IRMGARD KEUN
çev. Nilay Kaya İletişim Yayınları 2018 164 s.
Irmgard Keun geleneksel cinsiyet rollerini reddeden, ataerkil sistemi eleştiren, aşk ve hayat karşısında daha modern ve “kentli” tavırlar sergileyen, “umut ve umutsuzluk arasında gidip gelen” genç kadınları yazar. Ancak ülkedeki düzenli bir ekonomik hayat, gelişmiş ve genişlemiş özgürlükler hayalleri Nazilerin hızlı yükselişiyle son bulur...
Geride bıraktığımız yüzyılın ilk yarısında yazdığı kitaplarla kısa sürede öne çıkan yazarlardan biri olan, ancak Nazilerin baskılarıyla edebiyat dünyasından giderek uzaklaşmak zorunda kalan ve unutulan Irmgard Keun (1905-1982) Berlin’de doğar, sekiz yaşındayken ailesiyle Köln’e taşınır. Orta sınıf olanaklarıyla aile I. Dünya Savaşı’nın yokluklarından pek etkilenmez. Liseyi bitirdikten sonra daktilo ve steno eğitimi alır ve meslek sahibi olur. Ancak onun aklı tiyatrodadır ve bir oyunculuk okuluna girer. İki yıl kadar okula devam eden, ancak oyunculuktan ve bir taşra olarak gördüğü Köln’den sıkılan Keun yazmaya başlar. 1929’da Berlin’e gider. 1932’de ilk romanı Gilgi İçimizden Biri’ni yayınlar; bunu Yalancı İpek Kız izler. Eserleri edebiyat çevreleri ve okuyucunun beğenisini kazanır. Gilgi sinemaya uyarlanır.
Yalancı İpek Kız’ın çevirmeni Nilay Kara’nın kitabın önsözünde yazdıklarından birkaç satır aktaralım:
“1918’de Weimar Cumhuriyeti Alman tarihinde ilk kez, oy hakkı da dahil olmak üzere kadınlara eşitlikçi haklar tanımıştı. Çok sayıda kadın… kamusal alandaki yerini yeniden düzenlemek için harekete geçmiş, aktif siyaset içinde de rol almaya başlamıştı. 1860’lardan beri gelişmekte olan bu ‘yeni kadın hareketi’ artık kadınların siyasi, toplumsal ve kültürel düzlemde daha özgür ve yenilikçi olmasına imkân veriyordu.”
Keun romanlarında bu atmosfer içinde geleneksel cinsiyet rollerini reddeden, ataerkil sistemi eleştiren, aşk ve hayat karşısında daha modern ve “kentli” tavırlar sergileyen, “umut ve umutsuzluk arasında gidip gelen” genç kadınları yazar. Ancak ülkedeki düzenli bir ekonomik hayat, gelişmiş ve genişlemiş özgürlükler hayalleri Nazilerin hızlı yükselişiyle son bulur. Avangard sanatçıların buluştuğu kafe ve kulüpler, alt kültürlerin kendilerini ifade edebildiği kabareler ve tiyatrolar, sinemanın unutulmaz filmlerinin gösterildiği salonlar hızla Nazi dünya görüşüne uygun yerler haline getirilir.
Doğal olarak Keun’un kitapları da yasaklanır. Fakat, birçok yazar gibi o hemen Almanya’yı terk etmez. Hatta kitaplarını toplattıkları için gelirlerinden yoksun kaldığı iddiasıyla Nazileri mahkemeye bile verir! Sonunda Gestapo’nun baskılarından uzaklaşmak için Belçika’ya iltica eder ve sürgündeki yazarlar arasına katılır. 1940 yılında, bir İngiliz gazetesinde, sürgün yıllarını değişik ülkelerde geçiren Keun’un intihar ettiği haberi yayınlanır. Bu haber sayesinde sahte kimlikle Almanya’ya döner ve gözlerden uzak bir yaşam sürdürür. Savaştan sonra yazdığı romanlar ilgi görmez ve son yıllarını alkolizmin pençesinde, yoksulluk içerisinde geçirir. 1966’dan 1972’ye kadar Bonn Devlet Hastanesi’nin psikiyatri kliniğinde tedavi görür. Bu karanlık yıllar 1977’de Sterndergisinde yayımlanan bir yazıyla birlikte değişir. Bir kez daha keşfedilen romanlarından gelen paralarla yaşam şartları biraz daha iyileşir ve Keun 1982 yılında yaşama veda eder.
