Yavuz Önen'in Dipnot Yayınları tarafından yayımlanacak otobiyografisi, aynı zamanda solun ve toplumsal hareketlerin yakın dönemdeki tarihini içeriyor. Kitaptan kısa bir pasaj sunuyoruz.
Mart 1967 tarihinde de Ankara Ticaret Odası’na kayıt olarak Mimarlık Mühendislik ve İnşaat Taahhüt işleri yapmak üzere Meşrutiyet Caddesi Yüksel Apartmanı’ndaki büroda serbest iş hayatına başladım.
İlk resmi işim İller Bankası’ndan ihaleye girerek aldığım Sinop Erfelek Kasabası İmar Plânı oldu. O dönemde mimari proje yarışmaları revaçtaydı. Yarışmalara fakülteden arkadaşım Rezzan Şima Karagülle ile birlikte girmeye başladık. Elendiğimiz yarışmalar oldu. Ama kısa bir zaman dilimi içinde dört projemizde başarılı olduk ve iki ödül, iki mansiyonisialdık.
Yarışmalardaki başarı maddi kazanım da getirince Fransa’ya mesleki deneyimimi geliştirme düşüncem tekrar depreşti. Dil sorunu olmayacağı için Fransa idi gitmek istediğim ülke. Fransa hükümetinin verdiği burstan yararlanmam devlet tarafından engellenince bu kez kendi imkânlarımla gitmeye karar verdim. Daha önce Fransa’da çalışmış olan bir meslaktaşım Çetin İlkin’den daha önce çalıştığı büronun adresini aldım. 1968 yılının Nisan ayında Sirkeci Garı’ndan trene bindim, Paris’e gittim. Quartier Latin’de (QL) Sorbonne Üniversitesi’ne çok yakın, II. Dünya Savaşı’nda Paris’i işgal eden Nazi Ordusu subaylarının da kaldığı eski, ucuz bir otele yerleştim. Sözünü ettiğim büronun sahibiyle 13 Mayıs’ta işe başlamak üzere anlaştık. Kamuya ait bir yüzme havuzu projesinde çalışacaktım. Bu süreç içinde Fransa’da yaşamakta olan meslektaşım, Güner Somtürk’ün katkıları oldu.
Gittiğim ilk günlerden itibaren sokaklarda bir hareketlilik vardı. Gençler kalabalık gruplar halinde gösteriler düzenliyordu. Duvarlarda yeni bir dünya ve yaşam taleplerini, patronlara karşı tepkilerini okuyordum. Öğrenciler eğitim sisteminin her kademesine dair eleştirilerini dile getiren bildiriler dağıtıyordu. Üniversite gençliği sokaklardaydı, günlük sorunlarına acil çözümler, eğitim sisteminde köklü değişimler istiyorlardı. Liseli öğrencilerin de katılımıyla her geçen gün sayıları arttı, eylemler günün yirmi dört saatine yayıldı.
Çatışmalı olaylar, 22 Mart 1968 günü bir arkadaşlarının tutuklanması üzerine 150 kadar öğrencinin Nanterre Üniversitesi’nin yönetim mekânını işgal etmesiyle başladı. Nisan mayıs aylarında gelişen öğrenci olaylarını, Hükümet yetkilileri gerilla eğitimi görmüş öğrencilerin çok küçük bir grubunun profesyonelce hazırlanmış aşırılıkları olarak açıkladı. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) yayın organı Pravda da hareketleri Troçkistlerin marifeti olarak tanımladı, karşı çıktı. Fransız Komünist Partisi de (FKP) aynı paralelde bir konuma sahipti. Özet olarak hareket küçültülüyor, aşırı olarak tanımlanıyor ve suç işliyor gibi gösterilmeye çalışılıyordu. Sosyalist Parti ve bağlı işçi sendikaları da benzer ve çekimser bir tutum içindeydiler.
Toplum Polisi (Compagnies Républicaines de Securité; CRS) gösterileri dağıtmak üzere göz yaşartıcı Lacrymogenes bombaları kullandı, öğrencilerle vücut vücuda temas edecek kadar baskınlar düzenledi. Öğrenciler polisin kimyasal madde de kullandığının kanıtı olan tüpleri sergiledi. ’CRS SS, CRS SS!’ diye bağırarak, polise Nazi diyerek tepki gösteriyorlardı. Çatışmaların ve sonrasında sokaklardaki görüntülerin, Cezayir Savaşı karşıtı eylemlere, güvenlik güçlerinin müdahalesi sonrası yaşanan sahneleri hatırlattığına dair gazetelerde yorumlar yapılıyordu.
