Acı Portakal

Yiğit Bener’in Can Yayınları’ndan raflarda yerini alan yeni romanı Acı Portakal'dan tadımlık bir bölüm yayınlıyoruz...

18 Kasım 2019 19:30

Yiğit Bener’in yeni kitabı Acı Portakal geçen hafta okurlarla buluştu. Bir babayla üniversite çağındaki kızının farklı bakış açılarından erkekliği ve eril şiddeti merkezine alan romanın ilk bölümünden tadımlık birkaç sayfayı K24 okurlarıyla paylaşıyoruz.

I

Suç mahalline dönen bir katil gibi geçmişin izini sürmek tekinsiz bir yolculuk. Zamanın aynasına bakmayagör, davetsiz misafir gibi sökün eder bastırılmış anılar, küllenmiş acılar, yüz karası korkaklıklar.

Korkak değilimdir aslında. Hatta çocukken gözü kara olduğum söylenir.

Dayak yemekten hiç korkmadım örneğin... Ne babamdan ne diğerlerinden.

Daha ilkokulda başlamıştı şiddet, kabadayılıklar. Kalıbımın adamı olup olmadığımı sorgulamak için her teneffüste gelip sataşırlardı. Neden mi? Anlayabilsem! Ortama uymuyordum herhalde. Âdetlerini bilmiyor, kurallarına boyun eğemiyordum. Yabancılamışlardı beni anlaşılan. Zor zanaattır bir yerin yabancısı olmak. Ola ki tipim bozuktu. Bir de galiba adım sorun yaratıyordu: Kışkırtıcı geliyordu sanırım, sevmemişlerdi. İnsanın sürekli kendi adını taşımayı hak ettiğini kanıtlamak zorunda kalması ne tuhaf! Her neyse...

Benim kimseyle alıp veremediğim yoktu oysa. Anlam da veremiyordum. Şiddeti sevmem üstelik... Ama ne yapayım? Kendimi savunmak zorunda kalıyordum. Tokadı yiyince öbür yanağımı uzatmadım.

Bir ömür böyle geçti. Hiç dinmedi şiddet fırtınası.

Hayatın her alanında. Maddi manevi az dayak yemedik ötekilerden, berikilerden, hatta bizimkilerden. Bir de devletten. Ailenin, özel mülkiyetin ve devletin, yani iktidarın her türlüsünün hamurunda vardır şiddet.

Hiç mi korkmadım? Korkulmaz mı! Korkmak başka, korkaklık başka. Korktuysam da kaçmadım.

Yaptığıma pişman olduğum şeyler var kuşkusuz. Olmaz mı? Hayatında hiç “keşke” dememiş biri olabilir mi? Gel gör ki fayda etmiyor, yeni hataları önlemeye bile yetmiyor.

Önlenemeyecek hatalar da var gerçi. Bedeli ödenmekle bitmeyen yenilgiler. Vicdan tartısında zamanaşımından faydalanamayan suçlar. Bir ömre bedel yıllar. Toplu düşler, toplu kıyımlar, bireysel kırılmalar. Çabuk tükenen umutlar, şiddetle kavrulmuş topraklarda kök salamayan çiçekler...

Bir gün daha kalmamı istemişti. Gidişimi bir gün ertelememi. Tek istediği buydu ve ben bunu bile ondan esirgemiştim. Ne bahane uydurduğumu anımsamıyorum. Hem... Ne önemi var? Bahane olduğunu ikimiz de bilmiyor muyduk?

Elimden gelen buydu.

Sanité’nin o kargacık burgacık yazısıyla çırpıştırdığı Mi Corazón diye başlayan ve İspanyolcamın güdüklüğü nedeniyle anlamını tam olarak çözemediğim aşk mektuplarını ben yokken odama girip masamın üstüne bırakması, cebime çaktırmadan benzer içerikli pusulalar sokuvermesi içimi acıtıyordu. Onun kadar güçlü, hatta baskın karakterli bir kadından hiç beklenmeyecek bir duygusallık patlamasıydı bu. Elim kolum bağlı, onun delice acı çekmesini izlemeye daha fazla dayanamadım.

