"Uwe Timm, – ’68 kuşağına mensup solcu bir yazar olarak ailesiyle yüzleşmeye karar vermiş. Kardeşimin Gölgesinde, abisini gördüğü o tek andan hatırında kalanlarla başlıyor. Uwe o günlerde üç yaşında. Karl-Heinz kardeşini kucaklayıp havada süzerken birlikte tek anılarının bu olacağından, birkaç ay sonra Ukrayna’da öleceğinden habersiz..."
23 Eylül 2021 17:41
Bir gün elinize hayatta sadece bir kez gördüğünüz abinizin tuttuğu günlük geçse ve onun rahatlıkla işlediği cinayetlerden söz ettiğini görseniz ne düşünürsünüz?
O defteri yok edip sanki bu anlatılanlar hiç yaşanmamış gibi mi davranmayı seçersiniz, yoksa cinayetler başta olmak üzere yazılanlarla –ve tabii yazılamayanlarla– yüzleşmeyi mi?
Üstelik abiniz sıradan bir katil değil.
Waffen SS’e katılmış, Stalingrad’ın kışını, Kursk muharebelerini yaşamış, orada yaralanmış, bacakları kesildikten iki hafta sonra ölmüş bir Alman askeri.
Babanız da büyük oğluyla gurur duyuyor, üstelik o da savaş esnasında görevli olarak Kiev’e gitmiş.
Militarist, disiplinli, patriyarkal bir ailede savaşın ortasında –1940– doğmuşsunuz.
Defter elinizde; ne yapardınız?
Uwe Timm, – ’68 kuşağına mensup solcu bir yazar olarak ailesiyle yüzleşmeye karar vermiş.
Kardeşimin Gölgesinde, abisini gördüğü o tek andan hatırında kalanlarla başlıyor. Uwe o günlerde üç yaşında. Karl-Heinz kardeşini kucaklayıp havada süzerken birlikte tek anılarının bu olacağından, birkaç ay sonra Ukrayna’da öleceğinden habersiz.
Abisi savaşta yasak olmasına rağmen günlük tutmuş, neler yaşadığını kısa kısa yazmış. Tuhaflıklar bu kadarla sınırlı değil, çünkü Naziler evrak-ı metrukesini Timm’lere gönderirken açık kahverengi ciltli küçük defteri ayırmamışlar.
Günlük 14 Şubat 1943’te başlıyor, hiçbir günü sektirmeden yaralanmasından altı, ölümünden on hafta öncesine, 6 Ağustos’a kadar devam ediyor.
Uwe birkaç kere okumayı denemiş ama tamamlayamamış, yazmayı denemiş, onu da başaramamış.
Zaten kitapta abim demiyor hiç, sondaki “m” yok, hep uzaktan, nötr.
“Bir başka neden anneydi. O yaşadığı sürece abi hakkında yazmam mümkün olmadı. Sorularıma ne cevap vereceğini tahmin edebiliyordum. Ölüler huzur içinde yatmalı. Abiyi tanıyan son kişi olan abla da ölünce, onun hakkında yazmak için özgür kaldım; özgürden kasıt tüm soruları sorabilmek, hiçbir şeyi, hiç kimseyi dikkate almak zorunda kalmamak.”
Annesi için oğlunun Nazi günlerini eşelemek, gönüllü katıldığı Waffen-SS’te neleri neden yaptığına kafa yormak onu bir daha öldürmek manasına geliyordu.
Ama o defteri, belki de oğlundan geriye kalan en önemli şey olduğu için yok etmemiş.
28 Şubat’ta “1 gün mola,” yazmış güncesine, “büyük bit avı, Onelda’ya devam”.
Uwe, abisinin “bit avı” derken ne kastetmiş olabileceğine dair akıl yürüttükçe giriştiği işin zorluğunu duyumsuyor, daha önce birkaç kez buradan sonrasını okumadığını söylüyor.