Kaldığım otel, olayların yaşandığı mahallenin ortasında bir yerde olduğu için göz yaşartıcı gazlar otel odasının içine de doluyordu. Sokaktaki hareketliliğin tam ortasındaydım. Bir hüviyet kontrolü sırasında polisten ’Bir daha rastlarsam sınırdışı ederim’ uyarısı da aldım. Mayıs ayının ilk iki haftasında çatışmalar gece gündüz devam etti, şiddetlendi; can kaybı yoktu ama yaralanmaların sayısı yüksekti. Gaz fişeğine hedef olanlar arasında gözünü kaybeden, yüzü parçalanan, kafa travması yaşayanlar vardı.
Çatışmalarda yaralanan öğrencilere çevre sakinleri yardım ediyor, arabalarıyla hastanelere yaralı taşıyor, su ve gıda yardımı yapıyordu. Evlerin pencerelerinden gece veya gündüz bu yardımı yapanlar da polisin hedefi oluyor, evlerin içine de göz yaşartıcı gaz atılıyordu. Kaçan öğrencileri yakalamak için polis evlerin içine de baskınlar düzenliyordu. Halk baskılara rağmen yardıma devam ediyordu. Gece yaralanmalar olduğunda, geç saat de olsa, gecelikleriyle sokağa çıkarak yardım edenlere tanık oldum.
Polisin müdahalesini engellemek üzere sokak başlarına kaldırım taşlarından kalın ve yüksek duvarlar, barikatlar hızla yapılıyordu. Göstericiler sokak boyunca birkaç sıradan oluşan uzun kuyruklar oluşturuyor ve en arkada olan kişi yol zemininden söktüğü kaldırım taşını -pavé’bir öndekine aktarıyor, böylece taşlar elden ele, en öne kadar hızla ulaştırılıyordu. Oluşan barikatın üzerine civardan sökülen demir korkuluklar, trafik işaretleri, panolar ve benzeri malzeme de yığılıyordu.
Kaldırım taşlarının sökülüp öne doğru gönderilmesi işinde ben de çalıştım. Barikat inşaatı yoldaşlık-arkadaşlık-dayanışma duygusunu pekiştiriyor, tamamlandığında da daha güvenli bir ortam sağlıyordu. Polisin müdahalesine engel oluşturuyor, görüş alanını daraltıyordu. Quartier Latin’in birkaç sokağının başına inşa edilen bu barikatların ortadan kaldırılması için polisin yaptığı müdahaleler barikat savaşına dönüşüyordu.
Üniversitelerde eğitim tümüyle durdu. Öğrenciler Sorbonne Üniversitesi binalarını işgal etti. Ana binanın kubbesine yan yana iki bayrak asıldı. Komünistlerin kızıl ve anarşistlerin siyah bayrakları. Polis şiddetinin sona ermesi, polisin mahalleyi terk etmesi, yaralı öğrencilerin tedavi edilmesi öğrencilerin acil talepleriydi. Üniversite yönetimi ile öğrenciler arasında normale dönüş görüşmeleri sonuç vermedi.
Sorbonne’un avlusunda solun hemen tüm siyasi kesimlerinin masaları vardı. Kitap, dergi, broşür ve olaylar hızlı geliştiği için de günde birkaç kez bildiri dağıttılar. Okumak üzere aldığım çok sayıda bildiri arşivimde hâlâ duruyor. Öğrencilerin kurduğu İşçilerle Dayanışma Komiteleri ile Eylem Komiteleri harekete yön vermeye çalıştı.
Öğrenci liderleri ön plana çıktı. Yüksek Öğrenim Ulusal Sendikası Genel Sekreteri Alain Geismar, Troçkist Alain Krivine, hareketin militanlarından Daniel Cohn-Bendit (Kızıl Dany) en fazla duyulan isimlerdi. Sorbonne’un tüm salonları çeşitli konuların tartışıldığı forum mekânlarına dönüştü. İşe başlama günümü beklerken bu toplantıları izlemeye gittim. Hareketin destekçileri arasında ünlü bilim insanları da vardı. Jean-Paul Sartre’ın Richelieu Salonundaki bir konferansını izledim. 30 yıl sonra aynı salonda aynı kürsüde bir insan hakları konferansında Ahmet Kaya ve Kendal Nezan’la birlikte konuşmacı oldum. Kızıl Dany ile Alman Yeşiller Partisi temsilcisi olarak geldiği insan hakları toplantılarında çok kereler karşılaştım.