İlişkimiz bu değildi. Daha doğrusu, bir anda ve beklenmedik bir tutkuyla enikonu yakınlaşıvermiştik, doğru. Ama tutkunun böylesi aşırıya kaçıyordu, ayağı yere basmıyordu, hatta sağlıksızdı. Topu topu birkaç haftalık bir sürede bana bu denli bağlanmasının, ayrılığı böylesine savrularak yaşamasının iler tutar tarafı yoktu.

Herkesin eve dönüş vakti belliydi. Ayrılığın kaçınılmaz olduğunu, baştan böyle öngörüldüğünü ilk günden beri biliyorduk. Benim ayrılacağım günün hemen ertesinde, sabahın köründe uçağa atlayıp kendi ülkesine, dünyanın öbür ucuna gitmeyecek miydi? Ayrılığı bir gün –aslında sadece birkaç saat– ertelemenin ne anlamı olabilirdi?

İstesek bile –ve bunu gerçekten istiyor muyduk acaba?– olayların akışını değiştiremeyeceğimizi bilmemesi imkânsızdı. Kaldı ki ben de elbette ondan ayrılacağım için üzgündüm. Nasıl olmam? Gelgelelim, gerçekçi olmak zorundaydık. Başka çaremiz yoktu. Bunları anlatmaya çalıştım ona. Aslında anlatmama gerek yoktu, olmamalıydı: O şimdiye kadar tanıdığım en mantıklı insanlardan biriydi.

Hem, durup dururken beni neden yüceltiyordu ki? Nereden çıkmıştı şimdi! Aklı başına gelsin, yatışsın, beni olduğum gibi görebilsin diye son gecemizde ona tüm kusurlarımı itiraf etmiştim, alenisini sinsisini, bilincinde olduklarımı ve görmezden geldiklerimi, onun bile gözünden kaçamayanları ve henüz fark etmediklerini, ne biliyorsam ortaya döktüm. Hatta gerekseydi hayalî kusurlar bile icat etmeye razıydım, ama elimde yeterince malzeme vardı.

“Yahu altı üstü bir erkeğim, bu türe ait doğuştan gelen tüm kusurlarla, fabrika hatalarıyla beraber,” diye işi şakaya vurmaya çalıştığımda bana, “Tu entiendes nada,” diye bağırmıştı. Haklıydı da. Hiçbir şey anlamıyordum. İşler bir anda nasıl bu hale gelebilmişti? Sanité gibi bir demir leblebi nasıl olur da sırf ayrılık acısıyla böyle ufalanabilirdi?

Meğer ben diğer erkeklere benzemiyormuşum. Öyle demişti. Ama yanılıyordu. Bal gibi benziyordum aslında, çünkü içinde debelendiğimiz boğucu ve gerçeküstü melodram ortamında bile onun bu sözlerini bir iltifat olarak algılayacak kadar kalın kafalıydım. Bildiğiniz öküz! Gururum okşanmış olduğu için pişmiş kelle gibi sırıtarak “Tamam,” demiştim ona, “tamam, alışılageldik ‘eril kişiler’in bildik özelliklerinden farklılaşan bir-iki meziyetim olabilir, o kadarını inkâr edecek değilim, gelgelelim bunlar işin reklam faslı: Gerçek hayatta ohoo... Şu kısa balayında gördüklerine aldanma sakın.”

Oysa onun bir şeye aldandığı falan yoktu, belli ki yakında döneceği gündelik hayatının o bildik cehenneminde yeniden maruz kalacağı diğerlerine katlanmanın ne kadar zor olacağını anlatmaya çalışıyordu bana. Ama anlayan kim?

Onun ülkesindeki erkekleri hiç tanımadığımı söylediğinde bile omuz silkmiştim. Aman canım! Bizimkileri biliyordum ya... Onlardan beter olacak halleri yoktu herhalde! Sanırım Sanité’nin beklenmedik davranışlarının şaşkınlığıyla algılama ve anlama yeteneğim tamamen dumura uğramıştı.

