90’ların edebiyata yansıması önemli. Çünkü o karanlık dönemin kaç insanın yaşamını kendi karanlığına çektiği gerçeği belgesel ve araştırmalardan çok edebiyatla geleceğe taşınacak. Kemal Varol da taşınacak bu yükün önemli bir bölümünü sırtlıyor...
Ucunda Ölüm Var, Kemal Varol’un üçüncü romanı ve kitabın arka kapak yazısında “yarım asır süren bir aşk hikâyesi” yazıyor.
Peki, Varol’un yeni romanı için kitabın arka kapağına da yazdıldığı gibi “bir aşk romanı” diyebilir miyiz?
Bundan emin olmamakla beraber, diyebiliriz.
Diyebiliriz ancak aslolan, Varol’un bu aşkı ele alış biçimi ve bu aşkın istikametini çizerken okurunu nereye sürüklemek istediği. Varol romanında anlattığı bu aşkı, memleketin hal ve gidişi açısından bize uyarı olarak kullanıyor adeta. Derdi de okura; “ne de güzel, ne de saf bir aşk anlatmış” dedirtmek değil. Bu aşk ve onu taşıyan temiz kalple tarafsız bir bakış açısı yakalamak Kemal Varol’un yapmaya çalıştığı. Ve bu durum, Varol’un kaleminde alışkın olduğumuz bir tutum. Yazdıklarını takip edenler, yazarın bu tavrını ikinci romanı Haw’dan hatırlayacaktır.
İki yıl kadar önce Haw üzerine yazdığım yazıda; “Varol, tıpkı La Fontaine gibi hayvanların o dürüst bakışından yararlanmak istemiş,” diye bir yorum getirmiştim. Ve Kemal Varol’un bu “dürüst bakış” ile aradığının, karışık bir siyasi atmosferde ilerleyen 90’ların Türkiyesi’nin, Beyaz Toros’larla anıldığı zamanlara odaklanmak olduğunu eklemiştim.
Kemal Varol’un aradığı “dürüst” ya da “önyargısız bakış,” Haw’ın en değerli yanlarından biriydi çünkü odaklanılan dönem, tam anlamıyla böyle bir bakışı gerektiriyordu. Az önce de dile getirdiğim gibi odaklanılan dönem 90’lar; 90’lar Türkiyesi’nin karanlık yüzü. Dönem, doğu illerinin halkına yansıyan her yönüyle ortaya çıkarılmaya çalışılmıştı romanda ve bu çabanın fayda vermesinin en önemli nedenlerinden biriydi köpek kahramanı Mikasa’nın her şeyi tarafsızlıkla izleyen, gören gözleri. Bunun yanında nefret barındırmayan kalbi...
Varol, Haw’la Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmada; “Doğrudan anlatmak yerine, hep kıyısından köşesinden anlatmayı, meseleyi dilin içine saklamayı, sembollere sığınmayı tercih ettiğini,” söylemişti. Haw’da, Mikasa’nın bakışıyla sağlamıştı meseleyi dilin içinde saklamayı ve bu tutumu artık Kemal Varol’un Haw özelinde değil, genel anlamda da üslubu haline dönüştü. Aynı şekilde Ucunda Ölüm Var’ın yapısı da, hemen yukarıda söylediklerim gibi ilerliyor ve yazar, dile getireceklerini bir söz perdesinin arasından, dürüst ve temiz kalpli bir kahraman aracılığıyla anlatıyor. Odaklandığı dönem de yine 90’lar.
Yeni roman Ucunda Ölüm Var’a gelecek olursak; az önce bahsettiğim “dürüst,” “önyargısız” tutumunu bu romanında, Ağıtçı Kadın adını verdiği ve roman boyunca ismini öğrenemeyeceğimiz kahramanı sayesinde yakalıyor Kemal Varol.
Ağıtçılık, şimdilerde yok olmaya yüz tutan bir gelenek. Önceleri ise ciddi bir meslek olarak icra edilirmiş ve ağıtçılar, içinde bulundukları toplumdan büyük saygı görürlermiş. Ölüsü olan evlere gider, ölenin hikâyesini dinler ve ağıdını yakarlarmış. Amaç; sözlü gelenekte ciddi bir aktarım yükünü sırtlayan “hikâye yaratmak” aslında. Her insanın bir hikâyesi vardır misalinden, ölenin, bu dünyayı, anlatılmamış bir hikâyesi olmadan terk etmemesini sağlamak. Buna bakarak şimdilerde yok olan bu geleneğin, sözlü kültür bağlamında çok önemli bir yeri olduğunu söylemek gerek. Dahası; ağıtçılığın olmasa bile ağıdın kendisinin bu topraklarda hâlâ güçlü bir gelenek olarak sürdüğüne de...
Bu bağlamda ağıt ve ağıtçılık geleneği, Ucunda Ölüm Var’ın omurgasını meydana getiriyor.