Yalancı İpek Kız genç bir kızın öyküsüdür. Almanya’nın bir taşra şehrinde yaşayan Doris gündüzleri bir avukatlık bürosunda sekreterlik yapmakta, akşamları da kafelerde vakit geçirmektedir. Yoksul bir ailenin kızıdır, kısıtlı kazancının büyük bir kısmını işsiz ve hep öyle kalacak olan babası almaktadır. Annesi ise bir tiyatronun vestiyerinde çalışmaktadır. Genç kız zaman zaman kendisini bir film yıldızı olarak hayal eder. Yaşadıklarını yazmaya karar verdikten sonra bu hayalini şu şekilde ifade eder:
“Film gibi yazmak istiyorum, çünkü hayatım böyle, daha neler olacak kim bilir? (…) sonradan yazdıklarım okunduğunda her şey bir film gibi gözüksün – kendimi beyazperdede görüyorum. (…) Bir yıldız olacağım ve yaptığım her şey doğru olacak. Artık ne söylediğime, ne yaptığıma dikkat etmek zorunda kalmayacağım. Hesapsız kitapsız, –sarhoş olacağım sadece– artık hiçbir şey gelemez başıma, ne zarar görme, aşağılanma, çünkü bir yıldızım ben…”
Fakat gerçek çok farklıdır. Çirkin teklifler yapan patronunu tersleyince işini kaybeder. Ayrılırken aldığı seksen markın altmışını annesine verip yirmisini de kendine ayırır. Bir geleceği olmadan otururken kendisine şu soruyu sorar: “Bu acil durumlarda benim erkeğim nerede?” Ama yaşanan şu korkunç günlerde, ahlaksızlık her yerde kol gezerken dürüst birini bulmak da kolay değildir!
Doris bir süre sonra tiyatroda çalışan annesinin çabalarıyla figüran olarak işe girer. Ona diğer kızlarla birlikte küçük bir rol verirler. Sadece “sahneden şöyle bir geçiverecektir”. Lakin iş arkadaşları onu soğuk karşılar, kimse onunla konuşmaz. Zaten tiyatroda konservatuar mezunlarıyla oyunculuk kurslarından gelenler arasında gizli veya açık bir çatışma vardır. Doris çevresinin ilgisini çekmek için bir yalan uydurur ve herkesi tiyatro müdürünün sevgilisi olduğuna inandırır. Bunun faydasını da görür, bir anda kendisiyle arkadaş olmak isteyenler çoğalır. Ardından hileyle çok küçük bir rol kapar. Sadece çadırın içinden çıkıp, “teyze gidiyorlar”diyecektir. Bu küçük rolü beğenilir ve kendisiyle görüşen müdür onu parasız olarak tiyatro okuluna alır. Artık tiyatroda yolu açıktır.
Irmgard Keun, 1980'lerin başında...
Lakin o günlerde beklemediği iki olay olur. Unutamadığı ilk sevgilisi Hubart onu arar ve buluşmaya karar verirler. Ardından, “Onun karşısına nasıl böyle eski bir yağmurlukla çıkabilirim?” diye düşünürken, annesinin çalıştığı vestiyerde güzel bir kürk manto görür ve yağmurluğunu çıkarıp kürkü giyer. Doris için giyim kuşam çok önemlidir. Annesinin perdelik kumaştan diktiği ve arkadaşlarının alay ettiği okul elbisesini unutmamaktadır. Maaşını alır almaz babasına para verdikten sonra ilk yaptığı son kuruşuna kadar giyim kuşam alışverişidir. “Bamberg ipeğinden beş tane iç gömleği, timsah aplikeli hakiki deriden bir el çantası, küçük bir keçe şapka ve kertenkele derisinden bir çift ayakkabısı” olduğu zaman mutlu olur. Hatta barın birinde bir tekstil firması sahibiyle tanıştığı zaman onun elbise meselesini halledebileceğini düşünür. Ama ne yazık ki adamın işleri iyi gitmemektedir. Doris çaldığı kürkle o gece güzel görünmüştür ama bir yandan da korkmaya başlar; onun çaldığı anlaşılınca başı belaya girecektir. Paniğe kapılır ve kaçmaya karar verir. Berlin’e gidecek ve izini kaybedecektir!
Cebinde tek bir adres ve 90 markla şehre ulaşan Doris bir anda gördükleriyle “sarhoş olur”. Dev, ışıltılı reklam panoları; şık erkekler; kürk mantolu, uzun düzgün bacaklı kadınlar; “kızaklara bağlanmış, ışıltılı tabut gibi metro”; içlerine giyecek atletleri bile olmayan işsiz güçsüzler onu şaşkınlığa sürükler. Bir de ayağının tozuyla “barış” diye slogan atan büyük bir kalabalığa rastlar; o da içlerine karışır, hatta slogan atar. İnsanlar dağılmaya başlayınca “içinde güçlü düşünceler yükselmeye başlar, siyaset hakkında bilgi edinmek (…) için derin bir istek duyar”. Ancak sıkıcı bulduğu için gazete bile okumamaktadır. “Tek çare” diye düşünür, “birisinin bana bütün bunları anlatması gerek.” Bu umutla gösteride tanıştığı bir adamla kahveye gider ve siyaset hakkında sorular sorar. Örneğin Fransızlarla Yahudilerin aynı olup olmadığını, neden bir “ırk” olarak görüldüklerini ve nasyonalistlerin neden “kan meselesi” yüzünden onları sevmediklerini bilmek istemektedir.Ayrıca bir başka meselesi de bütün bunları konuştuğu için başına bir şey gelip gelmeyeceğidir: “Siyasi bir suikasta kurban gidebilir miyim?”
