliğidir”. Kabaca söyleyecek olursak, “akışkanlık” koşulları altında her şey yapılabilir fakat yapılacak hiçbir şeyin kesinliği olmaz. Cehalet (gelecekte neler olacağını bilmenin imkânsızlığı anlamındaki cehalet) ve acziyet (olacakların önüne geçmenin imkânsızlığı anlamındaki acziyet) duyguları ile uçucu ve her yere nüfuz etmiş, yeri belirlenemeyen, atacak demiri olmayan ve deli gibi tutunacak yer arayan korku bir araya gelerek, hiçbir şeyin kesin olmadığı belirsizliği doğururlar. Akışkan modern koşulları altında yaşamak, mayın tarlasında yürümeye benzetilebilir: Herkes her an herhangi bir yerde bir patlama olabileceğini bilir, fakat kimse patlamanın kesin olarak ne zaman ve nerede olacağını söyleyemez. Küreselleşmiş bir gezegende bu durum evrenseldir – kimse bundan ve doğacak sonuçlardan muaf değildir. Dünyanın küçük bir noktasında gerçekleşen bir patlamanın şoku gezegenin her yanına dalga dalga yayılır. Bu durumdan kurtulmanın bir yolunu bulmak için çok fazla şey yapılması gerekir fakat iktidar ile politikayı yeniden bir araya getirip kaynaştırmanın, “yeniden katılaştırmayı” [resolidification] düşünen biri için sine qua non 3bir koşul olduğu açıktır.
Akışkan Modernite’nin ilk basımından bu yana ön plana çıkan bir başka konu da “köklerinden” edilmiş insanların –göçmenlerin, sığınmacıların, sürgünlerin: hareket halinde olan ve kalıcı bir ikametgâhları bulunmayan insanların– sayısının her geçen gün katlanarak ve önüne geçilmez şekilde artmasıdır. Halen Avrupa İlerici Çalışmalar Vakfı başkanlığı görevinde bulunan Massimo D’Alema, 10 Mayıs 2011 tarihli Le Monde’da yayımlanan demecinde – “Avru pa’nın en azılı iki kundakçısı olan Berlusconi ile Sarkozy’ye inat – şöyle diyordu: “Avrupa’nın göçmenlere ihtiyacı var.” Bu önermeyi destekleyen hesaplar daha basit olamazdı: Avrupa’nın (2013 itibarıyla) nüfusu 333 milyon, fakat şu anki (ve hızla düşmekte olan) doğum oranına bakıldığında bu nüfusun önümüzdeki kırk yıl içinde 242 milyona düşeceği öngörülüyor. Aradaki farkı kapatmak için fazladan en az 30 milyon kişiye ihtiyaç var – aksi takdirde Avrupa ekonomisi, o pek sevdiğimiz yaşam standardımızla birlikte çökecektir. D’Alema’ya göre, “Göçmenler ekonomik anlamda birer tehdit değil, değerli varlıklardır. Aynı şekilde, dışarıdan gelenlerin doğal olarak tetikleyeceği kültürel métissage4 da öyledir; farklı kültürel esinlenmelerin bir araya gelip kaynaşması –sadece Avrupa medeniyeti için değil, herhangi bir medeniyet için– bir zenginlik kaynağı ve yaratıcılığı besleyen motordur. Bununla birlikte kültürel zenginleşme ile kültürel kimlik kaybı arasında çok ince bir çizgi vardır; Avrupa’nın yerlileri [autochthons] ile dışarıdan gelip yerleşenlerin [allochthons] bir arada yaşamalarının kültürel mirasları erozyona uğratmasını engellemek için birlikteliğin Avrupa’nın “toplumsal sözleşmesinin” altında yatan ilkelere saygı temeli üzerine kurulu olması gerekir... Karşılıklı olarak!
