15. yüzyıl Katalan edebiyatından bir Osmanlı öyküsü

Yakub-Çelebi

Yakub Çelebi’nin Öyküsü

JUAN CARLOS BAYO

çev. Mehmet Sait Şener İletişim Yayınları 2015 132 s.

Juan Carlos Bayo’nun Avrupa edebiyatında Türk imgesi ve şarkiyatçılık tartışmalarına yeni bir bakış açısı getiren önsözüyle zenginleşen Yakup Çelebi’nin Öyküsü  kurmaca bir metin olmakla birlikte, Yakub Çelebi, I. Murad, I. Bayezid, Çandarlı Ali Paşa ve Lazar Hrebeljanovic gibi gerçek kişilerin yer aldığı bir kısa öykü olarak edebiyat tarihine geçmeyi başarmış nadir eserlerden biridir.

AHMET EKEN 

Babası Ertuğrul Gazi’nin ölümünden sonra Osmanlı tahtına geçen Murad Bey’in (1362-1389) ilk evladı olan Yakub Çelebi yirmi iki yaşında, yakışıklı, zarif, bonkör “bir beye yaraşır şekilde” boş zamanlarında avlanmayı seven bir gençtir. İlk oğlu olduğu için babası onu yanından ayırmamış, Bursa’da sarayda beraber yaşamaktadırlar. Murad Bey’in İşa Çelebiye adında genç bir eşi vardır ve kadın “eşraftan bir hanıma yaraşır şekilde sürekli eğlenceler ve şenlikler” peşindedir. İşa Çelebiye genç şehzadeye de çok düşkündür. “Her gün yanına çağırtıp getirtir… Yarım saatliğine bile huzurunda olmayıversin, derhal kendisini” davet eder.

Günlerden bir gün, İşa Çelebiye odasında yalnız olduklarını görünce, “aşka yenik düşmüş biri olarak” ayağa kalkıp kollarını açarak üvey oğluna sıkıca sarılır ve “Ah yaren, arzumu yerine getirmezsen ben helak olurum” diyerek onu öper. Yakub Çelebi kadının bu hareketi karşısında şaşırdıysa da, soğukkanlılığını muhafaza eder ve hoş sözler söyleyerek odadan, ardından da saraydan ayrılır. Yakub Çelebi, Murad Bey’in valisi ve başveziri olan muteber Ali Paşa’nın oğlu olan ve babasıyla aynı ismi taşıyan Ali Paşa’nın yakın dostudur. İki dost sabah erken uyanıp ava çıkarlar. Ertesi gün de aynısını yapacaklardır. “Yakub Çelebi çılgın ve edepsiz olduğunu düşündüğü analığından uzaklaşmak (…) babasının namusunu korumak için mümkün olduğunca uzaklaşarak göz önünde bulunmamaya” çalışır.

Ancak Çelebi’nin kendisinden uzaklaştığını gören kadın bu duruma katlanamaz ve hastalanır. Gelen hekimler derdine bir türlü deva bulamazlar. Kocası çok sevdiği kadının bu hali karşısında ne yapacağını bilemez haldedir ve beylikteki doktorların çaresiz kaldığını görünce Bizans imparatoruna ve Venedik balyosuna elçiler göndererek, “Ellerinde iyi bir hekim varsa bir an evvel kendisine göndermelerini” ister. Çare bulduğu takdirde alacağı mükâfat çok büyük olacaktır. Venedik balyosu hemen Venedik’e bir gemi gönderir ve Murad Bey’in isteğini duyurur. Birçok ünlü hekim Bursa’ya gelir, ama pek çok kez muayene ettikleri, idrarını inceledikleri halde bir türlü kadının hastalığını anlayamazlar. Sonunda hekimler Murad Bey’e, “Beyim, bu âlemde bizim ona sunabileceğimiz bir deva yok” derler. Kadınsa istediğini elde edemediği için ölümden başka bir şey istememektedir. Yemeden içmeden kesilmiş bir halde yatmaktadır. Hekimler arasında, adına Rumca Kir Moşe dedikleri, açıkgöz, kıvrak zekâlı ve işini bilen bir Yahudi vardır. “İşa Çelebiye’nin yanına vararak ona bakıp, idrarını bir, iki ve üç kez tahlil edip hastalığının ne olduğunu bilemeyince düşünür ve âlemde bu kadının derdini en iyi kendisinin bilebileceğine kanaat getirir.” Sonunda odasına gidip “ağzını aramaya” karar verir. Sohbetiyle kadının güvenini kazanan hekime İşa Çelebiye sonunda derdini itiraf eder: Üvey oğlu Yakub Çelebi’den murad almak istemekte ama arzusu sonuçsuz kalmaktadır. Bunu duyan Kir Moşe, “Hanımım, doğrusu metin olunuz, pekâlâ kısa zamanda arzunuzu yerine getiren ben olacağım” der.

