Adnan Çelik ve Namık Kemal Dinç’in Yüz Yıllık Ah! adlı çalışması, 1915’in kolektif hafızasını ve günümüzde nasıl anlaşıldığını ortaya çıkarmayı hedefliyor
18 Mart 2015 20:00
Talât Paşa’nın kara kaplı defterine göre, Diyarbakır’da 1914’te 56 bin 166 Ermeni yaşıyordu. Çok değil bir yıl sonra, Vali Dr. Reşit’ten gelen telgraf şehirde sadece 200 Ermeni’nin kaldığını bildiriyordu oysa; onlar da ordunun ihtiyacı olan malları “karşılayan” zanaatkâr Ermeni’lerdi. Peki 55 bin 966 Ermeni nereye gitti? Yanıta inancınıza göre ister soykırım deyin, ister tehcir.
Rakamların bize gösterdiği gerçek net ve tek; sadece Diyarbakır’da 55 bin 966 Ermeni, 55 bin 966 insan, 55 bin 966 can kök saldıkları topraklardan, elleriyle ördükleri evlerinden sürüldüler, öldürüldüler. Her geçen gün yeni cinayetler eklendi bunlara. Yine aynı vali birkaç ay sonra bir telgraf daha çektiğinde, çevre illerden tehcir edilen Ermeni sayısının 120 bine ulaştığını açıklıyordu. O günlerden bugüne Türkiye topraklarında sağ kalmayı başarabilen Ermeni sayısı, aşağı yukarı değil, en fazla 70 bin! Onlar da Hrant Dink’in öldürülmesinden beri “ürkek güvercinler” gibi yaşıyorlar. Çünkü biz hâlâ, üzerinden geçen yüz yıla rağmen geri dönüp de onlara yaptıklarımıza bakmadık. Onların yüzyıl öncelerini dinlemedik. Bırakın bunları, hâlâ üzerine özgürce konuşmayı bile başaramadık.
İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları’nın çıkardığı kitap bu yüzden çok önemli. Kitabın adında Diyarbakır olduğuna bakmayın, aslında tüm Türkiye’deki durumu anlatan, geniş çaplı bir çalışma bu. Mesela, Kürtler ve Ermeniler arasındaki bağı gösterebilmek için bir başlıkta kirveliği seriyor önümüze. Başka bir başlıkta soykırımın taşradaki aktörlerini; beyleri ve ağaları, şeyhleri, eşrafı irdeliyor. Soykırımın kültürel talancılığını, defineciliği, unutmuyor. Sıradan insanın zenginlik hayaliyle giriştiği bu yıkımın, devletin Ermenilere dair izleri silmek için kullandığını da. Sonra, Diyarbakır’da toprağın en çok kana bulandığı alanlarda gezdiriyor bizi. Aslında daha kitap kapağında başlıyor bu utanç gezisi; minibüs şoförlerinin bile “1915’te Ermenileri öldürüp buraya attılar” diye anlattığı Çüngüş’teki düden fotoğrafıyla. Sonra da şiddet hikâyeleri, kurtulma hikâyeleri, “müslümanlaştırılmış Ermeniler”in yaşadıkları üzerinden tanıklarının gözlerine baktırıyor. Ve tabii ki, esas aktörün devlet olduğunu atlamadan yapıyor bütün bunları.
Yazarları Adnan Çelik ve Namık Kemal Dinç’in, “Bu çalışmayla, Diyarbakır özelinde, 1915’in kolektif hafızasını ortaya çıkarmaya, kuşaklar arası aktarım ve sessizleştirme süreçlerini anlamaya ve son derece güncel bir mesele olarak süregelen 1915’in şimdide nasıl kurulduğuna, anlaşıldığına, anlatıldığına ve gerekçelendirildiğine odaklanmaya çalıştık. Sadece Diyarbakır’da yaptığımız sözlü tarih görüşmeleri ile sınırlı olmayan; hem bölgenin 1915’teki durumunu kavramamıza olanak sağlayan tarihsel bilgi çerçevelerinden, hem de Kürtlerin 1915’e dair hafızasından beslenen Kürt edebiyatından da istifade eden bir kitap çalışmasının faydalı olacağını düşündük” demesi boşa değil. Adnan Çelik ve Namık Kemal Dinç’in bu çalışma, hele de sözlü tarih anlatıları için Diyarbakır’ı seçmesi çok yerinde. Zira 1915 kentin yüzde 30’unu oluşturan bir kimliği yok etmiş. Kentte yaşayanların tanıklıkları gösteriyor ki, Diyarbakır’da 1915’e dair hafıza hâlâ diri, kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Nasıl aktarılmasın; adının iadesi istenen pek çok mekân Ermenice. Dolayısıyla mekânların hafızası insanlara da taşınıyor. Zanaatın ve sanatın üreticisi Ermeniler’in öldürülmesiyle şehrin çöken ekonomik yapısı da hep hatırlatmış “eski günleri” onlara. Üstelik yaşanan vahşet öyle derin, utanç öyle büyük ki, tek başına taşınılamadığı için dilden dile, zihinden zihne dolaştırılmış. Bir daha yaşanmasın diye bir koruma yöntemi bu, belki de. En çok da kadınların ve çocukların öldürülmesi anlatılırken bölünüyor sözler. Bu kolektif hafızada, Kürtlerin o gün Ermeniler’e yapılanlarla daha sonraki zamanlarda, özellikle 90’larda, kendilerine yapılanlar arasında kurdukları empati de etkili, kuşkusuz. Ancak sadece mağduriyet üzerinden bağ kurup ona sığınmıyorlar, anlatılar tarihsel suçluluğu taşıyor, vicdan muhasebesine de girişiyor. Birçok görüşmede “Burası Ermenilerin, Süryanilerin, hepimizin ortak vatanı” denilmesi o yüzden kıymetli.
