Ne yapı ne yasa

Yapı-ve-Yasa

Yapı ve Yasa

DURAN EMRE KANACI

Epona Yayıncılıkk 2021 144 s.

Yirmi öykülük bu ilk kitap ortadan bir zaman çizgisiyle ayrılmış gibi okunuyor. İkileme halinde kurgulanmış öyküler "öncesi-sonrası" misali çizginin iki yanına dağılmışlar. Elbet aralara irili ufaklı yalın kılıçlar da serpiştirilmiş. Mesela buralı bir çağdaş öykü antolojisinde sırıtmayacak "Kutu." Mesela Zuhal Kuyaş polisiyeleriyle benzer atmosfere sahip "Balık Tutmak."

Psikolojik nüanslar üzerine inşa edilen anlatılardan düz polisiyeye uzanan aks fantastik ve bilimkurgu tonlarına da dokunuyor. Kitapta öyle bir karışım var ki bunu başka bir elin dökmesi mümkün değil. Bu anlamda Duran Emre Kanacı neslinin  belli başlı isimlerinden ayrışıyor. Peki, öyküleri tavsiye edilir mi? Okurun ne beklediğine göre değişir bu sorunun cevabı, fakat edebiyatı arayışla eşdeğer görenler için bu ismi takip etmek kaçınılmaz.

ÖMER ALTAN

Daha önce Parşömen Sanal Fanzin'in arkasındaki edebiyat kahramanı Onur Çalı'nın derlediği Yaz Öyküleri seçkisinde bir öyküsüne rastladığım yazarın kitabını okumak konusunda heyecanlıydım fakat kapağın ardında ne olabileceğiyle ilgili hiç tahminim yoktu. Bu nokta Kanacı için hem övgü nişanesi hem de handikap ki işin ilginci bu metin de onun öykücülük stratejisine yaklaştıramayacak sizi. Neden mi? Çünkü Kanacı teorilerle ilgilenmiyor, anlatıcılığın hakkını veren yazarları takip ediyor; kâğıt üzerinde deneyimler ortaya çıkarmaya odaklanıyor. Dolayısıyla bu kitaptan bahsederken bütünleyici bir stilden, formüllerden, genel karakterden, yazarın vazgeçilmezlerinden kelam açmak düşünülemez. Şöyle demek daha doğru: Ne önceki öykünün haberi var sonrakinden ne de sonraki hatırlıyor öncekini.

Yine de, işiniz anlatıların yapısını kavramaya dayanıyorsa zihin ister istemez eserdeki bağlantıları seçmeye başlıyor. Böylesi bir alımlayıcı okuma merceğinde ilk dikkat çeken, Kanacı'nın ikilemeli öyküleri. Neden bazı öykülere geri dönme ihtiyacı duymuş? Bunlar ne tip öyküler; ne noktada benzerlik taşıyorlar? Cevapları hemen sunmazsak bu sorular her okuru zenginleştirecektir. Küçük bir es verelim öyleyse. Yutkunalım. Göz ardı edilemeyecek gerçeğe temas edelim. Bu ikilemeler "Yapı ve Yasa" isimli eserin özgün yapısını sağlamıyorlar mı?

Yapı, Kanacı'ya özgü de; yasa nerede? Not etmemiz gereken şu: İki kavram da, yapı da yasa da sertlik içeriyor; ikisi de düzen sağlayıcı unsur. Yazarın öyküleri ise düzenden çok bilinçaltının mitolojik açılımlarıyla örülmüş. Rüyalar, daha ötesinde kabuslar, olur olmadık köşelerden taşmakta. Akışkan düşünceler, takıntılar, susmak bilmeyen iç sesler, aynalaşan bakış açıları, kutuya tıkılmaya çabalanan farkındalıklar. Adeta karanlığa daha fazla bakarsa karanlığa dönüşeceğini anlamış yazar; içerideki derinliğe karşı günlük duvarlar yükseltmeye uğraşıyor. Anlatılar ne kadar sıradan başlarsa başlasın tekinsizlik duvar kenarlarından sızarak ahtapot kollarını anlatıcıların benliğine sarmakta ısrarcı. Yasa ve yapı diyor yazar fakat o da farkında; ne yasa var ne de yapı, her şey tuzla buz. Yine de belli bir aydınlanmacı eğilime sahip çıkması gerektiğini hissedercesine şunu yazıyor: "Bacağıma saplı levhayı çıkarıp atıyorum, çantamı omzuma asıp birer ikişer toplanan araçların arasından topallayarak geçiyorum. Sokaklara kükürt serpiyorum."

Duran Emre Kanacı

"Gece" isimli ilk öyküden itibaren karanlığın figürleri kendilerini dayatmakta. Vampir istilasını sembolik nesneler göstererek engellemeye çalışan mantıkçılar gibi yazar; inanmadığı bir gerçekliğe yakasını paçasını kaptırmış. Kabullerini sağlamlaştırmak için beliren destekçi karakterler ise çoğu zaman ihanete sürükleniyor; kimse teskin edemiyor, herkes şüpheli, atmosfer daima tekinsiz, anlatıcı kayıp ve genleşen boşlukta giderek yalnızlaşıyor.

"Hapşırıyorum. Genzim yanıyor. Gözlerimi açıyorum. O zaman gece lambasının ışığında bir el yüzüme yaklaşıyor. Fıs fıs. Açık tutmaya çabaladığım gözlerim başımdan içeri kayıp gidiyor."

Kolaylıkla beş öykü eksiltilebilecek bir kitap bu. Kimi öyküler geri kalan mahsulün yanında zayıf. Bakış açıları üzerinde kendi yolunu açan "Rüzgâr" bunlardan biri değil elbet. Çok sağlam bir tematik altyapıyı naifçe işleyen "Pendname" ise hiç değil. İlk kitap olması sebebiyle belli ki içerik Kanacı'nın gelişimiyle başa baş vites büyütmüş. Yanisi şu ki yazarın öykücülüğü adım adım büyümemiş, sıçramalarla devleşmiş. Dolayısıyla kimi ürünler yenilerin gölgesinde silikleşmeye mahkûm. Diğer yöne bakarsak, nereye gidiyor bu gelişim? Belli ki bir romana. Kanacı roman yazmaya mecbur. Bu kitap dahi birbirini teğetleyen motiflerle ve ikilemeli öykü evrenleriyle, simetri duygusuna dayanmasıyla, yapı takıntısıyla çoğu standart öykü kitabını aşan bütünselliğe sahip. Hal böyleyken, yazarın daha fazlasına çekildiğini görmek bilicilik gerektirmiyor.

Toprağa bağlı olanla modern şehir hayatı çarpıştıkça bilinçaltında gedikler açılıyor. Yazar meslektaşlarının bakmadığı noktalardan alamıyor kendini. Tarihin hatta tarihöncesinin anlatı biçimlerini sentezleme çabasında. Bilimselliğin çekip çevirdiği çağdaş dünyanın ilkel itkilerini sahiplenmeyi de içeren iddiası korkutucu. Yazar zorlandıkça üslubu canavarlaşıyor. Ne varsa ne varsa hepsini yutup sindiriyor. Çelişkilerle örüntülenen bu varoluşun tek panzehiri daha üst ve daha kompleks sentezler diyor adeta. Ölçülemeyenler gaybın sesiyle konuştukça Kanacı düzenleyici kuvvetlerini çağırıp geçiyor sayfanın başına. Sembolik işaretlerle kaosa düzen üflemeyi başarıyor. Fakat işte içinde bir endişe var. Ne yazık ki irkilten soluklar her seferinde geri dönüyor.