Hekimin bu sözleri üzerine kadın kendisine gelmeye başlar ve Kir Moşe’ye altın ve gümüş verilmesini emreder. Kadının iyileşmeye başladığını öğrenen Murad Bey de çok sevinir ve hekimi büyük bir servet sahibi yapar. Ancak hekimin işi henüz bitmemiştir. En kısa zamanda Yakub Çelebi ile dostluk kurar ve buna güvenerek konuyu açar. Kir Moşe’nin amacını öğrenen Yakub Çelebi’nin cevabı çok sert olur, “Defol, yıkıl karşımdan ve bir daha da gözüme görünme” diyerek yanından kovar. Saraya dönen hekim durumu İşa Çelebiye’ye anlatır. Bu arada aklına bu durumdan kurtulmak için yeni bir fikir gelmiştir: Yakub Çelebi’yi öldürtmek!

Bu düşüncesini kadına açar. Bu şekilde kalbindeki aşkın kaybolacağına ve iyileşeceğine onu ikna eder. Sıra Murad Bey’i kandırmaya gelmiştir. Meçhul yazarın ifadesiyle “hain ve fesat Yahudi” onu da kandırır. Murad Bey kararını uygulaması için vali Muteber Ali Paşa’yı görevlendirir. Her ne kadar emri duyduğunda altüst olsa da, vali, Murad Bey’in istediğini yapmak için Yakub Çelebi’nin kaldığı oğlunun evine gider. Onu oğlu karşılar ve babasının geliş amacını öğrenince itiraz eder ve biraz düşünüp ona bir geyik avlamasını ve Yakub Çelebi’nin ciğeri yerine hayvanın ciğerini götürmesini söyler. Onlar da derhal beylik topraklarından uzaklaşacak, böylece Yakub Çelebi’nin hayatı da kurtulmuş olacaktır. Vali Muteber Ali Paşa oğlunun dediklerini hemen yapar ve haberi Murad Bey’e verir. Olanları duyan İşa Çelebiye kısa süre sonra iyileşir, Kir Moşe ise başhekim olur.

Yakub Çelebi ve Ali Paşa’ya gelince… Birlikte süratle Bursa’dan ayrılmışlar, önce Palatya (antik Milet şehri civarı, Balat) ardından da Setalya (Antalya) yolunu tutmuşlardır. O dönemde bu bölgeler henüz Osmanlı toprağı değildir. Amaçları kimse tarafından tanınmayacakları Suriye’ye gitmektir. Balıkesir civarında çok sık bir ağaçlıkta karşılarına haydutlar çıkar ve gömlekleri dışında her şeylerini çalarlar. Yakub Çelebi ve Ali Paşa canlarını zor kurtarır. “Yayan devam ettikleri yolculuklarında, yerleşim yerlerinden geçerken tanrı aşkına dilenerek” karınlarını doyururlar. Palatya’da yaşlı bir kadın onları misafir eder, ancak Ali Paşa dilenmeyi sürdürür ve çok para toplar. Bu parayla hemen kendilerine pamuklu birer elbise alırlar. “Asil soydan geldiklerini hal ve hareketleriyle ortaya koyarak şehirde dolaşıp beyin sarayında” eğlenirler. Yiğitlerle beraber talim yapan iki genç kısa süre içinde ustalıklarıyla dikkati çekerler. Sonunda onların varlığından bey de haberdar olur ve görmek için huzura getirilmelerini emreder. Bey onlara hangi memleketten geldiklerini sorar ama onlar bu soruyu cevaplamayıp yalnızca “Biz bahtımızın peşinde dünyayı dolaşan kişileriz” derler. Bu sözleri duyan Palatya Beyi onların nezaket, tedbir ve mükemmellik dolu sözlerini çok beğenir ve sarayında misafir olmalarını rica eder. Yakub Çelebi yola devam etmek istediklerini, kalamayacaklarını söyler. Bunun üzerine bey de birkaç gün içinde kızını eş olarak almaya gelecek damadını beklediğini ve onlara güzel bir şenlik tertip etmeyi arzuladıklarını, “kalırlarsa şenliğe renk katıp tüm sarayı hoşnut edeceklerini” belirterek, “hiç değilse biraz daha kalabilirsiniz” der.