21 Mart’ta Uwe’nin dönüp dönüp hatırlattığı anekdota geliyoruz.
“İşgal altındaki Donets üzerinde köprübaşı. 75 m mesafede İvan sigara içiyor, benim MG için kolay lokma.”
Abisinin bu notu yazdıktan biraz sonra hayatına son vereceği o Rus askerini düşünüyor Uwe. Sigaranın dumanı yükseliyor, Karl-Heinz artık profesyonelleşmiş bir katil, yetmiş beş metre onun için çocuk oyuncağı, heyecanlanmıyor, notunu deftere yazıyor, sonra bum…
Annesi için en büyük açmazlardan biri sanırım burası; Karl-Heinz ne yapmış olursa olsun onun biricik oğluydu ama başkalarının da oğulları vardı ve her şey oğlunun saf idealizminden kaynaklanıyordu; onun niyeti hep iyiydi, hep masum.
İdealizmiymiş onun Waffen-SS’e gönüllü katılmasına yol açan, geri durmak istememiş, sinmemiş.
“Ancak savaş bittikten sonra dehşet verici resimler, toplama kamplarının kurtarılması sırasında çekilen filmler gösterilince neler olup bittiği anlaşıldı.”
SS’in bu suçlara bulaşmamış bir savaş birliği olduğunu iddia edermiş annesi, oğlunun masumiyetini korumak için. Diğerleri yapmış olabilir, evet, yapılmış da, ama onun biricik Karl-Heinz’ı böyle şeyler yapmazdı.
“Katiller öbürleriydi” diyor annesi kimseyi kayırmadan. “SD. Einsatzgruppen. Özellikle tepedekiler, yönetim. Oğlanın idealizmi sömürüldü.”
Oğlunun mezarını bile görememişti, kilometrelerce uzakta, aslında adresi biliyor –Znamianka Kahramanlar Mezarlığı L 302– ama Soğuk Savaş devri, gitmek, gönlünce gezmek bir hayal.
Bu arzusundan vazgeçmemiş hiçbir zaman. Yetmiş dört yaşında Polonya, Belarus, Rusya, Finlandiya, İsveç’i göreceği bir geziye katılmış, oysa bu yerlerin hiçbiri oğlunun mezarı kadar önemli değil onun gözünde.
Üstelik göremeyeceğini de biliyor ama hiç olmadığı kadar yakın olacak, belki o yerlerden Karl-Heinz da geçti, mesafe azaldıkça, aradan geçen otuz seneye rağmen oğluna kavuşmak üzere olduğunu duyumsuyor.
Tabii her şeye rağmen bir savaşta karşılaştığın düşman askerini öldürmek ayrı; sivilleri, masumları, toplama kamplarındaki mahkumları öldürmek apayrı…
Uwe Timm
Babi Yar’daki korkunç katliam abisi oradayken olmuş. Günlükte orada yaşananlara dair hiçbir şey yazmıyor. Acaba diyor Uwe korkuyla, acaba…
“İnsanlar kurşuna dizilmeden önce giysilerini çıkarmak zorunda kalmışlardı. Propaganda bölüğüne bağlı bir Alman muhabirin fotoğrafı –şaşırtıcı biçimde renkli fotoğraflar– yakın çekimde gösteriyor: Bir protez, siyah bir ayakkabı, beyaz bir gömlek, kahverengi bir palto.”
Anneyle babanın hiçbir zaman dile getirmedikleri bir soruyu Uwe soruyor: “Ya abi toplama kampı muhafız birliğine atanmış olsaydı?”
Teğmenliğe yükselecekken Birinci Dünya Savaşı bittiği için terhis edilen babası Hans, “başka binlerce kişi gibi bir silahlı milis birliğine katılmış ve Baltık Denizi kıyılarında Bolşeviklere karşı savaşmış”.
Ölü hayvan dolduruculuğunda epey yetenekli biriymiş babası, daha sonraları kürkçülük yapmış.