“Yeni Avrupalılar”a toplumsal ve yurttaşlık hakları tanınırken böylesine gönülsüz ve cimri davranılır, süreç böylesine yavaş işletilirken saygının kalıcı olması nasıl beklenebilir ki? Göçmenlerin örneğin İtalya’nın GSMH’sine katkıları %11’dir, fakat seçimlerde oy hakları yoktur. Dahası, ülkenin refahına aktif olarak katkıda bulunan, fakat yasal hiçbir belgesi olmayan veya sahte belgelerle çalışanların sayısı kesin olarak bilinmemektedir. “Avrupa Birliği nasıl oluyor da,” diye retorik bir soru soruyor D’Alema, “nüfusun önemli bir kısmının politik, ekonomik ve toplumsal haklardan mahrum bırakıldığı böyle bir duruma izin veriyor ve demokratik ilkelerimizi zedelememiş oluyor?” Ve yine prensipte, yurttaşlık görevleri ve hakları birbirinden ayrılmaz şekilde aynı paketin içindeyse, yeni gelenlerin, Avrupa’nın “toplumsal sözleşmesinin” temelini oluşturan bu ilkelere saygı duymaları, onları benimsemeleri, desteklemeleri ve savunmaları nasıl beklenebilir ki? Politikacılarımız, bir yandan göçmenleri, asıl yurttaşların standartlarına uyum sağlamak için yeterince çaba göstermemekle suçlayarak oylarını garanti altına alırken, diğer yandan o standartları dışarıdan gelenlerin ulaşamayacağı kadar uzağa itelemek için ellerinden geleni yapmakta ve daha fazlası için sözler vermekteler. Bunu yaparken, yabancı işgalinden koruduklarını iddia ettikleri standartları erozyona uğratıyor veya itibarsızlaştırıyorlar...
Asıl soru, Avrupa’nın geleceğini başka her şeyden daha kesin olarak belirleyecek o büyük açmaz, esas tartışılması gereken iki konudan neticede (fakat çok da gecikmeden) hangisinin öne çıkacağıdır: Hızla yaşlanmakta olan Avrupa’da göçmenlerin oynadığı ve şu âna kadar pek az politikacının gündeme getirmeye cesaret ettiği cankurtaran rolü mü, yoksa yapay olarak beslenip büyütülen ve her seçimde propaganda malzemesine dönüştürülen yabancı düşmanlığı mı?
2011 Mart’ında, yerel seçimlerde sosyal demokratlarla kurdukları koalisyon ile Hıristiyan demokratları büyük bir hezimete uğratan ve Federal Almanya Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bir eyalet başkanı olarak kendilerinden birini, Winfried Kretschmann’ı seçtiren Alman Yeşiller Partisi, özellikle Daniel Cohn-Bendit, bu zaferin ardından, Alman Şansölyeliği’ni yeşillendirmenin (hem de 2013 gibi erken bir tarihe kadar) mümkün olup olmadığını sormaya başladılar. Fakat onların adına bu tarihi kim yazacak? Cohn-Bendit’in bu konuda pek şüphesi yok gibi: birkaç ay önce oyların %88’ini alarak seçilen, çoğunluğun saygı duyduğu ve beğendiği dinamik, zeki, aklı başında eşbaşkanları Cem Özdemir. On sekiz yaşına kadar Türk pasaportu taşıyan ve genç yaşına karşın Alman ve Avrupa politik hayatıyla yakından ilgilenen Özdemir, Alman vatandaşlığına geçmeyi tercih eder çünkü bir Türk vatandaşı olarak ne zaman İngiltere’ye gitmek ya da kapı komşusu Fransa’yı ziyaret etmek istese sınır kapılarında ağır tacizlere uğramaktadır. İnsan merak ediyor: Av rupa’nın geleceğini kim daha iyi temsil ediyor? Avrupa’nın yaşayan en azılı iki kundakçısı mı, yoksa Daniel Cohn-Bendit mi?
Ne var ki bu, hepimizin gün geçtikçe daha çok farkına vardığımız üzere, akışkan modern yaşam biçimimizin başına musallat olan endişeler listesinin alt sıralarındadır. Martin Heidegger’in bize hatırlattığı gibi hepimiz, bütün insanlık, ölmek üzere yaşıyoruz – ve ne kadar uğraşırsak uğraşalım, bu bilgiyi aklımızdan silemiyoruz. Şimdi de sayıları gittikçe artan çağdaşlarımız, bizim de üyesi olduğumuz insan türünün toptan yok oluşa doğru gittiğini ve giderken de, Herman Melville’in Kaptan Ahab’ı gibi, hepsi olmasa da doğadaki pek çok diğer türü de beraberinde sürüklediğini söylüyor; fakat bütün çabalarına rağmen durumun ciddiyetini kavramamızı henüz sağlayabilmiş değiller.
