Ahmet Büke: Kırk beş yaşındayım bu ülkenin normal halini hatırlamıyorum. Rahmetli babam da "Yetmiş yaşındayım..." diye başlardı bu söze. Kaos bizim normal halimiz galiba...
10 Eylül 2015 13:00
Edebiyat dünyasının güçlü kalemlerinden biri, gerçek olanla gerçeküstüyü harmanladığı öyküleriyle “diken üstünde tebessüm” bırakmakta usta bir yazar Ahmet Büke. Yazılarındaki sade dil, absürt karşısındaki sakinlik; yeni kitabı İnsan Kendine de İyi Gelir için sorularımı yönelttiğimde de varlığını koruyor. Olduğu gibi yazan, anlattıkları gibi olan Ahmet Büke'yle “okuyana da iyi gelen” bir söyleşi gerçekleştirdik...
Yeni kitabınız İnsan Kendine de İyi Gelir, bir önceki kitap Mevzumuz Derin'de olduğu gibi, On8 blogdan tefrika edilen öykülerin yer aldığı, yanında daha önce okumadığımız öykülerin de bulunduğu 38 öyküden oluşuyor. Nasıl bir ilişki/bağ ekseninde yaptınız bu derlemeyi?
Yazarken bir ilişkisellik planlamamıştım. Daha doğrusu ne yazacağımı ve bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum; ama öyküler ilerledikçe kendine özgü bir evren oluşmaya başladı. Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi'ne tarih icabı bir nokta koyunca hepsine yeniden bir kuş bakışı baktık yayınevindeki editör arkadaşlarla. Ardından biraz kronolojiyi gözeterek; ama buna da çok sıkı bağla kalmadan bir dizilim çıkardık. İlk öykü ile başlayan ve son öykü ile kapanan bir daire, daha doğrusu bir devri daim oldu.
İnsan Kendine de İyi Gelir ne kadar zamanda ortaya çıktı?
Tam 12 ay boyunca, ayda beş öykü yazdım. Elbette hepsini almadık kitaba.
Sürmekte olan bir mahalle yaşantısı dâhilinde, kısa öykülere bölerek; ama finalinde toplam bir uzun hikâye hafızasıyla okunan bir kitap İnsan Kendine de İyi Gelir. Kaleme alınması, derlenmesi bu farkındalıkla mı oldu?
Yok, ilk soruda söylediğim gibi başlangıçta bunu planlamamıştım. Zaten öyküye otururken ne yazacağımı bilemiyorum. Yolda olmak ve yoldayken yol olmak hep daha iyidir.
Hayatındaki duruşu, mücadele ettiği mevzularla ölümü büyük boşluk bırakan "Neşe Ozan'ın güzel hatırasına" ithaf ediyorsunuz İnsan Kendine de İyi Gelir'i. Neşe Ozan, hem kendine hem insanlara iyi gelen bir yaşamın ardından, yine böyle anılar bıraktı... Siz ne dersiniz?
Neşe aklı, zekâsı, yoldaşlığı, arkadaşlığı ve politikaya bakışıyla yeri doldurulamaz insanlardandı. "'İnsan insana iyi gelir' sözündeki insan kimdir?" deseler, "Neşe" diye yanıt verirdim. Elbette bu dünyadan gidecekti. Benimki ona ve onu bize veren hayata küçük bir teşekkür aslında.
Yazdıklarınızda her birimizin evindeki, mahallesindeki, ülkesindeki büyük acılar yer alıyor, diken gibi batıyor; ama siz dramatize etmekten kaçınıyorsunuz da....
Yazarken herhangi bir şeyi özellikle ya da uzun uzun düşünerek ve çalışarak yapmıyorum. Arkadaşlarınızla, ailenizle konuşurken herhangi bir hali ya da duyguyu abartmazsınız. Zira hayatı zaten hemen herkes en azından sizin kadar bilir. Doğar doğmaz acıyı tanırız. Bir de yazarın ilk okuru kendisidir. İnsan kendi kendini boğmak ve yormak ister mi hiç!
Öykülerinizde herhangi bir şeyi, duyguyu, kişiyi, nesneyi; özetle hiçbir şeyi yüceltmiyor, özelleştirmiyorsunuz. Bu fiiliyata geçmiş bakışınızla ilgili ne dersiniz?
İşte geldik gidiyoruz, şen olasın edebiyat, derim.
Öykülerinizde gerçeküstü öğeler de var, şehir efsaneleri de, dibine kadar gerçek olan acı, çeşitli biçimleriyle sevgi de. Bu, sizi belli bir teknikle yazmaktan da uzaklaştırıyor. Edebiyatta tekniklerle çok iyi arkadaş sayılmazsınız diye tahmin ediyorum. Yanılıyor muyum?
Pek teknik konulara ilgim yok; mahalle topunu seviyorum galiba ben.
"Edebiyat, politika yapmanın başka bir biçimi bana göre" diyorsunuz bir röportajda. Açar mısınız?
Politik olmama hali diye bir şey yok bana göre. Dünyayı değiştirme fiili insanın varoluşsal tarafı. Bunun yüzlerce yolu var; bir tanesi de edebiyat; ama adı üstünde bu bir yol; araç değil.
Daha önceki kitaplarınızda olduğu gibi, yine yakın dönem Türkiyesinin acı belleği öykülerinizde yerini buluyor. Tariş Olayları örneğin. Kurmaca metinler olsa dahi, gerçeği, tarihi, hikâyelerinizden uzak tutmuyorsunuz. Edebiyatın sorumluluğu mu, yazarın kendisine yüklediği sorumluluk mu, ya da şöyle sorayım, neden bu?