Bütün zamanım bu hareketin ortamında geçmeye başladı. Öğrenci liderlerinin kitlelere hitabını dinledim. Olayların seyri ve hükümet ve üniversite yönetimi ile ilgili gelişmeleri anlattılar. Paris’in ünlü Odeon Tiyatrosu da toplantıların yapıldığı bir mekâna dönüştü. İşçilerin de girdiği bir yerdi artık. Giriş cephesindeki Odeon yazısının önüne ‘Ex’ hecesi eklendi, eski Odeon’du artık orası. Toplumsal değişimin mekânlara da yansımasını anlattığı için unutmadım. Bu salonda yapılan bir toplantıyı işçi ve öğrencilerle birlikte izledim. Gösteriler sırasında tanıştığım bir meslektaşımla Beaux Art’daki afiş üretiminde birkaç gün çalıştım.
Quartier Latin’deki (QL) öğrenci-polis çatışmaları dışında birkaç önemli olay yaşandı. 7 Mayıs günü QL’den başlayan, 50 bin civarında katılımın olduğu, Zafer Anıtı’nda (Arc de Triomphe) biten, saatler süren uzun bir yürüyüş gerçekleşti. Anıta kızıl bayrak asıldı ve önünde coşkuyla Enternasyonal söylendi. Bu yürüyüş harekete büyük moral kazandırdı. Bu yürüyüşe ben de katıldım. Üniversitelerde başlayan hareket, Fransa’nın kamu-özel tüm işyerlerine ve üretim alanlarına, fabrikalara, yerel yönetimlere sirayet etti.
10 Mayıs Günü İşçi Sendikaları
10 Mayıs Günü İşçi Sendikaları Confédération Général des Travailleurs (CGT), Confédération Française Democratique du Travail (CFDT), Öğretim Üyeleri Sendikası (FEN), muhalif siyasi partiler, Komünist Parti ile Sosyalist Parti, Sol Federasyonu yirmi dört saatlik bir genel grev ilan ettiler, güçlü gösterilerin düzenlenmesi kararı aldılar. Böylece öğrenci hareketine başlangıçta karşı tavır alan ya da kuşku ile bakan tüm ana akım siyasetler ve onların örgütlü sosyal tabanları harekete ortak oldular. Siyasi tartışma ortamı genişledi, tüm Fransa’ya yayıldı ve sokakta buluşmalar gerçekleşti. Gösteriler tüm toplumsal kesimlerin de katıldığı devasa kitlesel eylemlere dönüştü.
12 Mayıs günü işçilerin de katıldığı halk hareketi isyan halini aldı. Güvenlik güçleriyle yaşanan çatışmalarda 400’e yakın kişi yaralandı. 500’e yakın kişi de tutuklandı. Paris sokakları tarumar oldu. Bakanlar o geceyi sabahlayarak geçirdiler.
13 Mayıs günü Fransa tarihinin en büyük eylemine sahne oldu. Genel grev gerçekleşti. İşçiler fabrikaları, kamu çalışanları ve yerel yönetimlerde çalışanlar da işyerlerini işgal ettiler. Tüm yönetim ve üretim ulaşım ağı felç oldu. Genel greve katılan işçi sayısı 9 milyondan fazlaydı.
13 Mayıs günü benim işe başlayacağım gündü. Bu büyük toplumsal depremin tüm alanları altüst ettiğinin farkındaydım. Çalışacağım mimarlık bürosunun da bundan etkileneceği muhakkaktı. Yine de büroya gitmeye karar verdim. Taksi, metro, otobüs gibi araçlar çalışmadığı için, ancak yürüyerek gidebilirdim ve öyle yaptım. Üç saatte büroya vardım. Büro sahibi mimar beni karşısında görünce çok şaşırdı. Bana benim de tahmin ettiğim şeyleri söyledi. Projenin başlama ihtimalinin çok zayıfladığını, bir belirsizlik ortamına girildiğini, bu nedenle ortak çalışma imkânının kalmadığını anlattı.
Daha önce birlikte çalıştığı mimar arkadaşımdan çok memnun kaldığını, onun tavsiyesine güvenerek benimle de çalışmaya karar verdiğini de ekledi. İkimiz de üzgündük. Vedalaştık.