Hayatı ölümle iç içe geçmiş hep.
“Baba, asker usulü selamlanmayı severdi” diyor Uwe, her zamanki gibi aralarında bir aidiyet kurmadan, nötr.
“Bir zamanlar ben buydum. Topuklarını birbirine vurup eğilerek selam veren, gri paltocuğu içinde, beş yaşında bir çocuk.”
Eğer “tekne kazıntısı” olmasaydı, abisiyle aralarında on altı değil de beş yaş olsaydı, acaba bugünkü metin çıkar mıydı ortaya?
Uwe faşizm karşıtı bir dönemde büyüdü; onun gençliğiyle abisininki arasında uçurumlar vardı.
Yerleri değiştirseler, Uwe’den bir faşist, Karl-Heinz’dan faşizm karşıtı bir yazar çıkar mıydı?
Yani nereye kadar içimizdekiler oluşturur bizi, ne ölçüde yaşadığımız çağ ve toplum karar verir kim olacağımıza?
Hem abisinin hem de babasının evrak-ı metrukesini kurcaladıkça fotoğraflar da çıkıyor karşısına.
“Bir zırhlı birlikte görevli olduğu için SS’lerin sivillere, kadın ve çocuklara yaptığı katliama katılmadığını kabul etsek bile, yine de sivil halktan kurbanlarla karşı karşıya kalmış olmalı. Açlık çekenlerle, evsizlerle, çarpışmalar yüzünden yerinden yurdundan olanlarla, donarak ölenlerle, öldürülenlerle… Onların lafı yok; tahminen bu acı, bu yıkımlar ve ölen kurbanlar ona normal geliyordu, yani ‘insani’.”
Savaşa giden, ölümle yaşayan insanın duyarlığı eskisi gibi kalamıyor, değişiyor. Böyle olunca, hele bir de “dava” gibi terimler girince işin içine, “insani” olan da değişiyor.
İnsanların bir bölümüne bakıp yok olması gerektiğini düşünüyorsun ve onları yok etmek sana insani gelmeye başlıyor.
“Günlükte tutsaklarla ilgili hiçbir şey yok. Abi günlüğün hiçbir yerinde alınan tutsaklardan söz etmiyor. Ruslar ya hemen öldürülüyordu ya da teslim olmuyorlardı. Üçüncü bir olasılık abinin bunu anılmaya değer bulmamış olması.”
Anlatının sonlarına doğru yeniden soruyor: “Abinin günlüğünde de, mektuplarında da tutsaklar hakkında hiçbir şey yok. Bu konu neden sözü edilmeye değer değildi?”
’43’te evleri bombaladığında, Hamburg’un harap edildiğini yazıyor mektubunda babası Karl-Heinz’a.
Uwe, şehir fosfordan alev alev yanarken herkesin koşuşturduğu sığınaklara Yahudilerin girmesinin yasak olduğunu söylüyor.
Aynı tarihlerde yol yapımı için Rus evlerindeki sobaları söküyorlarmış, güncesinde yazıyor Karl-Heinz.
“Bu yapılan evlerin tahrip edilmesi anlamına geliyordu. İnsanlar ne dediler? Ağladılar mı? Çaresizce, yaklaşan kışta sobasız kalmanın korkunç bir şey olduğunu Almanlara anlatmaya mı çalıştılar? Ukrayna’da tahrip edilen evler ile Hamburg’da bombalanan evler arasında bir an bile bağlantı görmeden yazıyor…”
Aşağı yukarı 180 milyon insanı insandan saymadıkları, “hayatları kirli, düşkün, hayvanlaşmış alt insanlar” olarak niteledikleri için onlara her şeyi reva görüyorlar. Rus kışında donacaklar mı, donsunlar! Yeter ki efendiler, yani kendileri üşümesin, yollarına devam edebilsin.