Yakub Çelebi ve Ali Paşa şenliğin bitimine kadar kalmayı kabul ederler. Bey de hemen onları mükâfatlandırır. Bu arada ne beyin ne de gençlerin bildiği bir başka olay daha yaşanmaktadır. Yakub Çelebi, Palatya Beyi’nin kızı Nergis’in aklını başından almış, kız Çelebi’ye âşık olmuştur. Hizmetçisiyle yolladığı hediyelere birbirinden güzel sözlerle cevap alınca da “aşkı ikiye katlanmış”, ondan murad almaya karar vermiştir. Ancak müstakbel damat Setalya (Antalya) Beyi de yoldadır!

Nergis, Setalya Beyi ile nişanlanalı altı ay olmuştur. Geleneğe göre şimdi gelip müstakbel karısını alacak ve şenliklerden sonra memleketine götürecektir. Ama artık kızın arzusu bu yönde değildir. O Yakub Çelebi’yi arzulamaktadır. Şenlikler boyunca bir kez daha Yakub Çelebi ile Ali Paşa’nın sergiledikleri kahramanlıkları seyrederken bir yandan da “Yakub Çelebi ile nasıl buluşabileceğini düşünür”. Sonunda aklına annesinin mezarının bulunduğu yer gelir. Hemen “döşek, çarşaf, ekmek, et, arpa, saman ve bir insanla binek için gerekli olan tüm erzakı üç katıra yükleterek, hizmetçisine bunları alıp onca sevdiği beyine gitmesini, ardından annesinin mezarının bulunduğu kuleye (türbe) gitmelerini” söyler. Yakub Çelebi ve Ali Paşa’yı bulan hizmetçi denileni yapar ve onları Nergis’in söylediği yere götürür. Bu arada gelini Setalya’ya götürecek alay hazırlanmış, yola çıkmak için emir beklemektedir. Nihayet Nergis’in de gelmesiyle yola çıkarlar. Ancak Nergis, Setalya Beyi’ne memleketinden ayrılmadan önce yol üzerinde bulunan annesinin mezarını ziyaret etmek istediğini söyler.

Kuleye yaklaştıklarında Nergis hizmetçisiyle alaydan ayrılıp kuleye gelir ve iki sevgili sonunda kavuşurlar. Öylesine mutludurlar ki, “birbirlerine sarılı halde düşüp bayılırlar”. Durumun giderek karıştığını gören Ali Paşa hemen bir plan yapar. Önce Nergis’i soyarlar, “ardından Ali Paşa kızın giysilerini giyerek takılarını takınır ve yüzünü örter”. Memleketin âdeti böyledir. Tüm kadınlar yüzleri örtülü gezer ve hiçbir erkek kendilerini görüp tanıyamaz. Bundan sonra da hizmetçi kıza şöyle der: “Yanı başımdan ayrılma ve eğer birileri benimle konuşmak için yanaşırsa bir mazeret bul.” Bu halde alaya geri dönen Ali Paşa yani sahte Nergis sorulan hiçbir soruyu cevaplamaz. Yerine hep hizmetçi konuşur.

Antalya’ya ulaştıklarında yeni bir şenlikle karşılaşırlar. Halk beylerinin bu mutlu gününü kutlamaktadır. Hizmetçi Nergis kılığına girmiş Ali Paşa’nın çok yorgun olduğunu söyleyip onu hemen odasına çıkarır, ancak yalnız kalamazlar. Âdet gereği Setalya Beyi’nin kız kardeşi yengesiyle beraber olacaktır. Kısa bir süre sonra hizmetçi kızla yalnız kalan Ali Paşa kaçma planları yaparken içeri bir kez daha beyin kız kardeşi girer. Hizmetçi kız derhal duruma el koyar ve kıza gürültü yapmamasını, Nergis’in uyuduğunu söyler. Bunun üzerine kız soyunup sahte Nergis’in yatağına girer. Girer ama bu arada Ali Paşa’nın kanı kaynamaya başlamıştır. Sonunda “kendini tutamaz hale gelir ve sarılıp öpmeye başlar…” Ali Paşa yapacağını yaptıktan sonra kıza, “Ben derhal gidiyorum… Benimle gelmek istiyorsanız gelin” der. Kız bu teklifi hemen kabul eder, çünkü “olanlardan memnundur ve pişman değildir”. Hepsi birden gizlice saraydan ayrılırlar.