Daha çok “ferman” ya da “ferman-ı filehan” diye tanımlıyor kitaptaki Kürtler 1915’i. Yani, padişahın hükmü, devletin emri, iktidarın talebi. Onu takip eden terimler net; “Qetilkirina filehan”, “firxûnê Armeniyan”, “kuştina filehan” ve “dema birrînê” yani “katletmek”, “yok etmek”, “kökünü kurutmak”, “kesme dönemi”. Türk kesiminin kullandığı “tehcir”, “zorunlu göç” gibi suçu muallakta bırakan kelimelerin aksine Kürtlerin adlandırmaları apaçık, dümdüz. “Ferman”ın uygulanması için devletin ikna yöntemleri de tanıdık. Biri, mal paylaşımı mesela. Tabii payın büyüğüne devlet el koyuyor, kimi yerlerde yörenin ileri gelenlerine dağıtım yaptığı da oluyor. Oldu da bunlar yetmezse, aslında bugün de geçerli akçe olan bir meşrulaştırma aracı daha sunuluyor; İslamiyet. O zaman “7 Ermeni öldüren cennete gider” diye verilen fetvaların daha sonraları sadece hedefi değişiyor Maraş’ta, ya da Çorum’da. Neyse biz yine de konumuza sadık kalıp kitaba dönelim. Kitaptaki bölümlerden biri; “Müslümanlaş-tırıl-mış Ermeniler”e mesela. Zira bu bölüm gösteriyor ki, daha alınacak çok yol var. Çünkü özellikle Müslümanlaştırılmış Ermenilere yönelik ayrımcılık hâlâ yaşamlarda yaralar açmaya devam ediyor. Alınacak yollardan bir diğerini şöyle anlatıyor bir röportajında Namık Kemal Dinç: “Türkiye’de siyaset yapan sol cenah, Kürt hareketi de buna dâhil, resmî tarih okumasının etkisinde kalmış, Ermeni meselesinde ise bu çok daha bariz ortaya çıkıyor. Bu tarih okumasında, 1915 Soykırımı yer almaz. Dolayısıyla, tarih okuması yapılırken, buna yer açma ve bu meseleye hak ettiği önemi verme zorunluluğu var. Kürt siyasi hareketi, bunu yeni yeni yapmaya çalışıyor. Bu yüzden, bundan sonra değişecektir diye düşünüyorum. Ancak mevcut durumuyla tarihten sınıfta kalma hali sürüyor.”
Bejikleri, koruculara benzetiyor anlatıcılar. Kulp’taki tanıklardan birinin “Şimdi nasıl korucular bize vuruyorsa, Bejikler de öyle. O zaman devlet onlara silah vermiş, demiş öldürün! Onlar da Filehleri (Ermenileri) öldürmüşler."
Kitaptaki başlıklardan biri de, 1915’in Paramiliter Kürt Milisleri: “Cendirmeyên Bejik.” Onlar da kim mi? Kürtçe sözlükler düşünülerek yanıtlamak gerekirse Bejik; “kır bekçisi”, “milis” demek. Ancak 1915’teki rolleri üzerinden düşünülünce bu kadar net yanıtlar verilemiyor henüz. Zira şimdiye kadarki 1915 çalışmalarında duyulmayan bir kelime, bejik. Oysa Diyarbakırlıların anlatılarında oldukça canlı yer tutuyor. Tanıklardan biri, “Bejik aynı zamanda imansız, susuz anlamına gelir. Gaddar, vicdanı yok edilmiş, insanlıktan çıkarılmış anlamındadır” diyor. Kitabın yazarları, bu kelimeyle ilk, Kulp’taki görüşmeleri sırasında karşılaşıyor. Başta bunun yerele özgü bir tanımlama olabileceğini düşünseler de, diğer ilçelerde de karşılarına çıkınca soru işaretleri başlıyor. Kitapta bu durum şöyle anlatılıyor: “Görüşmeciler, eskerên bejik dedikleri oluşumu 1915’teki soykırım esnasında Ermeniler’in toplatılması, kafileler halinde götürülmesi, öldürülmesi ve tehcir kafilelerine dâhil olmayıp saklananların yakalanması için devletçe örgütlenen, silahlı ve maaşlı paramiliter bir yapı olarak tanımladılar.”