“Acı karşısında ilgi ve anlayışın silinmesini, evde insani olan ile burada, Rusya’da insani olan arasında ayırım yapılmasını anlamak zor ve tasavvur etmek mümkün değil. Sivillerin öldürülmesi burada gündelik olay, sözünü etmeye bile değmez, orada ise cinayet.”
Bir başka mektupta Karl-Heinz doğrudan kardeşi Uwe’ye sesleniyor – 22 Temmuz 1943.
“Sevgili Uwe, annemin yazdığına göre bütün Rusları vurup öldürmek, sonra da benimle tüymek istiyormuşsun…”
Konuşmayı yeni yeni söken bir çocuğun bütün isteği hiç tanımadığı bir grup insanı öldürmek olabilir mi?
“Üç yaşında bir çocuk bütün Rusları vurup öldürmek istemeyi nasıl akıl eder?” diye soruyor Uwe Timm de. “Doğal bir konuşma gibiydi.” Sonra ağzındaki baklayı çıkarıyor. “Ama birliğinden kaçması için anneden gelen son derece dolaylı bir istek de olabilirdi, mektuplar sansürden geçtiğinden, bir çocuğun ağzından dile getirilmişti.”
Annesi için ne oğlunun idealizmi ne hayatındaki tek erkek olduğunu hep dile getirdiği kocasının düşünceleri ne de başka bir şey… Yanına çağırıyor onu, koruması altına almak istiyor belki de, olacakları hissediyor, oğlunun savaştan geri dönmeme ihtimalini düşünüyor ve zar zor konuşan küçük çocuğunun ağzından yazıyor.
Bir annenin çırpınışı savaşın en belalı günlerinde bir umut kırıntısı.
Karl-Heinz kimi mektuplara kurutulmuş karanfiller iliştirmiş.
Anlatıdaki en çarpıcı sorgulamalardan biri de ciddi bir kültüre ve zevke sahip insanların nasıl olup da bu çıldırışa kendilerini adadıklarıydı.
Hitler’in operada Wagner tutkusu dillere destandır ama Reinhard Heydrich de keman çalıyordu. Klaus Barbie çocuklarının sanatla uğraşmasını istiyordu, Sovyetler’deki Einsatzgruppen liderleri ise “akademisyenlerdi, sekizi hukukçu, biri üniversite profesörü; SS alay komutanı Blobel, özel birlik 4A’nın komutanı, 60 bin insanın ölümünden sorumlu olan kişi mimardı”.
Açık kahverengi ciltli incecik defter okundukça yeni sorular sorduruyor.
“Abi kendini nasıl görüyordu? Hangi duyguları vardı? Fail olma, suçlu hale gelme, haksızlık diye bir şey biliyor muydu?”
Annesi, cesur ve dürüst bir genç olan oğlunun iyi niyetle, idealizmle katıldığını söylüyordu ama kardeşin soruları daha yıkıcıydı, abinin altında saklandığı örtüyü çekip atıyordu – tabii gücü elverdiğince, ne de olsa abisi.
Ama Karl-Heinz da herkes gibiymiş önceleri, ölümlere, öldürmelere alışmadan önce dans kursuna yazılmak istiyormuş, bir de planörle uçmak…
Stalingrad'da Alman esirler
Dans edip dünyaya planörden bakacak çocuk, elinde ağır taramalı tüfek, yetmiş beş metre uzaklıktaki hiç tanımadığını birini sinek avlar gibi avlıyor.
Kim bilir kaç “adsız İvan” onun silahından çıkanlarla yaralandı, hayatını kaybetti.
“Araştırmalarıma eşlik eden korkum, abinin birliği olan 3. SS Zırhlı İstihkâm Taburu’nun ve onunla birlikte abinin de, sivillerin, Yahudilerin, rehinelerin vurulmasına katılmış olmasıydı.”