Ancak adam siyaset filan konuşmaz, niyeti başkadır; o da “tüyer”. Berlin’e varınca yanlarına gittiği ahbabının arkadaşı Magrette, Doris’i eski iş arkadaşı Tilli’ye gönderir, kocası şehir dışında olduğu için boş odasını ona verir. Tilli de onun gibi yıldız olmak istemektedir. O da dener fakat başaramaz. Ahlaksızlıklardan bıkmış, imparatorluğun mutlu günlerini özleyen bir yazarla tanışır. Adam Doris’ten etkilendiğini söyler, onu evine davet eder. Varlıklı bir adamdır, iki üç gün kadar burada kalır. Ancak bu zaman zarfında muhafazakâr yazarın asıl amacının karısının olmadığı günleri değerlendirmek olduğu açığa çıkınca, Doris ustaca oradan “sıvışır”.
Ardından zengin bir adamla “genç ve tembel” bir kadının çocuklarına bakmaya başlar ve sık sık başına geldiği gibi adam ona metresi olmasını teklif eder. Kabul eder gibi olur ama adamın yakışıklı arkadaşına âşık olur. Yakışıklı adam gevezedir ve yaşadıklarını işverenine anlatır. O da Doris’i çağırıp “Siz uygunsuz bir kadınsınız” der ve işten çıkarır. O da kalan son parasıyla “yumuşak ve ağırbaşlı bir havası olan, pileli, bal sarısı bir elbise” alıp yıldız adayı arkadaşı Tilli’ye döner. Tilli’nin apartmanındaki komşulardan biri pezevenktir ve çalıştırdığı dört kadını dövmektedir. Bazen gürültüden çatı bile çökecekmiş gibi olur! Doris ve Tilli günün birinde onun kızlarından biri gibi olmaktan korkarlar. İkisi de meteliğe kurşun attıkları gibi, Doris bir de kaçaktır. Bu günlerden birinde telefon çalar ve ona âşık olduğunu söyleyen bir adam görüşmek ister. Zengin bir adamdır, onu şık yerlere götürür ve alışveriş ederler. Doris, Berlin’i böyle yaşamayı sever.
Karl Holz, Berliner Strassenszene, 1920-1923.
Berlin günlerinde taşralı kızın farkına vardığı bir başka konu da birçok şeyi bilmediğidir. Satranç oyununun adını bile bilmez: “Siyah beyaz karelerden oluşan bir tahtanın üzerinde oynanıyor.” Fransız milli marşı “La Marseillaise”i Fransızca bir şarkı zanneder. Tanıştığı bir sosyalist onu kulübe davet eder, burası işçilerin geldiği bir kulüptür. Üçüncü kattaki iki odanın duvarlarındaki raflarda bir sürü kitap vardır ve eciş bücüş harflerle Yahudi dilinde bir şeyler yazmaktadır. Else adlı bir kızla sohbet eder, ancak o hiçbir şey anlamaz ve uyuklar. Birden bir gürültü kopar, “odada bir anda on tane yağmurluklu adam belirir ve ortalığı birbirine katıp” giderler. Doris “yine siyasetle ilgili bir mesele” der ve ardından kendine sorar: “Neydi şimdi bu olanlar?”
Bir süre sonra Doris bir kez daha parasız ve işsizdir. Yılbaşı da gelmiştir. Ertesi gün restoranlarda satmak için nasıl çiçek alacağını düşünürken bir adamla tanışır, adam onu evine davet eder. Güzel bir eve giderler. Adam “Burada olduğunuz için çok memnunum” der, “daha doğrusu herhangi birisi burada olduğu için”. Ernstel isimli reklamcı bir süre önce çok sevdiği karısı tarafından terk edilmiştir. Sürekli onu düşünmekte ve ondan söz etmektedir. Kendisini dinleyecek birine ihtiyacı vardır. Başlarda kendisine diğer erkekler gibi yaklaşmayan bu adan Doris’i şaşırtsa da ona alışır. Ernstel’in evine yerleşir. Kısa sürede evin bütün işlerini yapmaya başlar ve bunu sever. Adam onu kanatları altına almıştır. Hatta kürkü iade etmesi için onu ikna eder. Günler böyle akıp giderken postacı bir mektup getirir. Mektup Ernstel’e gelmiştir ama Doris merak edip zarfı açar. Şaşırır, devamlı olarak kendisinden söz edilen kadın, kocasına onu hâlâ sevdiğini söylemekte, ondan mektup beklemektedir. Doris mektubu saklar. Ancak ilerleyen günlerde adamın anlatmayı sürdürdüğünü, hatta yatakta beraberlerken ona karısının ismiyle hitap ettiğini görünce, “gizlice bavulunu alır ve kapının önüne koyar”. Bu arada sakladığı mektubu da çıkarıp görünen bir yere koymayı ihmal etmez. Evden çıkar. Mutsuzdur, giderek daha çok bağlandığı sevdiği bir adamdan ayrılıyordur ama doğrusu da budur. Adam onu sevmektedir. Bir kez daha sokaklardadır. Yarın bir kez daha bir şey olsun diye bekleyecektir. Zaten o sadece ezeli bir bekleme salonunun kızıdır.
•