Haysiyet ve Coetzee'nin romanı Utanç

Cootze-Utanç

Utanç

JOHN MAXWELL COETZEE

çev. İlknur Özdemir Can Yayınları 2018 271 s.

Mağdurun yaşadıklarını sineye çekmesinde toplumsal kabulün etkisini gösteriyor bize Coetzee. Toplumsal kabulün ezici gücü karşısındaki çaresizliği hissediyoruz. Belki de tek yapabileceğimiz hırpalananların, öldürülenlerin daha fazla aşağılanmamasına çalışmaktır. Hırpalanmış, öldürülmüş bedenleri tüketici gözlerden uzak tutmaktır.

NALAN ARMAN

Felaketi telafi etmek mümkün mü? Bir felaketin yaşattığı acı ve aşağılanma karşısında tanık olanın yapabileceği nedir? Coetzee’nin romanını okurken bunu düşünüyoruz Kötü Bir Yılın Güncesi, Barbarları Beklerken, Romancının Romanı, Petersburglu Usta  ve Utanç… Bu konu üzerinde kafa yorduğum romanlar.

Utanç’ta ve diğer romanlarında Coetzee’nin temel derdinin “ele geçirme” olduğunu düşünüyorum. Hâkim olanın –erilin–  “dişil”i ele geçirmesi ve bu ele geçirmeye tanıklık edenlerin duyduğu utanç. Yazar, kimi zaman toplumsal alandaki ele geçirmeyi ve onun yarattığı acılara tanıklık edenlerin utancını gözler önüne seriyor. Bazen de –kişisel olanda– kılık değiştirmiş bir ele geçirmeyi sorguluyor. İkisini iç içe geçirerek ilerliyor demek, doğru sanırım.

Petersburglu Usta’da örneğin, oğlu ölen bir yazarın oğlu ile bütünleşme isteğinde, onu yazıyla ele geçirme arzusunu fark ediyoruz. Onun sesi olmaya, bir ölünün anlatamadıklarını anlatmaya kalkıyor Fyodor Mihayloviç. Ne hakla anlatmakta/yazmaktadır? Romancının Romanı’nda da sorguladığı budur Coetzee’nin. Barbarları Beklerken’de ise bir yargıç, sevecen-erotik dokunuşlarla da olsa, bir kadının bedenini ele geçirme arzusunda olduğunu düşünür ve bu arzuyla hesaplaşır. Suça ortak edilen birisidir o. Başkasının topraklarını ele geçirenlerin memurluğunu yapmaktadır. Hırpalanmış topraklar ve hırpalanmış bir kadın bedeni karşısında, olan bitene tanıklık etmenin utancını, benzer acıları hissedince duymaya başlar. Coetzee, ilk anda “sevgi, anlamaya çalışma” gibi görünen yaklaşımların sığlığını da gösterir gibidir bize. Ölen, acı çeken, ele geçirilen olmadıkça yani karşı tarafa düşmedikçe gerçekten anlamanın mümkün olmadığını düşündürür.

İnsanı kurtaracak-insanlaştıracak olanın “utanç” olduğu fikriyle yazıyor Coetzee kanımca. Çünkü ancak “utanç” karanlık yanımızın, dürtülerimizin hamlelerini durdurabilir. Nurdan Gürbilek’in, Sessizin Payı’nda söz ettiği gibi, Coetzee’nin kitaplarında, utancın getirdiği itiraftan da söz ediliyor. Ama bu itiraf, iyilik içre olmaya inanç ve bağışlanma arzusu taşıyorsa yıkıcı olmaktan çıkabilir. Bunu daha iyi anlamak için, Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un tanrının inayetine sığınarak huzur bulmasını düşünebiliriz. Fakat seküler dünyada bunun karşılığını –belki de sadece kendi vicdanımızda– bulmamız gerekmektedir.    

Utanç’ın kahramanı David Lurie, “modern diller” hocası, Cape Town Teknik Üniversitesi’nde “romantik şairler” konulu bir ders veriyor. Byron hayranı. İnsan ruhunun olağanüstü büyük ve oldukça boş olduğunu düşünüyor. Kitapları ses getirmeyen bir yazar aynı zamanda. Okuduğum diğer romanlarındaki  karakterler gibi, gençlik çağını geride bırakmış. Cinselliğini doyuracağı bir partneri olmadığı bir sırada, ilgisini çeken öğrencilerinden Melanie ile birlikte oluyor. Melanie toyluğu ve belki de ilk anda beğenilmekten hoşlanması nedeniyle David’e bir ölçüde karşılık veriyor. Melanie’yi zorlamaya varan davranışlarındaki çiğliği kendisi de fark ediyor David bir süre sonra. Fakat kendisini durduramıyor. Dürtülerine romantizm kılıfı hazırlayarak –şarap ve müzik eşliğinde şairane sözler ederek– kendisinin sorumluluğundaki, kendisinden otuz yaş küçük öğrencisinin  bedenini ele geçiriyor.