Kuleye, Nergis’le Yakub Çelebi’nin yanına dönen Ali Paşa ve beyin kız kardeşi durumu bir kez daha gözden geçirirler. Buradan ayrılıp “Murad’ın memleketine, yani kendi memleketlerine, Bursa şehrine gitmeye karar verirler” ve yola çıkarlar. Yolda Yakub Çelebi ve Ali Paşa gerçek kimliklerini açıklarlar. Eşlerinin iki Osmanlı asilzadesi olduğunu öğrenen kızlar önce çok şaşırırlar ama kısa süre sonra şaşkınlık yerini sevince bırakır. On dört ay yedi gün sonra Bursa’ya dönen gençler önce vali ve Ali Paşa’nın babası olan Muteber Ali Paşa’nın evine giderler. Oğlunu ve oğlu gibi sevdiği Yakub Çelebi’yi karşısında gören vali çok sevinir ve koşarak Murad Bey’in sarayına gider ve haberi verir. Çok sevinen Murad Bey hemen valinin evine gelip oğluna sarılır… Bu arada bütün bu maceranın yaşanmasına sebep olan İşa Çelebiye ölmüş, hekim Kir Moşe ise Sakız Adası’na kaçmıştır. Kısaca ortalıkta fesat çıkaracak birileri yoktur.

Kosova Savaşı, Adam Stefanović, 1870.

Bu güzel günler çok sürmez. Önce vali Muteber Ali Paşa vefat eder. Murad Bey yerine oğul Ali Paşa’yı vali olarak görevlendirir. Günün birinde hepsi bir arada, Bursa şehrinde şenlik, zevk ve sefahat içindeyken, Rumeli tarafından Hıristiyan Bulgarların saldırıp yağma yaptıkları haberi gelir. Bunu duyan Murad Bey derhal çağrıda bulunup ülkesindeki tüm beylerin ordularıyla birlikte Bursa’ya gelmelerini ister. Bunların içerisinde yazarın gayri meşru olarak nitelendirdiği oğlu Bayezid Bey de vardır. Bursa’da Murad Bey’in komutası altında toplanan ordu Rumeli’ye geçer ve düşman ordusunun karşısına çıkar. Murad Bey’in barış teklifini Sırp prensi Lazar reddeder ve iki ordu savaşmaya başlar. Savaşın sonlarında bir Macar şövalye elindeki mızrakla Murad Bey’i ağır yaralar ve Murad Bey götürüldüğü çadırında ölür. Bunun üzerine Bayezid Bey, Yakub Çelebi’ye ve diğer beylere haber salar. Hepsi artık ölmüş olan Murad Bey’i görmeye gelir ve “kendisi bey olabilmek için kardeşi Yakub Çelebi’yi öldürür”.

Yazar öyküsünü bitirirken tüm ülkede bey olarak Bayezid Bey’in hüküm sürdüğünü ifade eder. Yakub Çelebi’den esinlenmiş olan bu anonim öykü tarihî ve kurgusal unsurların harmanlandığı bir eser olarak kabul edilmektedir. Juan Carlos Bayo, Yakub Çelebi’nin Öyküsü için kaleme aldığı uzun önsözde “yazıldığı dönemin Türk dünyası hakkında bu çapta bilgiye sahip başka bir kurgu eser bulunmadığı için Ortaçağ Katalan edebiyatında eşsiz bir yer tutmaktadır” demekte. Yine aynı yazıdan öğreniyoruz ki, “Yakub Çelebi’nin Öyküsü’nün yazıldığı tarih takriben 1400 yılı civarıdır. Muhtemelen uzun süre Türkiye’de yaşamış, geleneklerine yabancı olmayan, Anadolu coğrafyasını bilen bir yazarın kaleminden çıkan öykü, ayrıca Kosova Savaşı’ndan (1389) söz eden ilk eserlerden biridir.

Kitapta yer alan birçok ayrıntı diğer kaynakların verdiği bilgilerle örtüşmektedir. Son olarak, nedense yazar daha sonra “Yıldırım” lakabını alacak olan Bayezid’i sevmiyor gibidir ve hakkında “hain” gibi hoş olmayan sıfatlar kullanmıştır. Ancak neden Bayezid’e düşman olduğunu biz hiçbir zaman bilemeyeceğiz!