ETHEM BARAN
İletişim Yayınları
Ethem Baran Zira adlı öykü kitabında, insanın kafasından geçenle gerçek hayatın uyuşmazlığını, zamanın çoğunlukla donduğu bozkırda bedenimizi saran acemiliği ağır ağır konuşan köyler üzerinden anlatıyor...
Tahmisim amman amman!
Bir önceki öykü kitabındaki “Ata binmiş Ali Ağa’yı tahmis” öyküsünün bitmediğini anlıyoruz ilk öyküden. Bu sefer odakları ata yönlendiriyor yazar ve olayı diğer öyküden farklı olarak düşe dayalı ilerletiyor. Ali Ağa’nın at üstünde tutturduğu Ardahan’ın Hanak yöresine ait türkü de bir ses oluyor sessizliğe. Ha işin içine bir de Kafka girmiş ki sormayın!
Edebiyat tarihçileri ya da işin ehli eleştirmenler ne der bilemem ama bu tahmis işi oldu. Hâliyle bir önceki kitapta yer alan öyküyü tekrar okudum. Şöyle bir şey diyor yazar, “Şimdi, unutulmasını istemediğim bir öykünün belli kısımlarını alarak kendi yazdıklarımla metni sürdürsem ve adını tıpkı şiir sanatında olduğu gibi filancanın filan öyküsünü tahmis desem, önce edebiyat öğretmenleri ve bu işin uzmanları karşı çıkacaklardır bana.” Diğer kitaplarda devam etmesini temenni ediyorum. Belki Kafka, Ali Ağa’yı takip eder!
“Kıymet” öyküsünde Şükrü Erbaş çıkıyor karşımıza. Onu bir öykü kahramanına çevirmek istediğini direkt söylüyor yazar. Ve Genelev Mektupları şiirini aklında olan Kıymet Abla’nın hikâyesine yedirerek devam ediyor. Niyetle gerçeklik ya da gerçeklikle hayal arasında mekik dokuyan ama öz olarak gerçek yaşamı ve özellikle de yöresel motifleri temel alan öyküde karakterlerin dipdiri olmasının altı çizilmeli. Öykü biterken amelin ne yönde olduğunu bilemiyoruz. Okuyucu olarak bize niyetin gölgesinde bir belirsizlik havası düşüyor. Özellikle şairin, Mesut (Mesut Varlık’a taksicilik yakışır mı bilmem ama onun Yozgat ağzıyla konuşması müthiş olmuş!) ve Üsyün’le birlikte şiirin okunacağı kadına giderken taksiye binmeleri ve yazarın arkada oturmuş şairi tasviri müthiş. Burada bir parantez açmak gerekir ki kitap boyunca betimlemelerin hazzı anlatılamayacak derecede güzel.
Genel olarak kitabın şarkısı nedir diye düşündüm ama bulamadım çünkü özellikle bu öyküdeki durağanlığın, zamanın donmasının bir şarkısı var mıdır bilemedim. Belki de bir Neşet bozlağında hüzünlü ve uzun saz girişi sürekli dönmeli diyebilirim, o kadar.
Bir yerde “Bir süre sonra herkes birbirine benzemeye başlamıştı çünkü; bütün evler birbirine, kadınlar birbirine. Öyle olunca yürümeler de aynıydı, durmalar da, bakmalar da,” denilince anlıyorum belki de bu kederli ıssızlığın müziksizliğini. Her şeyin birebirleştiği yerde müziğe ne hacet!
“Düşleri Fettan Güzel”de erkeklerin ıslaklık hâllerinin konu alınması bile öyküyü kalıcı kılacaktır çünkü nedendir bilmem öykülerde bu konu hep es geçiliyor. Ethem Baran belki de öykücünün aklına karpuz kabuğunu düşürüyor. Öyküyü okurken olay gözümün önünden film gibi aktı geçti.
Erkeklerin bu aşırı öznesel garip ıslaklık hâllerini, öyküden yola çıkarak taşrada bir köy hayatının şartları altında düşünelim. Yoksa şimdiki ev hâllerimizden yola çıkarak değil, asla! Şimdi neyin bir edebi, mahcubiyeti ya da mahremiyeti kaldı ki! Neyse konumuza dönelim. Yazar, öyküde uykuda başa gelen o ıslaklığı o kadar soyut anlatıyor ki yaşanan her şey gerçek ama kırılmaya çalışılan buz kadar da soyut. Düşler yine ve daha bir özel olarak fettan güzel ama bir utanma geliyor oğlanın üstüne ya, o bence artık gelmiyor; bir de kardır bu bir daha yağar diyor ya öykünün sonunda, yağmıyor artık öyle karlar!
Son üç öyküyü okurken aklıma Banu Alkan’ın ixir reklamı geldi. Reklamda “İstanbul’da yer mi kaldı ki site yapalım, arsa var mı?” lafları geçiyordu. Genel olarak yazının bir güzel yanı da şu ki, artık belki de köylerde bile nefes almaya yer kalmazken yazarların kendi köylerini (ya da yaşam alanlarını) kuruyor olmaları. Yazar, yaşadığı yerde yer kalmamış olacak ki kendi hayal köylerini kuruyor. Anlatıcı öncelikle kendi köyü olan Muratşah’ı anlatıyor. Özellikle “Kültür” kısmı şahane. Ethem Baran’ın da bu köylü olduğu iddia ediliyor ve köyün romanını yazmayan yazar olarak anılıyor. Öyküde öyle bir yer geçiyor ki insanın yazıyla derinden etkilenebileceğinin kanıtı: Uzağın gerçeği geldi ama hayali yine uzakta kaldı. Uzak yine uzak yani. Bu cümleyi yorumlamak artık size kalmış. Diğer köyümüz Dargın. Yazarın öykü kahramanlarından Minareci Mehmet’in köyü. Hatta Ethem Baran’ın Muratşahlı değil de buralı olduğuna dair söylentiler de yer alıyor. Son köyümüz ise Mürselli. Burası da yazarın başka öykü kahramanlarından Kadir Efendi’nin köyü. Yine Ethem Baran’ın buralı olduğu konusunda rivayet vardır.