Gerçi... Evet... Bilmiyor değildim, Sanité ülkesinde az badireler atlatmamıştı, az çekmemişti. Gerçek hayatlarımızdan kopuk bir üç ay yaşadığımız Amsterdam’da bile başına neler geldiğini düşünürsek, eve dönüş vakti gelip çattığında aklının karışması, duygusal çalkantılar yaşaması sanırım kaçınılmazdı. Bir ölçüde hepimiz için geçerli, anlaşılabilir şeylerdi bunlar. O derece anlayışsız değildim elbette.

Ama duygusallığın böylesi! Akılcılıktan çok uzaktı bu savrulma. Bunu söyleyip duruyordum. Sanki duygular akılla terbiye edilip dizginlenebilirmiş gibi! Hele insan kendini böyle salmışken, dibe vurmuşken...

Bilgisine ve zekâsına hayran olduğum, en zor koşullardaki dik duruşuna tanık olduğum, hapse ve işkenceye bile dayanmış olduğunu bildiğim, hayatın tüm güçlükleriyle baş edebilecek donanıma ve deneyime sahip olduğunu düşündüğüm, kaya gibi sapasağlam gördüğüm kadının gözümün önünde ve birkaç gün içinde çözüldüğünü izlemek beni dehşete düşürmüştü.

Onun bu hale gelmesinde benim de payım, sorumluluğum olduğu düşüncesinin beni sürüklediği suçluluk duygusuyla baş edemiyordum.

Hiç kendimi bu derece zararlı, kötücül hissetmemiştim: Bir insana sırf sevgi vermeye çalışarak da zarar verilebileceğini keşfetmekteydim.

Gerçi... Bakmayın öyle dediğime. Bu aslında kof bir savunma mekanizması. Ne sevgisi? Ne sanmıştım ki? Yüz binlerce yıldır kuşaktan kuşağa yinelenen darbelerin dağladığı ve ömür boyu yaşanan yarılmanın katmerleştirdiği ruh yaralarını, ne kadar içten olursa olsun üç kuruşluk şefkatimle, birkaç haftalık yakınlaşmanın ve sevgi alışverişinin merhemiyle iyileştirebileceğimi mi?

Kaldı ki asıl darbeyi vuracak olan bendim, sona saklamıştım.

Bir gün... Sadece bir gün daha beraber olalım, onu ülkesine ben uğurlayayım... Bütün istediği buydu. Amsterdam’da onunla bir gün daha kalayım...

O bir günü vermemekle yetinmemiş, üstelik gizlice tren biletimin saatini erkene alarak akşamüstü yerine sabahtan ayrılmıştım. Onun böyle dağılmasına tanık olmaya, acısıyla daha fazla yüzleşmeye takatim kalmamıştı. Tükenmiştim.

Sefilce kaçmayı seçtim.

O güne kadar hata yapmaktan da, bedel ödemekten de hiç korkmazdım. Zaten tüm hatalarımın ya da yanlış kararlarımın bedelini çoktan dayamadılar mı sanıyorsunuz burnuma?

Gelgelelim korkaklığın bedeli daima daha ağırdır, asla ödeyemezsiniz.

Hata yapmak değildir sorun olan. Hata kolay. Düzeltilir. Telafi edilir. Bir daha yapmazsınız olur biter. Ama ya pusulanız şaşmışsa? Neyin doğru neyin yanlış olduğu karışmışsa? Bir noktada –hâlâ mümkünken– farklı tercihler yapmış olsaydınız bile sonucun değişmeyeceğini sonradan idrak etmişseniz? Kartlar baştan yanlış karılmışsa? Daha yola bile çıkmadan olan olmuşsa? İşte bunun telafisi yoktur. Kafanızı taştan taşa da vursanız, dizinizi de dövseniz nafile. Pişmanlık değildir artık hissettiğiniz. Çaresizliktir. Mutlak yenilgi, tam bir bozgun. Çöküş ve iflas. Anlam yitimi.