Uluslararası Enerji Ajansı’nın son bildirisi –yani, dünya petrol üretiminin 2006 yılında zirve noktasına ulaştığı ve petrol piyasasına giren Çin, Hindistan veya Brezilya gibi ülkelerdeki enerji açlığı çeken milyarlarca tüketiciyle birlikte düşüşe geçeceği– ister siyasi seçkinler, ister iş çevreleri, isterse karar alıcı çevreler arasında, bırakın paniğe yol açmayı, geniş çaplı bir ilgi çekmeyi bile başaramadı ve neredeyse kimsenin dikkatini çekmeden unutulup gitti.
“Toplumsal eşitsizlikler, modern projenin mucitlerinin yüzünü utançtan kızartırdı.” Michel Rocard, Dominique Bourg ve Floran Augagneur, 3 Nisan 2011 tarihli Le Monde’da yayımlanan “Human species, endangered” [İnsan Türü Tehlike Altında] başlıklı ortak makalelerini bu cümleyle bitirmişlerdi. Aydınlanma döneminde, Francis Bacon, Descartes ve hatta Hegel’in yaşadığı dönemde dünya üzerinde yaşam standardı en fakir bölgedekinin iki katından fazla olan hiçbir yer yoktu. Günümüzde ise en zengin ülke sayılan Katar’da kişi başına düşen milli gelir, en fakir Zimbabve’ninkinin tam 428 katı. Ve şurası unutulmamalıdır ki bütün bunlar ortalamaların kıyasıdır.
Ekonomik büyüme sancıları çeken bir dünyada yoksulluğun inatla sürmesi, düşünen insanların durup süregiden gelişmenin yol açtığı dolaylı kayıplar üzerine kafa yormaları için yeterli bir nedendir. Bir başka endişe kaynağı da yoksullar ve yeterli imkânı olmayanlar ile varlıklılar arasında gittikçe derinleşen ve sadece en güçlü, en gözü kara dağcıların tırmanmayı göze alabileceği uçurumdur. Yukarıda bahsettiğim makalenin yazarlarının uyardığı gibi, hayatta kalmak ve makul bir hayat sürmek için gerekli ve gün geçtikçe daha zor bulunan, ulaşılması güç donanım zenginler ile yoksullar arasındaki kıran kırana bir savaşın malzemesi haline geldiğinden, gittikçe derinleşen bu eşitsizliğin en büyük kurbanı demokrasi olacaktır.
Ve en az diğerleri kadar ciddi bir endişe nedeni daha vardır. Refah artışı demek tüketim artışı demektir; zenginleşme, her şeyden önce, yaşam kalitesini artırdığı sürece arzu edilen bir değerdir. Fakat dünyanın her yerine yayılmış Ekonomik Büyüme Kilisesi cemaatinin gündelik dilinde “hayat koşullarını iyileştirmek”, ya da daha tatminkâr yapmak demek “daha fazla tüketmek” anlamına gelir. Bu köktenci cemaatin iman etmiş üyelerine göre kefarete, kurtuluşa, kutsala, dünyevi inayete, doğrudan ve sonsuz mutluluğa giden bütün yollar alışveriş mekânlarından geçer. Mutluluk peşinde koşanlar gelip boşaltsın diye bekleyen dükkân rafları malla doldukça, bu rafları dolu tutacak kaynakların –hammaddelerin ve enerjinin– taşıyıcısı ve tek sağlayıcısı olan dünya boşalmaktadır; bu gerçek, Amerikan basınında “sürdürülebilirlik” konularına ayrılan yerin %53’ünde doğrudan inkâr edilmiş, kalanında ise ya görmezden gelinmiş ya da sessizce geçiştirilmiştir.
Kulakları sağır eden bir sessizlik içinde geçip giden bir uyarı da, Tim Jackson’ın iki yıl önce yayımlanan Prosperity without Growth [Büyüme Olmadan Refah] adlı kitabında yaptığı, yaşadığımız yüzyıl bitmeden “çocuklarımızın ve torunlarımızın düşmanca bir iklim, tükenmiş kaynaklar, yok olmuş yaşam alanları, sayıları iyice azalmış türler, kitlesel göçler ve neredeyse kaçınılmaz olarak savaşlarla yüz yüze kalacağı” uyarısıdır. İtici gücü borç olan ve kodamanlar tarafından canla başla kışkırtılan, desteklenen ve beslenen tüketim, “ekolojik olarak sürdürülemez, toplumsal olarak sorunlu ve ekonomik olarak dengesizdir”. Jackson’ın başka ürpertici görüşleri de var: Dünyanın en zengin beşte birlik nüfusu toplam küresel gelirin %74’ünü alırken, en yoksul beşte birlik kesimin %2 ile yetinmek durumunda olduğu bir toplumsal düzende, ekonomik büyüme politikalarının yol açtığı yıkımı, yoksulluğu tamamen bitirme gibi soylu bir amacı öne sürerek haklı çıkarma taktiği düpedüz ikiyüzlülük ve insan zekâsına hakarettir – ve bu da neredeyse bütün popüler (ve etkili) haber/bilgi kanalları tarafından görmezden gelinmiş, ya da en iyi ihtimalle, sözlerini kimsenin dinlememesine alışmış ya da bununla yaşamayı öğrenmiş seslere zaman veya sayfa ayırmalarıyla bilinen kanallara havale edilmiştir.