İş aramaya devam ettim. Özel bürolara, kamu kuruluşlarına başvurdum. Place d’İtalie’deki kentsel dönüşüm projesini yöneten büronun sorumlusu ile de görüştüm. Cevaplar olumsuzdu. Fransa’da kalabileceğim imkânları sağlayabilecek mimarlık dışı alanlarda çalışmayı uygun bulmadım. Örnek olarak mutfak yenileme alanında çalışan bir işyeri ile mimar arayan gazete ilanı üzerine yaptığım görüşmede olumlu yanıt aldım. Bir etkinlik sırasında tanıştığım bir mühendisin kendisinin de çalışmakta olduğu mühendislik bürosunda, Cezayir’de inşa edilecek bazı yapıların betonarme projelerinin çiziminde, çalışabileceğimi söyledi. Her iki teklifi de kabul etmedim. Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Ancak gelirken bir valiz dolusu konserve ve dayanıklı bazı yiyecek malzemeleri, Paris’te bir süre daha kalabileceğim miktar da para vardı. Dönüş tarihini haziran ortası olarak belirledim. Bu tarihe kadar olayları tüm etkinlikleri ve eylemleriyle izlemeye devam ettim.
Resmi Tarihle Yüzleşiyorum
Olaylar sürüp giderken kaldığım otelde Madagaskar’lı sürgün gazeteci Aristide ile tanıştım. Tanışıklığımız arkadaşlığa ve dostluğa dönüştü. Benden yaşlıydı. Kaldığı daracık otel odasına sadece yatak sığıyordu ve aynı zamanda çalışma yeriydi. Gündüzleri kitap ve gazete tomarlarını yatağın üzerine koyar, gece yatarken de yere bırakırdı. Aristide yemeklerini de odada yerdi. Birlikte, hatırladıkça keyif aldığım yemekler yedik. Küçük bir ispirto ocağının fitilini ateşler ve üzerinde bir tas içinde yağsız ve tuzsuz pirinç pilavı daha doğrusu lapa pişirirdi. Beni lapa ziyafetine davet ettiğinde biraz çeşni katmak üzere bazen tavuk eti (poulet rotis) alıp giderdim. Kırmızı etleri de aynı ocağın üzerinde çatala takarak alevin üzerinde pişirirdik. Sohbetlerin gündemi doğal olarak yaşanmakta olan olaylardı. Benim devrim olacağına dair tahminlerime karşı o, kapitalizmin bu önemli ülkesinde bir komünist devrimin gerçekleşme ihtimalinin asla olmadığını söylerdi. Türkiye’ye döndükten sonra evde onun adı çok sık geçti. Yağsız ve tuzsuz Aristide pilavı pişirdik, onu uzun süre ailecek andık.
Bir gün Aristide bana, aynı otelin çatı arası odasında kalan ve Paris’te sahne alan Amerikalı bir tiyatro sanatçısının benimle tanışmak istediğini söyledi. Bir gece sanatçının odasında akşam yemeğinde buluştuk. Valizimde Türkiye’den getirdiklerim arasında rakı da vardı. Bir şişe rakıyla gittim. Tanıştık, Ermeni olduğunu öğrendim. Yiyecekler odada hazırlanıyordu. Sofra kuruldu. Sohbetin bir yerinde 1915 Ermeni Tehciri sırasında olanlar hakkında ne düşündüğümü sordu. Resmi açıklamalardan, belgelerden, gazete ve dergilerde yazılanlardan edindiğim bilgilere dayanarak yanıt verdim. Çok kısa ve özet olarak Ermenilerin Türklere saldırdığını, katlettiğini, Türklerin de buna karşılık verdiğini söyledim. Bana göre karşılıklı bir çatışma söz konusuydu. Yanıtımı duyduğu anda sohbetin tamamlandığını söyledi. Yemek yarım kaldı ve odadan ayrıldık. Bu olaydan 22 yıl sonra İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) kurucuları arasında birlikte olduğumuz sevgili Mahmut Tali Öngören’e bu anımı anlattım. O da Amerika Birleşik Devletleri Colombia Üniversitesi’ne Radyo-TV yayıncılığı eğitimi için gittiğinde öğrencilik yıllarında –50’li yıllar– benzer bir olayı yaşadığını aktardı. Fakülteden arkadaşları bir karıkocanın evlerinde bir arkadaş toplantısında aynı soruya muhatap olmuştu. Verdiği yanıt, benimkinin aynıydı. Arkadaşları o geceden sonra kendisinden uzaklaşmıştı. Bunun üzerine üniversite kütüphanesinde konu ile ilgili kitapları okuduğunu ve konu hakkında etraflı ve farklı kaynaklardan bilgi edindiğini anlattı.
1968 yılı Haziran ayının üçüncü haftasında Türkiye’ye, annem ve babamın kalmakta olduğu Ankara Güniz Sokak’taki evimize geri döndüm. Meşrutiyet Caddesi Yüksel Apartmanı’ndaki büroda mesleki çalışmalarıma yeniden başladım. İller Bankası’nın ihale ettiği, nüfusu iki bin civarında olan ilçelerin imar planı işlerini yapmaya devam ettim.
•
(s. 92-100)