Şakası yok!

Veba-yılı-günlüğü

Veba Yılı Günlüğü

DANIEL DEFOE

çev. İris Kantemir Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi 2016 265 s.

Veba Yılı Günlüğü'nü 1722 yılında takma isimle yayınlayan Daniel Defoe, salgının hüküm sürdüğü 1665 yılında henüz beş yaşındadır. Sonuçta tarihi bir romandır yazdığı: Yazar/anlatıcı sık sık şehri dolaşır, olan biteni yerinde izler, notlar alır. Sık sık dehşet verici sahnelere tanık olur; korkudan çıldıranları ölülerin üst üste defnedildiği, hızla dolan çukurlar… Yoksul insanların mezarcılık, hasta evlerinde bekçilik hatta bakıcılık gibi çok tehlikeli işlerde nasıl çalıştırıldıklarını görür.

AHMET EKEN

Günümüzde artık bir kıymeti harbiyesi kalmadı ama, yüzyıllar boyunca insanlığın en korkunç kâbuslarından bir tanesi de veba olagelmiştir. Milyonlarca insanın yaşamına mal olan, tıbbı çaresiz bırakan veba salgınlarına yabancı olmayan büyük şehirlerden bir tanesi olan Londra, 1664 yılının Aralık ayında bir kez daha salgının hışmına uğrar. Binlerce insanın ölümüne, binlercesinin şehri terketmesine yol açan veba salgını, şehrin sosyal ve ekonomik hayatına ağır bir darbe vurur.

Robinson Crusoe ile tanıdığımız Daniel Defoe (1660-1731), ilk kez 1722 yılında yayımlanan kitabında bu uğursuz olayı ele alıyor. Dönemin Londra’sı iç savaştan sonra hızla kalabalıklaşmış, 500.000 nüfusuyla Avrupa’nın en kalabalık şehridir. Pek az kısmı planlı gelişen, çok sayıda insanın sağlığa aykırı şartlarda yaşadığı bu şehirde sık sık salgınlar çıkmakta, limana gelen gemiler şehirdekilere hastalık taşımaktadır. Örneğin 1625 yılındaki veba salgınında 40.000 kişi ölmüştür.

Defoe’ye göre salgın Londra’da başlamadan Hollanda’yla ilgili söylentiler vardır. Hollanda’dan gelen çok sayıda gemi yüzünden oradaki salgının Londra’ya sıçrayacağı korkusu vardır. Zamanla bu söylentiler unutulur… Ta ki 1664 yılı Aralık ayı başında iki adamın vebadan ölümüne kadar… Ölüm vakaları aileler tarafından gizlense de hükümet yetkilileri tarafından duruma el konur. Altı hafta kadar başka ölüm haberinin gelmemesi, ahaliyi rahatlatır. Sonra, Şubat başlarında bir ölüm haberi daha gelir ve gözler ölüm vakalarının olduğu bölgeye çevrilince hazin manzara ortaya çıkar. Defin sayısı her zamankinden çoktur. Halk arasında vebanın sanılandan çok daha hızlı ilerlediği söylentileri yayılmakta, kuşkular giderek artmaktadır. Vebalıları bulmak için evler tek tek aranır, her gün birilerinin ölmekte olduğu gün gibi ortaya çıkar, vebanın her yere sıçramış olduğu anlaşılır.

Ahalinin durumu hakkında Defoe şu bilgiyi veriyor:

“Zenginler, özellikle soylular ve eşraf yanlarına aileleriyle uşaklarını alıp alışılmadık bir şekilde şehri terk [ettiler]. Halkın bu telaşı haftalarca sürdü, ülke dışına gider gibi izin ve sağlık belgesi alabilmek için bekleyen ısrarcı kalabalık yüzünden belediye başkanının kapısına yaklaşmak çok zordu, zira bu belgeler olmadan ne yol üstündeki kasabalardan geçebiliyor ne de bir handa konaklayabiliyordunuz… Kral ve maiyeti daha önce (…) kenti terk etmişti…”

Londra gözle görülür biçimde boşalmıştır ama gidenler iş ve ticaret bağları olmayan, hayli varlıklı kişilerdir. Şehrin önemli bir bölümü ise gidememiş, kaderiyle baş başa kalmıştır.