Jeremy Leggett (23 Ocak 2010 tarihli Guardian’da) Jackson’ın işaret ettiği yolu izleyerek, uzun ömürlü olması isteniyorsa refahın “bolluk ve bereketin geleneksel tuzaklarının (ve, izninizle, bunlara ek olarak madde ve enerji kullanımının/kötüye kullanımının/istismarının) dışında”; ilişkilerin, ailelerin, komşulukların, cemaatlerin, hayatın anlamlı yanlarının ve değerleri gelecekten üstün tutan işlevsel bir toplumdaki uğraşların gizemli, muğlak bölgesi içinde aranması gerektiğini öne sürer. Jackson’ın kendisi de tartışmasına ekonomik gelişmeyi sorgulamanın, “ya gelişme ya ölüm” ideolojisinin havarileri ve müptelalarının belirlediği üç kategoriden birine ya da hepsine dahil olmaktan hem korkan hem de bunu bekleyen ve göze alan “çılgınların, idealistlerin ve devrimcilerin” işi olduğunu kabul ederek başlar.
Elinor Ostrom’un Governing the Commons [Müşterekleri Yönetmek] (1990) başlıklı kitabı, Jackson’ınkinden yirmi yıl kadar daha eski olmasına karşın, şöyle şeyler okuyabiliyoruz: İnsanların doğal olarak kısa vadeli çıkarlara göre davrandıkları ve, “Her koyun kendi bacağından asılır” ilkesini izledikleri görüşü (ki pek çok kişi tarafından ateşli bir şekilde savunulmaktadır) elimizdeki gerçeklerle örtüşmemektedir. Ostrom, küçük ölçekli mahalli işletmeler üzerine yaptığı çalışmadan oldukça farklı bir sonuç çıkarmış: “Bir cemaat içindeki insanlar” “sadece çıkar amaçlı” olmayan kararlar alabilmektedir. Geçtiğimiz mart ayında Fran Korten’le yaptığı bir söyleşide cemaat içindeki açık ve içten iletişimin, mahcubiyet ve onurlandırmanın, müştereklere [ortak mallara], açık arazilere ve neredeyse sıfır enerji gerektiren ve atık üretmeyen diğer yöntemlere gösterilen saygının, insanların hayatın zorluklarına karşı oldukça makul, neredeyse içgüdüsel bir şekilde verdikleri karşılık olduğundan bahseder – ve bunların hiçbirinin ekonomiye önemli katkıları yoktur; hepsi de gezegenin ve üzerinde yaşamların sürdürülebilirliği içindir.
Şu soruyu sormanın tam zamanı: Geçmişteki “eski ve ilkel” zamanlardan geriye kalmış az sayıdaki etnografik kayıttan bilinen ve pek azımızın haberdar olduğu o müşterek yaşam biçimlerine geri dönüş mümkün değil midir? Veya alternatif bir tarih görüşü mü (ve dolayısıyla alternatif bir “ilerleme” anlayışı mı) doğmak üzeredir? Mutluluğu mağaza raflarında arama dönemi geri dönüşün söz konusu olmadığı, sürekli olarak tek yönde ilerleyen bir atılımdan çok, bir kereye mahsus, doğası gereği ve kaçınılmaz olarak geçici bir sapma mıydı, sapma mıdır ve ileride de öyle mi olacaktır?
Dedikleri gibi, jüri hâlâ toplantıda... Fakat artık bir karar verilmesi gerekiyor. Jüri toplantıda ne kadar uzun kalırsa, kumanyalar tükendiği için zorla geri çağrılma ihtimalleri de o kadar artıyor...
Haziran 2011