KARİN KARAKAŞLI
Can Yayınları
“Bir kaldırımdı İstanbul. Önce arşınlandı, sonra kanlandı. O iki fiilin arasına kendi küçük hayatı da sığmıştı. İstanbul tedavülden kalktı.”
Önce kaldırıma ilk adımını atarsın. Nasıl bir gün bu şimdi, diyen kendi sesin eşliğinde. Günün başlayıp başlamadığına, günü başlatan şeyin ne olduğuna bile emin değilsindir ya, yürüyorsundur sadece. Çıktığın evden, indiğin arabadan, geride bıraktığın aşamadan sonra yeni bir hafıza geçmiştir devreye, gafil avlar seni. Ummadığın bir anda gelir aklına, gece yatmadan ya da sabah kalkar kalkmaz okuduğun haber. Yürürken, zihninde kıpırtısız duranlar bedeninle birlikte devinmeye başlamıştır. Duygularla birlikte hem de, kendinden bihaber duygular. Haksızlığı, yanlışı taşımak zor gelir. Daha da tuhafı, taşıdığının farkında bile değilsindir bazısını ya da hiçbirini. O haberi, o haberden öncesini, o haberle birlikte gelenleri... Bunca yük nerene, ne zaman binmiştir ki? Okudukların mı, duydukların mı müsebbib? Sana anlatanlar mı, anlatacak kimseyi bulmayışın mı? Sen neyi ne kadar önemsemiştin ilk anda? Öyle ya da böyle, yükü hissettin işte. Yük kötü. Taşıyorsun ama sırtın kambur. Taşırsın, hayat devam ediyor sonuçta. Ama yorar. Yorar çünkü yetersiz kalırsın. Bir şeyleri değiştirmek, dönüştürmek, başa sarmak, yoluna koymak için yetersiz kalırız. Hem sadece sen mi?..
Karin Karakaşlı’nın yeni kitabı Yetersiz Bakiye, bir anlamda yetersizliğimizle varoluşumuzun öykülerini bir araya getiriyor. İnsanı çevresiyle bütün ve barışık kılacak adaletin yetersizliğine bir isyan ve utanmazlığın tükenmez bakiyesinde tutunduğumuz can simitlerine sımsıkı sarılış hallerimiz. Ama öyle ya da böyle, illa ki yaşamaya devam edişimizin ve bu devamlılığın –biz yüklesek de yüklemesek de– kendi anlamını muhakkak inşa edeceğini hatırlamanın kitabı.
İstanbul’un vicdan sesiyle başlıyor ilk öykü. Daha o anda anlıyoruz ki, anlatıcımız bir değil. Anlatan bazen Karin, bazen isimsiz bir kız, bazen de hissiz olmakla suçlasak da hisleri surlarından taşıp denizini coşturan şehrin, “İstanbul” adlı kadının ta kendisi. “Bunca çağ sonunda kaçın kurası bir tevekküle sahip olduğumu düşünürler belki ya da daha beteri, hiçbir ölümün umurumda olmadığını,” diyen İstanbul Hanım sadece rol almıyor bu öykülerde, anlatıyor da bazen. Yorgun o, sanıldığı gibi suçlu değil. Müdahale hakkı sınırlanmış bir kadın; parıltısından koparılmış Tanrıça, beş ucu birden Şeytan’a satılmış Venüs gibi. Yeri geldiğinde isyan etmesi de ondan: “Ölümü benden bilirler, yaşam katlanılır olsun diye. Kaç çeşit ölümün tanığıyım bilir misiniz?” Karin yaşıyor, İstanbul yaşıyor; biri insanlığa, diğeri insanlarına yetmeye çalışıyor. Ama bakiyelerin hesabı epeydir tutulmuyor. “Aidiyetsizliklerin şehri İstanbul’da herkes kendi zamanını yaşıyordu yine.” Çünkü İstanbul çok fazla çocuğa kol kanat germeye çalışırken, hepsini birden kollayamamanın ya da içine sızmış zulüm erbaplarına ayar çekememenin dağılmışlığı ve daralmışlığında, yine de dimdik durmaya çalışıyor. Vakarından değil, merhametinden. Argos gibi, sayısızca gözü bin bilinmez köşeye çevirmeyi kendine görev bildiğinden. Vapurda bedenine nefes dolmaz, çayın tadı dilinde paslanırken, daha dün –her günün dününde hatta– katledilmiş bir canı, canları –canını ve canlarını belki– düşünürken, titrek, en iyi ihtimalle çökmüş omzuna dokunabilmek için. Argos olma çabasında, Agos’un önündeki kaldırıma yetişememenin pişmanlığında. Anne gibi, kadın gibi. Erkeğin kendine yasak bellediği dokunuşları bilgelikle, illa ki sevgiyle hissettirebilmek için