Dediğim gibi bu benim için bir sorumluluk değil. Edebiyat sorumluluklarla ilgilenmez ve ahlaki bir şey değildir. Başka türlü olamama hali diyebiliriz ama. Benim inandığım edebiyat anlayışına göre ya da daha doğrusu yakın olduğum edebiyata göre bunlardan bahsetmek yönelim gibi daha çok. Elbette bu işin en doğrusunu ben biliyorum, demiyorum. Sadece ben buna aitim.
Hararet Öyküsü isimli öykünüzde "Kasaplığı geçim için, hırsızlığı hayat için" yapan bir adamın, çaldıklarını kimseye satmaya kıyamayışını, edebiyata benzetiyorsunuz. Açar mısınız bunu?
Şöyle açayım ve kapayayım: Yazarak zengin olmayı aklı başında kimse düşünmez; ama sadece yazarak geçinmek mümkün olsaydı, hayat bayram olurdu gerçekten.
"Hayatla ilgili umudum olmasaydı, öykü yazmazdım" demiştiniz. Belediye Büyük Öykü Ödülü isimli öykünüzde "Öleceksek bile ölmemek için didinirken düşelim" cümlesi ile biten paragraf bunun haykırışı oldu benim için. Dolayısıyla yazmanın size nasıl bir güç getirdiğini, nasıl umutla beslendiğini merak ediyorum.
Dedemin büyüklerinden birisi tüfekçi ustasıymış. Kabirleri gezerken onun mezar taşındaki Osmanlıca yazıyı bana okurdu: "Kem aletle kemalata ulaştı".
Güçlüler için kem alet biraz da edebiyat. Emelimiz bunda kemalata ulaşmak.
Bir röportajınızda "İlk kitaplarda daha uzun yazıyordum. Şimdi kısa öyküler çıkıyor elimden. Kısa öykünün bir gücü var" demiştiniz. Bu, nasıl bir güç?
Hepimizin bildiği nakavt benzetmesi gibi işte. Bu herkesi ziyadesiyle heyecanlandırır. Kimse sayıyla kazanmak istemez maçı. Zorluğu biraz da yola çıkma fikriyle meşgul olmaya benziyor. Mesele ilk adımı atabilmekte. Gerisi geliyor.
Babaanneniz, dedeniz, büyüdüğünüz mahalleden biriken anılarınız... Gerçekleriniz yazdıklarınızda yerini buluyor. Bu öykülerde de öyle, değil mi?
Ümit Yaşar'ın dizesi gibi galiba: "Biraz kül biraz duman, o benim işte."
Kitapta babaanne "Mutsuz insan evsiz gibidir" diyor. Kitaptan çıkıp bugüne, bölgeden her gün gelen ölüm haberleri, dört bir yandaki işçi ölümleri, yerinden yurdundan edilen mülteciler, yanı başımızdaki büyük savaş, her evde geçim telaşı, erken seçim kaosu ve daha fazlasına gelirsek, mutsuz toplum gözleminizi merak ediyorum...
Kırk beş yaşındayım bu ülkenin normal halini hatırlamıyorum. Rahmetli babam da "Yetmiş yaşındayım..." diye başlardı bu söze. Kaos bizim normal halimiz galiba. Ama her gün yapılan binlerce analize yeni bir bilmişlik ekleyecek değilim. Annemin lafı daha iyi geliyor bana: Kara gün kararıp durmaz.
Kırk Yetim Serçe Doydu isimli öykünüzde "İşte insan böyledir. Bile bile aldanmayı iyi bilir. Ama insan kendine de iyi gelir" diyorsunuz. "Aldanmayı iyi bilme" ve "kendine iyi gelme" hallerini/bağlantısını açar mısınız?
Pek öyküleri açmak taraftarı değilim. Artık onlar okuyucunun malı. Açacak ya da açmaya değer bulmayacak onlar. Zaten öykünün son noktasını koyan okurdur; hatta her okurda farklı biter öykü.
İnternette de yazan biri olarak internetin, teknolojinin edebiyata zarar verdiği görüşüyle ilgili neler söylersiniz?
Edebiyat bir şeyden zarar ya da fayda görmez. Sadece zamana göre değişir. İnsanla birlikte yol alan ne varsa bu böyledir zaten. Bir yaşında bebekler tablette oyun oynarken edebiyatın teknolojiden bigâne kalması düşünülemez. Değişir dedim ya; bu da mutlak değildir zaten. Bazen de insanın ve toplumsal yaşamın seyrine uyum sağlayamaz ve yok olur. Zira insan da kadiri mutlak değil. Diğer türler gibi tercihlerde bulunur ve bazen bu tercihlerin sonucu yok olmaya da gidebilir. Yine de babaannemin lafıyla nokta koyayım: Her şeyin fazlası zarar.
Bunun cevabı her yazar, her okur için elbette farklı olacaktır. Size göre "iyi öykü" nedir?
İyi öykü için serendipity* diyebilirim.
Bir öyküyü tamamladığınız zaman, yayımlanmaya karar verirken belli tedirginlikleriniz, karar aşamasında belli rutinleriniz var mı?
Pek tedirgin olduğumu hatırlamıyorum. Beğenisine güvendiğim bir kaç yakınıma okuturum çoğu zaman ama.