 “… bir kadının güzelliği yalnızca onun malı değildir. Onun dünyaya sunduğu cömertliğin bir parçasıdır. Bunu paylaşması gerekir.” (s. 27)

“Bir anı düşüyor aklına. Yerde Melanie’nin kazağını zorla yukarı sıyırdığı ve onun küçük, kusursuz göğüslerinin çıplak kaldığı an. İlk kez gözlerini kaldırıyor Melanie, gözleri onunkiyle buluşuyor ve bir anda her şeyi görüyor. Şaşırıyor, bakışlarını indiriyor.” (s. 33)

David, öğrencisinin şikayetiyle cinsel taciz soruşturması geçiriyor ve suçunu kabul ediyor. Fakat kanımca bu kabullenişte bir gösteri hali, bir meydan okuma var. İyiliğe dönüşe olan inanç, bağışlanma arzusu yok bu itirafta, o nedenle yıkıcı bir açıklama olmaktan öteye geçemiyor. Romanın ilerleyen bölümlerinde David’in yaşananları öğrencisinin gözüyle görmesinin mümkün olmadığını anlıyoruz. Yazar, adım adım gösteriyor bunu bize. Melanie olaydan sonra  intihar girişiminde bulunuyor, David’in yaptığı ise kızının yanına sığınmak.

David Lurie ancak kızının yanında yaşamaya başladığında bir dönüşüm sürecine giriyor.  Bu sefer tecavüze uğrayan, ele geçirilen, ayakta kalmak için büyük bir savaşım veren kızıdır. Tecavüze uğrayıp hırpalandığında kızına yanı başındayken bile yardım edemeyen; sadece kızının yaşadığı acı sonucu kaskatı kesilip dilsizleşmesine tanık olan bir babadır David artık.   Onu ele geçirmeye çalışan hakim güçle, erkle mücadele etmenin; kimi zaman da teslim olmanın, kabullenmenin ne demek olduğunu ancak mağdurun tarafındayken yavaş yavaş anlamaya başlar. Gerçek bir bağışlanma arzusuyla öğrencisinin ailesinden af dilemeye gider. O anda bile dizginlemeye çalıştığı dürtüleriyle hesaplaşmaya devam etmektedir.

Mağdurun yaşadıklarını sineye çekmesinde toplumsal kabulün etkisini gösteriyor bize Coetzee. Toplumsal kabulün ezici gücü karşısındaki çaresizliği hissediyoruz. O zamanda ve o mekânda hayatta kalabilmek gerekiyor. David’in kızı Lucy’nin, yardımcısı Petrus’un evlenme önerisini kabul etmesi bununla ilgili.

Belki de tek yapabileceğimiz hırpalananların, öldürülenlerin daha fazla aşağılanmamasına çalışmaktır. Hırpalanmış, öldürülmüş bedenleri tüketici gözlerden uzak tutmaktır. David romanın sonuna doğru böyle bir sürece giriyor; örneğin köpek çiftliğinde, çaresiz köpeklerin ölüme teslim edilişlerine tanıklık etmesi, onların dünyaya –daha fazla aşağılanmadan– veda etmelerine uğraşması David’deki dönüşümü anlatıyor. Biz okuyucu olarak tanık olanın bu telafi çabasının olanları değiştirmeyeceğini; fakat bu utanca-iyileşme haline ihtiyacımız olduğunu kavrıyoruz.      

Neden sonuç ilişkilerinin çok iyi kurulduğu Utanç’ın biçimini bir kum saatine benzetmemiz mümkün. Tersine çevrilmiş bir öyküyle –iki öyküyle–  karşı karşıyayız burada. David’in Cape Town günleri ve kızı Lucy’nin çiftliğindeki günleri. David’in Cape Town’da yapıp ettikleri kendi eğitiminin ve sosyal çevresinin kabul ettiği ölçüde ve biçimde. Fakat bu genç bir kadına ve ailesine büyük bir acı yaşatmasını engellemiyor. Kızı Lucy’nin David’e barbarca gelen felaketi ise o topraklardaki sosyal kabul ölçüsünde. İki hikâye de bir şekilde dürtülerin dizginlenip dizginlenmemesiyle ilişkili.

Hem karakter yaratma hem olay örgüsünün kurgulanması aynı derecede başarılı. Yalınkat olan, bir figür gibi kalan roman kişileri yok. Yazarın derdi, felsefesi romandaki cümlelerin, sözcüklerin içine sızmış. Tanrısal bakış açısı kullanmasına rağmen öyle geçişler yapıyor ki duygu ve düşüncelerin anlatımında birinci kişi anlatıcının samimiyetini yakalayabiliyoruz:

 “Kendi çöplüğün: Bu çocuk kim oluyor da kendi çöplüğünün ne olduğunu söylüyor? Birbirine tümüyle yabancı olan iki kişiyi birbirinin kollarına iten, onları bütün sağduyunun dışında tek beden yapan, birleştiren gücü ne bilir bu çocuk?” (s. 229)

Coetzee biz okurların da, David gibi,  Lucy’nin –sezebildiğimiz kadarıyla Melanie’nin de–  yaşadığı  sessiz acıya; âna ve mekâna  tutunmaya çalışmasına tanıklık etmemizi sağlıyor. Acıları yok etme gücümüz olmasa bile acı çekenlerin aşağılanmaması adına yapabileceklerimizi ve  haysiyet ve mahcubiyet üzerine düşünüyoruz. Bunlara ihtiyacımızı bir kez daha idrak ediyoruz.