Bu üç öykü aslında çok yüzeysel gibi görünen ama aslında hiç de öyle olmayan kurgu üzerine çok muzipçe inşa edilmiş metinler. Benim ilk çıkarımlarım: Mesela Yunus Emre’nin de çeşitli köyler tarafından sahiplenilmesi. Taşralı ama büyükşehirde büyümüş/ yaşayan yazarların anne ya da baba köylerince sahiplenilmede karmaşa yaşanması. Ortak noktada bir köy fikrinden genel bir izlenim yerine onların da kendi aralarındaki tatlı/ sert sürtüşmelere yer verilmesi. Ya da yazar bu öykülerde burası benim köyümdür, kalanlar da her bir öykü kahramanımın. Get işine ciğerim, benim asabımı bozma da demiş olabilir!
Ethem Baran, gerek toplumsal gerekse de yazan/ okuyanlar için kişisel eleştiriden ve hicivden kaçınmayan, bunu ustalıkla yapan birisi. Kitabın ilk öyküsünde okurlara ufak bir taş atıyor. “Arabaşı” öyküsünde ise aslında zor bir işe girişiyor yazar. Öyküye Arabaşı adının verilmesiyle öyküde işlenen Hayber Olayı ve metnin altından akan toplumsal olayın aslında bir ilgisi olabilir. Arabaşı yenilmesi çok da kolay olmayan bir yemektir. Lezzetine ve keyfine lafım yok, o ayrı. Yanlış yutulduğunda mideye oturur ve maazallah sıkıntı oluşabilir. Böyle yaklaştım ben öyküye. Tabii baya bir soyut metin. Şöyle ki Ethem Baran’ın en soyut öyküleri diyebilirim bu kitaptaki bazı öyküler için. “Arabaşı” da onlardan biri.
Gelelim “Öteki İlgililer” öyküsüne. Ben yaşanan güncel olayların edebî metinlerde işlenilmesinin zaman alacağına inananlardanım. Ama yazar, öyküde sadece olayın özünü değil parçadan tüme giderek bir ülke manzarası çıkarıyor karşımıza. Her şey çok tanıdık hem de. Okurken çoğu sözcüğün özenle seçildiği görülüyor. Öykü burada, ‘kavat’ orada deyip geçeyim anladınız siz onu!
Ethem Baran’ı okurken kendimi sadeleştirilmemiş metninden Refik Halid Karay okur gibi şanslı hissediyorum. Ama bir taraftan da üzülüyorum; Ethem Baran da çok değil otuz sene sonra anlaşılmak için tarama sözlüklerine bakılacak yazarlar arasına girecek. İmkânım olsa bir taşra arama motoru yaparım. Özellikle Ethem Baran gibi ‘anaağzının’ kelimeleriyle yazan yazarların kelimelerini bir araya toplardım ki ileri de arayan çabucak bulsun. Bu kitabında diğer kitaplarına nazaran yöresel kelimelerin sayısı çok fazla değildi. Öykülerin birinde nazal n’nin geçmesine ayrı bir tebessüm ettim.
Geçenlerde bir söyleşide Sivas filminin yönetmeni Kaan Müjdeci çok anlamlı bir noktaya değindi. Filmin oyuncusu Doğan İzci’yi Ankara’ya getirmiş yönetmen. İlk kez sinemaya götürecekmiş. Doğan İzci, Yozgat Yerköylü. Garibim kabuğunda büyümüş, hiç çıkmamış. Yönetmen, Doğan’ın konuşmasına herkesin dikkat kesilişine, onu aşağılar gibi bakmalarına şaşırdığını belirtiyor. Bunu da “dil faşizmi” olarak tanımlıyor. Hele ki İstanbul’da bu durum feci bir hâldedir. Bu konuda çokça konuşulması ve yazılması gerekiyor ama konudan çok kopmamak adına lafı kesiyorum.
“Ortada Hiçbir Neden Yokken” öyküsünde yaşlı adamın konuşması aslında yazarın geçmişe özlem manifestosu gibi de okunabilir. Bu yaşlı adamı yüzlerce sayfa konuşturabilir yazar bundan zerre şüphem yok. Birbirine benzeyerek eksilmek sanırım taşra için söyleniyor. Çünkü artık taşra, taşra değil. Köy de köy değil. İnsan hatırladıklarıyla yaşıyor gibi. Yani yaşadığı, huzur duyduğu geçmişi bulamayanlar için bir nevi şizofreni hâli söz konusudur. Merkezi, ya da oralarda yaşayan insanlardan geçip özünü arama ihtiyacı, insanın derdinin sadece kendisiyle olması durumu ve bu durumdan kimseye şikâyet etmemesi.
Zira; insanın kafasından geçenle gerçek hayatın uyuşmazlığı, zamanın çoğunlukla donduğu bozkırda bedenimizi saran acemiliği, geçmişte bir şeyler aradığı ama ne aradığının da aslında bir önemi olmadığı, aslolanın belki de sadece susup, -mış gibi yaparak tamamen düşsel bir yaşam modeline geçmeyi fısıldayan kederli bir ıssızlık toplamıdır.