“Siz bir şehrin düşmüşlüğünü tahmin bile edemezsiniz,” derken İstanbul, herkesin içindeki şehri hatırlatıyor Karin. Bazen ışıl ışıl bir doku, bazen cıvıl cıvıl kalabalıklara yuvayken bedenimiz, nasıl da çökmüş, düşmüş bir şehre dönüşümüzü hatırlatıyor. “Paralanmışlıklarım bütünlüğümdür, çelişkilerimle mıhlarım,” derken İstanbul, hangi duygudan kendimize bir suret çıkaracağımızı bilemeyişlerimizi anlatıyor. Devletin kapamaları, canlarımızı bir bir katlederken, emsalsiz kayıpların açtığı boşlukları, sürekli, caymazcasına tekrarlanan katliamların öfkesi doldurmaya başlayınca bir süre sonra, ertesi gün yaşam çığlığını atan bir bebeğe sevinmek bile fazla geliyorsa sana... “İstersen yanımdan yürüme,” diyen Hrant Dink’in Karin’de uyandırdığı çığlığın benzerini atıyorsun içinde: “Allah sana böyle düşündürenleri kahretsin.” Bize böyle hissettirenleri kahretsin. O yüzden boşuna değil Karin’in bir öyküsünde, belki de kitabın iskeletini tutan o öyküde İstanbul’a “An-bul-ist” demesi. Soluk alabildiği yerin bütün havasını vakumlamışlar sanki. Sanki orası artık onun şehri değil. Ona ait değerlere asit dökülmüş. “Ödeyeceğin hiçbir bedelle değiştirmeyeceğin bir şeymiş ölüm,” diyor ya, İstanbul Hanım da avutamıyor uzun bir süre bu “kara kızını”. Kolları Hrant’tan geniş de olsa, saramıyor aynı, açamıyor bile o kadar. “Ölüm, elinin kiridir İstanbul’un,” diyor ya Karin, bunu İstanbul da biliyor ama, yıkayamıyor ellerini.“An-bul-ist”in, kitapta sözü edilecek en önemli öykü olduğunu söylemek haddim olmasa da, öykülerin kurgusunu, dizilişini, başlayıp bitişini kendi okurluğumda en çok onun taşıdığını söyleyebilirim. Mikail’in el vermesiyle başlıyor Karin’in başlayan ve biten, ya da bittiği yerden ağır aksak tekrar başlayan hayatın kronolojisi dağılmış öyküsü: “Ölümünü en son yaşamak isteyeceğim insan öldü.” Hayatının altı evresinde, elinden alınan Hrant. Canından edilmiş bir yaşam, ama devam ediyor. Tıpkı şehrin bozuk heceleri gibi, öykülerin de sırası başka. Sıra yok, olsa ne yazar. “... kentin adı hâlâ İstanbul’du, ne tuhaf. Oysa fethedildiğinde değişmişti adı. Çağlar boyu herkes yeniden adlandırmıştı. Şimdi kendi miladında bu şehri nasıl çağırmalı? Belabul mu mesela?” Hayat, iç yaka yaka devam ediyor; kaldırımlar arşınlanıyor, davalar görülüyor, mücadeleler sürüyor, çaylar içiliyor –bazen tatlı, bazen paslı. Belki de o yüzdendir, son hecenin “ist” oluşu ve sonunda kızın hayata ilk heceden başlamışçasına koşması. Çünkü o da birlikte yaşadığı kadın gibi, kadim anne gibi, “Kaç ölümden geçmişim de her gün yeniden doğumlarla çoğalıyorum,” diyen İstanbul gibi olmak zorunda. Hayatın bitirilişlerinden tökezlese de, başlangıçları düşünerek dikilmek zorunda. Aynı İstanbul’un dediği gibi, yola devam etmek kaçınılmazdır, “çünkü hayat durmaz, insanoğlunun içindeki saatin o anda donmuş olması bu hayatı bağlamaz.”