Hayatta öyle anlar vardır işte. Her şey altüst olur. Doğru bildikleriniz... Değerleriniz... Hayat anlayışınız... İnsanlara yaklaşımınız... Kendinize bakışınız...

Korkak olmadığımı sanıyordum. Yanılmışım.

Bu uğursuz kaçışımdan çeyrek yüzyıl sonra Amsterdam’a ilk kez yeniden adım attığım anda, saklandığı kuytu bellek köşesinden çıkıp üzerime çullanıvermişti bu yüz kızartıcı davranışımın anısı.

Tren istasyonunda eski alışkanlıkla 2 numaralı tramvaya bindim. O dönem üç ay boyunca eğitim gördüğüm Amsterdam Marksist Araştırmalar Enstitüsü’nün sokağı, Koningslaan’ın yakınından geçen tramvaydı bu. Ama orada beni bekleyen kimse yoktu, hele sabahın bu erken saatinde.

Koningslaan’a varmadan Leisdseplein’de indim. O zamanlar en az haftada bir kez geldiğim bu meydanı seviyordum. Ama Amsterdam’daki en mutlu anılarımı barındıran asıl mekân Vondelpark’tı.

Fazla oyalanmadan kanalın üzerindeki köprüden geçtim, tam karşıdaki “Vondelstraat” tabelalı sokağa girip dümdüz ilerledim. Yol biraz uzayınca hata yaptığımı düşündüm, park girişine çoktan varmış olmalıydım. Az sonra karşıma çıkan sivri saat kuleli Özgürlük Kilisesi Vondelkerk’i tanır gibi olunca rahatladım. Parkın bir diğer girişi hemen yan taraftaydı, iki adım ötede.

Henüz ıssız olan uçsuz bucaksız parkın girişindeki panoda “1999’da tüm alan yenilendi” yazısını görünce korkmadım desem yalan olur. “Yenilik”in her zaman “daha iyi” anlamına gelmediğini öğrenebilecek kadar yaşlanmıştım. Neyse ki görünürde park çok fazla değişmemişti, en azından hatırlayabildiğim kadarıyla.

Parkın kuzeydoğu girişinde yer alan kültür merkezi ve yoldaşlarla ucuza bira içip sohbet ettiğimiz teras, orman içinden geçen geniş bisiklet ve yaya yolları, çim alanlar, tüm parkın sathına yayılan yılankavi gölet, her şey yerli yerindeydi.

Göletin doğu ucunda, parka adını veren ve Hollandaca edebiyat dilinin kurucusu addedilen 17. yüzyıl yazarı Joost van den Vondel’ın devasa bronz heykeli tüm heybetiyle yerli güvercinlerin ve sair göçmen kuşların, muhabbetkuşlarının, karatavukların, kızılgerdanların gübrelerini ağırlamaya devam ediyordu. İçkiyi biraz fazla kaçırdığımız bir akşam Mahé ve Pépé, heykeli daha iyi görebilmek için geri geri gidip şaklabanlık yaparken tam şurada suya düşmüşlerdi.

Van den Vondel’ın “Cennetten Sürgün Edilen Âdem” isimli bir trajedinin yazarı olması ta o zamanlar ilgimi çekmişti, ama okuyabileceğim bir dile çevirisini hâlâ bulabilmiş değilim.

Tenis kulübünün önündeki Groot Melkhuis’u bulmam zor olmadı. Gölet kıyısındaki bu büyük kafeye Julienne beni defterden silmeden önce birkaç kez birlikte gitmiştik. Burası eskiden bu kadar büyük müydü, yoksa genişletmişler mi? Emin olamadım.

Göletin etrafında döne dolaşa turlarken eskiden olduğu gibi yine kayboldum. Bu gezintiler sırasında enstitü müdürü David’e sıkça rastlardım.