Tüm bir romanı onun gözlerinden izlediğimiz Ağıtçı Kadın, rüyasına giren ve elli yıldır görmediği aşkı Heves Ali’yi bulmak, onun ağıdını yakmak uğruna yollara düşer. Çünkü Heves Ali, “Öleceğim,” der rüyada. “Gel ağıdımı yak,” der. Ancak yine de yüzünü göstermeyip sadece bir sesle ulaşır ona. Ağıtçı Kadın bir yandan öfkelidir Ali’ye. Çünkü ardında hiçbir iz ve ses bırakmadan ayrılmışlardır fakat kahramanımızın merak ettiği bir şey de var: “Gelmeyeceksen, elini son kez omzuma koymayacak, alnımı öpüp yolculamayacaksan, bağışlanma dilemeyeceksen; adını aldığın Ali hakkına söyle bari: Sahiden sevdin mi beni?”
Ağıtçı Kadın sorduğu sorunun yanıtını öğrenmek için düşecektir yollara ki sevdasını hâlâ içinde taşıyan kahramanımız, yaşamı boyuncaki tek aşkının ağıdını da yakmak istiyordur bir yandan. İşte bu aşk ve öfkenin gücüyle harekete geçer. Heves Ali rüyasında azalan sesiyle nerede olduğunu da söylemiştir üstelik: “Konya’dayım. Gel bul beni orada.”
Ve kahramanımız Arguvan’dan çıkarak başlar yolculuğuna.
Bu noktadan sonra roman çok farklı bir serüvenin kapılarını aralıyor bize çünkü Ağıtçı Kadın’ın rotasını, Tanpınar’ın ünlü Beş Şehir’i belirliyor. Buna tekrar dönceğiz. Ancak önce Heves Ali’yi bulmak uğruna bir heves gittiği her yerde, kahramanımızın, sevgilisi dışında her ile bir ağıt sığdırmasından bahsetmek gerek. Her ilde bir başka ölünün hikâyesini ağıda döküyor hâlâ ve her şeye rağmen âşık olan Ağıtçı Kadın. Roman boyunca merakla beklenen soru da bu oluyor zaten: Ağıtçı Kadın, sevdiğinin ağıdını yakabilecek mi? Ancak asıl önemli olan ağıdı yakılanlar. Kemal Varol, Ağıtçı Kadın’a, sevgilisi Heves Ali’nin peşinde koşarken bir Türkiye ağıdı yaktırıyor aslında. Bir demiryolu işçisi, bir asker, bir gerilla, bir ülkücü Ağıtçı Kadın’ın hikâyesini dinleyip ağıtladıkları...
Beş Şehir’e geri dönersek; üzerinde durmamız gereken bir nokta daha karşımıza çıkıyor. Bilindiği gibi Tanpınar; Erzurum, Konya, İstanbul, Ankara ve Bursa üzerinden kurmuştu rotasını. Kemal Varol’un kahramanına izlettiği rotada Ankara eksik. Ancak ona çok benzeyen ve Ankara kelimesinden türediği belli “Arkanya” adında bir yeri ziyaret ediyor. Bu, romanı okuyanlar için sürpriz bir durak ancak Kemal Varol, Sibel Oral’la Cumhuriyet Kitap Eki için yaptığı söyleşide; Oral’ın, “Ağıtçı Kadın Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul’u dolaşıyor. Soracağım soruyu az çok tahmin ediyorsun; Tanpınar’ın Beş Şehir’ine geleceğim ama burada Ankara yok. Ses benzerliğiyle Ankara’yı çağrıştıran Arkanya var. Ama Arkanya senin diğer romanların dışında haritalarda da yok... Ankara’nın yerine Arkanya’yı yazmak zorunluluktan öte tercih miydi?” sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Kimi yazarların bu türden hayalî veya gerçek toprakları vardır. İçini nispeten çocukluğumun kasabasıyla doldurduğum bu kasabayı Ankara’yla değiştirdim. Arkanya benim için tahkim edilmiş bir başkent bir bakıma. Herkesin başkenti doğduğu yerdir. O yüzden Ankara yerine Arkanya’nın hikâyesini anlatmak istedim.”
Yani Kemal Varol, bu masal gibi hikâyede, bir anlamda kendi masalını da işin içine katıyor.
Masal demişken Ucunda Ölüm Var’ın masalsılığına da değinelim. Aslında Kemal Varol romanlarına sızan genel bir atmosfer bu. Zemin her ne kadar sağlam, hatta sarsıcı temellere otursa da hikâyenin bir ucu düş perdesinin diğer yakasında hep. Yazdıklarının masalsı yanını da bu meydana getiriyor daha çok ve okuduklarımızın, acı coğrafyasında geçen acıtıcı gerçekler olduğunu bilsek de, bir başka âlemden ses veriyormuş gibi hissettiriyor. Kemal Varol kaleminin önemli bir özelliği bu ve onu hiç çekinmeden acılar cağrafyasının modern masalcısı olarak niteleyebiliriz.
Ucunda Ölüm Var özelinde şiirsellik ise bir başka boyut. Kemal Varol’un, romanlarından önce kitapları yayımlanmış bir şair olduğunu bilmeyenler, Ucunda Ölüm Var’ın, anlatıcı değişikliğiyle Ağıtçı Kadın’ın konuştuğu sayfalarda duyumsadıkları şiirle şaşıracaklar. Fakat şaşırmayın. Ucunda Ölüm Var, modern bir masalcının olduğu kadar, bir şairin de romanı aynı zamanda.