Bejikleri, koruculara benzetiyor anlatıcılar. Kulp’taki tanıklardan birinin “Şimdi nasıl korucular bize vuruyorsa, Bejikler de öyle. O zaman devlet onlara silah vermiş, demiş öldürün! Onlar da Filehleri (Ermenileri) öldürmüşler. Yani zaten şimdi koruculara da silah vermemişler mi? Bizi öldürmüyorlar mı?” demesi bundan. Komşularının evine saklananları bulup yok eden Bejiklerin, 1930’lara kadar jandarmadan maaş aldıkları da söyleniyor.
Askar çok büyük bir Ermeni köyüydü. Bir mezraya baskın düzenledik gece. Erkekler daha önce götürüldüğü için sadece kadın ve çocuklar vardı. Hepsini toplayıp bir uçurumun başına götürdük. Tek tek aşağıya atmaya başladık.
Kitapta tanıklıklar hem şiddetin faillerini, hem de mağdurlarını gösteriyor. İşte bunlardan ikisi:
80 yaşındaki Süleyman C. :
“Kalo Ond (Ondo dede) ömrünün sonlarına doğru geceleri uyuyamazdı, sürekli evinin etrafında dolanır, kendi kendine konuşurdu. Ben o zamanlar daha askere gitmemiştim. Merak ettim, bir gün evlerinin önünden geçerken baktım evin önündeki geniş kayanın üzerinde oturuyor. Dedim ki, ‘Kalo Ond sen niye geceleri uyuyamıyorsun?’ Kolumdan çekti ve beni yanına oturttu, yüksek bir sesle anlatmaya başladı: ‘Oğlum Firxün, zamanında ben de bir bejik idim. Bir gün bizim çeteyle Askar Köyü’ne gittik. Askar çok büyük bir Ermeni köyüydü. Bir mezraya baskın düzenledik gece. Erkekler daha önce götürüldüğü için sadece kadın ve çocuklar vardı. Hepsini toplayıp bir uçurumun başına götürdük. Tek tek aşağıya atmaya başladık. Öyle bir bağırtı ve ağlama vardı ki sesler Askar Vadisi’nden yankılanıyordu. En son onlu yaşlarında bir kız çocuğu kaldı. Kolundan tutup aşağıya atınca düşmedi ve eliyle kayanın köşesini tuttu. Ayağımla parmaklarına bastım, acıya dayanamayıp uçuruma bıraktı kendini. Bu aralar ne zaman uyumaya çalışsam, gözlerimi kapattığım anda o kız çocuğu aynı uçurumun başında ayaklarıma yapışıp beni de uçurumdan aşağıya çekiyor. O bağırışlar hep kulaklarımda.”
Dedesi Dikran’ın kurtuluş hikâyesini torunu Rabia anlatıyor:
“Bütün çocukları toplayıp kafile şeklinde Serdê’ye, Serdê’deki bir mağaranın başına götürüyorlar. Dedemi öldürmeye sıra gelmiyor. Birkaç kişi varmış önünde. Oranın ileri gelenlerinden biri geliyor ve dedemi kolundan tutup ‘komutanım bunu bana vermez misin, çoban edeyim?’ diyor. Komutan da ‘al götür’ diyor. Adam dedemi alıp götürüyor. Dedem tamamen tesadüf eseri ve komutanın iki dudağı arasındaki kelimeyle kurtuluyor”.
Kitaba da adını veren bir tanığın dediği gibi “aradan yüzyıl geçmediği sürece bu topraklardan Ermenilerin ahı kalkmaz.” Ama “pişmanlık”, “özlem” anlatan, duyulan acıyı hissedince söylenen bir “ah”ı onlar için, onlarla birlikte çekmedikçe; 100 yıl geçmesi de yetmez. Başka bir anlatımla, biz bunu yapmayı başaramazsak, Ermenilerin “ilenme”yle, “beddua”yla çekilen “ah”larının hedefi olmaya devam edeceğiz. Bu toprakların zenginliğini anlayamadan, “farklılık”larımızı yok etmeye de... Yüz Yıllık Ah! Toplumsal Hafızanın İzinde 1915 Diyarbekir kitabı bu yolda atılan iyi bir adım. Okuyup düşünün, derim.