Abisinin bu cinayetlere karıştığını gösteren bir belgeye rastlamamış ama şüphe baki, silinmiyor. Ya yaptıysa endişesi, artık bilinemeyecek olmasının getirdiği zorluk, şüphe hiç dinmeyecek.
“Waffen-SS, toplama kamplarındaki SS muhafızlarla aynı üniformayı giyiyordu.”
Sonra ailenin pişmanlıklarına geliyor Uwe.
Hayallerini elinin tersiyle iten uçarı abisinin nasıl bu hale gelmiş olacağını sorguluyor. Yapılanlar nasıl onaylandı, nasıl ses çıkarılmadı?
Neydi bütün yaşananlar?
“Yahudi komşular alınıp götürülürken ve öylece ortadan kaybolurken hemen hemen herkes görmezden gelip sustu, çoğunluk ise savaştan sonra, ortadan kaybolanların nereye kaybolduğunu öğrenince sustu.”
Annesinin çocukluğu üvey annenin işkence denebilecek kararlarıyla geçmiş, gene de güler yüzlü biriymiş kendisi anne olduğunda, Uwe öyle hatırlıyor. Savaşlar görmüş, sonra oğlunun ölümünü… Hayatının sonlarına doğru inme inmiş.
“Politikayla ilgilenmeyen anne yine de kendine suçlu olup olmadığını sorardı, kendine işkence edercesine değil, ama yine de kendiliğinden sorardı: Ne yapabilirdim, ne yapmalıydım?”
Oğlunu ölüme gönderenlerden biri olup olmadığına bir yanıt arıyordu.
“En azından sorup soruşturabilirdim, derdi. Mahalledeki iki Yahudi aile neredeydi? En azından bu soruyu insanın sadece kendisine değil, komşulara, daha doğrusu herkese sorması gerekirdi. Ancak bir şey dile getirildiğinde, itiraz da oluşabilir.”
Suskunluktu belki on milyonları ölüme götüren.
Ölü hayvan doldurucusu, kendi kendini yetiştirmiş bir kürkçü ve asker olan babası tren yollarını, krematoryumları havaya uçurmayan Müttefikleri suçlarmış Holokost için…
Sanırım her şey Uwe’nin babası hakkındaki şu basit cümlesinde gizli: “Kısa bir süre –üç, en fazla dört yıl– olmak istediği kişi oldu.”
Bu cümleyi deştikçe dans etmek, planörle uçmak isteyen, yaşam dolu çocuğun katile dönüştüğü iklimin nasıl oluştuğunu da anlayabiliriz belki.
Buluğ çağına girdiği günlerde ölü hayvan doldurucusu olan amcasının yanına giden Hans iyi bir öğrenciymiş; dahası, bir gün yuvasından düşmüş bir karga görmüş, yürüyüp geçememiş yanından, almış onu, beslemiş, evcilleştirmiş, omzunda dolaştırmış.
“Çok yalnızlık çekmiş olmalı” diyor Uwe, babasının çocukluğu için.
İşkenceyle büyüyen bir kız, yapayalnız bir oğlan…
Onların çocuklarından biri, Karl-Heinz bangır bangır çalan savaş tamtamlarını dinleyerek büyümüş.
6 Ağustos’a kadar her günü yazmışken, tarihsiz bir cümleyle günce tutmayı bırakmış.
“Burada günlüğüme son veriyorum, çünkü bazen meydana gelen böyle acımasızca olaylar hakkında defter tutmayı saçma buluyorum.”
Neydi acaba acımasız dediği o olaylar?
İvan’ı öldüreceğini veya insanların soba taşlarını aldığını söylerken alabildiğine rahattı.
Dans edemedi, planörle uçamadı…
Hiç bilmediği bir coğrafyada, bombalar ve silahlar arasında, bacakları diz hizasından kesik, bir başına ölüverdi.
Karl-Heinz Timm öldüğünde yirmi yaşından beş ay almıştı.
•