Sonra soluk alıyoruz yavaştan. Yaşamak için, yaşatmak için. İşte burada, hiç kaybetmediğin ve hep aradığın o Karin Karakaşlı duygusunun ufak da olsa, gereklilikten de olsa, başka türlüsü mümkün olmadığından da olsa, tebessümle ufak ufak buluşmasını gözlüyorsun. Onun yazılarındaki, öykülerindeki, dizelerindeki hınçsız öfkeyi, küfürsüz ilenmeyi, sağduyulu kızgınlığı, sessiz kararlılığı.... Hayatın rayını arayışını, yer yer buluşunu, trenle rayın yavaştan barışmasını, en azından yine işbirliği yapmasını. İstanbul’un da seni dürtmesiyle, bitenlerin yanında süren yaşamlara yeniden bakmaya başlıyorsun. Somutlukları dahilinde, soyutluklarının bile elle tutulur oluşunda, bir öykücü, bir dinleyici, bir yansıtıcı oluyorsun Karin’le birlikte. “Şehirler de un ufak olur, hatta haritadan silinirler ve nankör bellekler yaşanmamış kılar her şeyi unutuşlarda,” diye üzülen İstanbul’a sen, öykü anlatıcısı kimliğinle yardım etmeye başlıyorsun. İstanbul Hanım, sadece kendini anlatmanı da istemiyor. Bizzat kavşağı olduğu Anadolu’nun dramına, kendisini besleyen bütün köklere ve kökenlere inmeni istiyor. O da kendini, senden dinlemek istiyor. En hakiki ölümler olan Unutuşlar’ı önlemek için, belki de en çok bunun için sana, anlatıcıya, Karin’e ve diğerlerine ihtiyacı var İstanbul’un. Âşıklar var Karin’in öykülerinde, ceplerinde taşıdıkları bin konu, yüz düşünüş, birkaç düşüş ve bunları ifade edemeyişlerle âşık oluşlarını bir aşka çevirmekte zorlanan çiftler, tekler. Hayat zorlarken, sevdiğinin sana attığı can simidini göremeyenler. Bakiyenin anlık yetersizliğine aşırı takılanlar. “Baharda”da birbirini anlama sabrının taşı tek noktada bile çatlasa, ne olur ilişki, ya da ne olmaz, bunu görüyorsun. “Daha da Doğu”da bir tutamacı bırakıp diğerine, aşkın sana uzattığı yeni ele tutunmanın cesaret isteyen, gelgitli haline şahit oluyorsun. Ama sonra sokağa çıkıyorsun ve bakıyorsun bir telaş. “Çatılarda” nihayet koşuyor iki sevdicek, sevişmek üzere. Ne tuhaf ki, “sevişmek” kulaklara yabancı bir kelime, anlamıyor kimse –neyse ki, belki. Bu arada birkaç şehir ötede, kaçıyor bir genç. Aşktan mı? Kendinden mi? “Zeugma’da Tufan Günleri”, mucizelerle dolu bu topraklarda insanla mekânın birbirine duyduğu aşkın diğer resmi. Ve “Sevaçya”nın öyküsüne akıyorsun; bırak aşkı, insan gibi akmasına izin verilmemiş, varlığı dahi vergiye bağlanmış yaşamından bir kesit, bir fotoğraf gösteriyor sana. Bugüne bakan gözleri, hoyratlıkla derbeder, yine de bir savaş sonrasının durgunluğundaki İstanbul’da birbirine sarılabilen iki insanı görünce, isimler de, anılar da, hayat da devam ediyor.
Barışmak şart. Affetmek olası değil belki, ama barışın zorunlu inşasına el atmak için konuşmak, konu etmek, öyküyü var etmek şart. Anlatılmak isteneni, anlatılması gerekeni bastırmamak. Bu yüzden “Sabiha”da yazılan mektubun, yazılması da okunması da eşdeğerde. Tarihten öykü çalmak, insanın öyküsünü çalmakla bir. Yasaklanan bakış açısı, yok sayılmaktan mürekkep bir hakaretle eş. Anılar tende bile canlıyken, dilde sessiz kalmaya zorlanmaları işkencenin bir türü. Hele de, “Ölümlüler acıların çizgileriyle kaplanırken,” Sabiha “inadına parlıyor”sa; hele de bu parıltı, bir şeyleri aydınlatmaktan uzak, gözleri iyice kör edecek bir kuvvetteyse...
Ne şehir insanına küskün kalabiliyor, ne insan şehrine. “Şehir Matruşkaları”nda iki şehrin, Berlin ile İstanbul’un kesişim ve ayrışımlarında, yaşamın içinden yaşam, yaşayanın içinden yaşayan çıkaran bir gezintiye çıkıyoruz. Şimdi yaşamanın, yaşamdan yaşam üretmenin zamanı. Yaşamayı konuşma, yaşarken görme, yaşamın trabzanına asılmadan tutunma zamanı.
“İçimdeki Şarkı”nın yükselmesi de kaçınılmaz artık. “An-bul-ist”in son satırlarında ferahlıkla koşan kız kadar yükselmesek de yerden, içimizdeki şarkıyı da reddetmediğimiz an geliyor. Hayat, bir şekilde yine İstanbul’da, suçlanan ve üzgün kentle kol kola. Biraz acılı, biraz aksak da olsa yürüyoruz beraber. Sarılacak “kavak”larımız, sıcağını elimize geçirecek çay bardaklarımız, arkadaşlarına can mücadelesinden can ayıran gacılarımız, konuşmaların tuzu biberi sus’larımız, niye parladığı meçhul gözlerimiz var. Az uykudan düşmeye teşne başlarımız için yastıktan ziyade dost omuzlarla yaşıyoruz İstanbul adlı kadının, ihtişamlı hanımın büyük evinde. Bazen de koynunda. Karşılıklı düşsek de, kol kola. Bir şekilde...