Yazar, işini bırakıp şehirden ayrılamaz ve dikkati elden bırakmadan, kendini bir parça tanrıya emanet ederek hayatını sürdürür. Tam bu sırada yazarımız Daniel Defoe 5 yaşında olup şehirden kendi başına ayrılacak bir vaziyeti yoktur. Zaten 1722’de ilk basımında kitabın “o günleri yaşayan bir vatandaşa” ait olduğu belirtilir. Defoe, amcası Henry Foe’dan mahlas ödünç alır ve H.F. diye imzalar kitabını.

Sonuçta tarihi bir romandır yazdığı: Yazar/anlatıcı sık sık şehri dolaşır, olan biteni yerinde izler, notlar alır. Sık sık dehşet verici sahnelere tanık olur; korkudan çıldıranları ölülerin üst üste defnedildiği, hızla dolan çukurlar… Yoksul insanların mezarcılık, hasta evlerinde bekçilik hatta bakıcılık gibi çok tehlikeli işlerde nasıl çalıştırıldıklarını görür.

Salgının başlaması ve yayılmasıyla birlikte batıl inançlarda ve bunları istismar eden sahtekâr ve dolandırıcıların sayısında bir patlama olur:

“İnsanların korku ve kaygıları onları sayısız zayıflığa, aptallığa ve şerre sürükledi (…) Yazgılarını öğrensinler veya amiyane tabiriyle alın yazıları okunsun, yıldız haritaları çıkarılsın vs. diye falcılara, hilekârlara ve astrologlara koşmaya başladılar. (…) Bu ticaret öyle yaygın ve açık hale geldi ki, kapıların üzerine burada bir falcı oturuyor, burada bir astrolog oturuyor gibi yazılar, simgeler konur oldu… Aklı başında insanlar bunları lanetleyip hor görüyordu ama, orta halli insanlar ve çalışan yoksullar (…) paralarını delicesine bu garipliklere döküyorlardı.”

Müşterilerin çoğu, salgının gidişatını, yanında çalıştığı kişinin kendisini işten çıkarıp çıkarmayacağını, taşraya gittiği takdirde kendisini götürüp götürmeyeceğini öğrenmek istemektedir.

Bazı kişiler ise Hollanda’daki veya Napoli’deki veba salgınlarına çare olduğunu söyledikleri ilaçları satan sahtekâr doktorların sattığı ilaçları satın almaktadırlar. Yazara göre bu ilaçlardan bazılarının içinde cıva ve benzeri zehirler vardır ve zehirlenenlerin sayısı da az değildir.

Şiddetini her gün artıran salgın karşısında akılcı çareler arayanlar da vardır. Bazı kişiler yaşadıkları yeri düzenli olarak havalandırır, odada ateş yakarak hava akımını güçlendirmeye çalışır, hastalarla temas etmekten kaçınır.

Defoe bazı şeylerin yavaş yavaş öğrenildiği kanaatindedir:

“Halk hastalığın birinden diğerine bulaşmasıyla ilgili gerçeklerin farkına varmadan önce sadece gerçekten hasta olanlardan çekiniyordu. (…) iyi giyimli bir beyefendi gördüğümüzde en ufak bir kuşku duymuyorduk. Uzunca bir süre insanlar özellikle komşuları ve tanıdıklarıyla rahatça görüştü.”

Hekimler sağlıklı görünenlerin de aslında hastalık bulaştırabileceğini  söylediklerinde, tekrarlayan örneklerin de sayesinde insanların aklına yatar bu ve çoğu kişi evine kapanır: “Konuşmak zorunda olduklarında araya bir mesafe bırakıyor, ağızlarında ve giysilerinde her zaman koruyucular taşıyorlardı.”

Salgına resmi kurum ve kuruluşlar, yöneticiler tamamen hazırlıksız yakalanmışlardır. “Gerçekten de,” der Defoe, “hiçbir tehlike belirtisi görmemiş, zerre öngörüde bulunmamış ve kaygı duymamış bir halleri vardı.”

Salgının yayılması da resmi mercilerin tutumunu değiştirmeye yetmez. Salgın sona erdikten sonra anlatıcı bize şunları söyler:

“O zamanlar Oxford’da olan sarayla belediye başkanı arasında geçenlere ve hükümetin bu kritik dönemde nasıl davranılacağı konusunda ara sıra verdiği talimatlara değinebilirim. Fakat açıkçası durumla o kadar az ilgilendiler ve yaptıkları şeyler o kadar önemsizdi ki (…) şehirdeki aylık oruçları belirlemek ve yoksullara kraliyet bağışları yollamak dışında yaptıkları şeyleri [anlatmaya değmez].”

Görevini layıkıyla yapan meslek mensupları yok mudur? Vardır: Özellikle de hekimler ve hâkimler:

“Ve tüm ilaçlara direndi, hekimler yüzlerindeki maskeye rağmen hastalığa yakalandılar. Başkalarının ne yapmaları gerektiğini söyleyenler, ilaç yazanlar sıraları geldiğinde bu düşmana yenik düşüp öldüler (…) çok ünlü ve çok yetenekli birçok hekimin sonu böyle oldu.”

Hâkimler içinse şunları söylüyor anlatıcımız:

“Hâkimlerin uyanıklığı büyük bir sınavdan geçiyordu ve itiraf etmek gerek, ne kadar takdir etsek azdır. Bedeli ne kadar ağır ve karşılaştıkları zorluklar ne olursa olsun kentte ve çevresinde iki şey hiç ihmal edilmedi: Gıda stoku her zaman tamdı ve fiyatlar hiçbir zaman konu etmeye değecek kadar yükselmedi. İkincisi ise, ortalıkta görülmemiş veya örtülmemiş ceset bulunmuyordu.”

Binlerce insanın canını alan, binlercesini de şehirden kaçıran salgın, şehrin ekonomik hayatına da ağır bir darbe vurur. Avrupa ülkeleri anlatıcımızın “tanıklığına göre” İngilizlerden artık korkmaktadırlar. İngiltere ile sadece Osmanlılar ve Venedikliler ticaret yapar uzun bir süre. Tabii bu durum iç piyasaya da yansır:

“Öncelikle ihracat durduğu veya en azından kesintiye uğradığı ve zorlukla yürütüldüğü için üretimleri genellikle ihracata yönelik olan bütün imalathanelerde işler durdu. (…) Kentteki bütün zanaatkârlar ve benzeri esnaflar ve tamirciler işsiz kalmıştı; bu da kesinlikle vazgeçilmez olanlar dışında her iş kolunda çok sayıda ustabaşı ve işçinin boşta kalarak işten çıkarılmasına yol açmıştı.”

Felaketin faturası yoksullara kesilir, onları koyu bir sefalet beklemektedir salgından sonra da…

Veba salgını 1665 yılının sonbahar aylarında etkisini yitirmeye başlar. Kâbus bitmektedir. Arada bir, aceleci davranıp tedbiri elden bırakanlar yüzünden yeniden kendini gösterse de, tekrardan o meşum günler yaşanmaz.

Salgın süresince 75.000 insan ölmüş, ekonomik hayat gerilemiştir. Şehirden kaçanlar vebayı Londra’nın dışına, ülkenin içlerine yaymıştır. Her şeye rağmen şehir yaralarını sarmaya başlar. Ancak Londra üzerindeki kara bulutlar henüz dağılmamıştır: 1666 yılının Eylül ayında çıkan bir yangın hızla büyür ve şehrin büyük bölümünü harap eder…