Ulusçu-Türk-Şiiri

Ulusçu Türk Şiiri

SABİT KEMAL BAYILDIRAN

Kaos Çocuk Parkı Yayınları 2019 276 s.

Kaos Çocuk Parkı Yayınları’ndan çıkan Sabit Kemal Bayıldıran’ın Ulusçu Türk Şiiri kitabı bana ikinci bir Türklük Sözleşmesi kitabı gibi geldi. En az onun kadar derli toplu ve ciddiyetle üzerinde çalışılmış bir ‘Müslümanlık Sözleşmesi’ni andırsa da Osmanlı’dan Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar şair ve aydınların güce ve iktidara tapınmalarının izleklerini aktarıyor.

HÜSEYİN BUL

Etnik farklılıkların üstünü din şemsiyesiyle örtüp teke düşürerek, “hangi millettensin” sorusuna, “İslam milletindenim” ya da “Hz. Muhammed ümmetindenim” cevabını veren Osmanlı şair ve aydınlarının ırk ve kavim kelimelerini de bu şemsiyenin altına alan tavır ve duruşlarının tarihsel altyapılarını irdeleyen, deşifre eden bir eser niteliğinde.

Eserlerini Farsça yazan Mevlana’yı, şiirlerinde geçen Türk sözcüklerinden ve babasının Türk olmasından mütevellit büyük Türk mütefekkiri ve ulusçu olarak gören A. Taneri’nin, Mevlana’yı Farslara bırakmak istemeyişinin altında yatan yanlış yorumlayışını aktararak başlar Bayıldıran.

Dağlarca’nın Malazgirt Uluması-Çağrı I’deki şiirini,

Gürledi Alparslan
Dileyen gelir
Türktür ya
Tanrısını sever
Türktür ya

(s. 31 ) anakronik bulur ve Alparslan’ın Farsça konuştuğunu, askerleriyle bu dilde iletişim kurduğunu, kendisini Türk değil, Müslüman olarak tanımladığını ve son iki dizedeki Tanrı’nın Ortodoksi değil, Heteredoksi anlayışını ifade ettiğini söyler.

Türklerin ilk ‘öteki’si kimdir?

Ulusçuluk başlığı altında, Marx, Durkheim ve Weber gibi sosyologların modern toplumun daha farklı gelişmesiyle ulusçuluğun çökeceğine olan inancını aktarırken şöyle devam eder: Ulusçuluğun olmazsa olmazı bir ‘öteki’ yaratmaktır, ulusçu ideolojinin taban bulması için ülkesini elinden alan, almak isteyen, yok etmek isteyen bir ötekinin her zaman yaratılması ve şeytanlaştırılması gerekir. Ayrıca Türk ulusçuluğunun ilk ötekisinin Yunanlılar olduğunu, Elen, Bulgar, Sırp ve Arapların ötekisinin de Türkler olduğunu belirtir.

Elen’lerin Yunanistan’ı kurmaları ve Rusların destekleriyle Slavların, peşinden de büyük çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu Arnavutluk’un bağımsızlığını ilan edişiyle Balkanlar’daki ulusçuluğun nasıl yayıldığını anlatır. Fransa’ya giden Osmanlı aydınlarının ‘Türk’ sözcüğünün olumlu anlamda kullanılmayışının şaşkınlığını yaşadıklarını, bu olumsuzluğun altında yine Müslümanlık imajının çıktığını söyler.

Türk şiirine ilk kin ve intikamın girişi

Türk şiirinde kin ve intikam sözcüklerinin Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan etmesinin ertesine denk geldiğini söyleyen Bayıldıran, Türklerin barbar olduğunu anlatan Victor Hugo’nun Mavi Gözlü Yunan Çocuğu adlı şiirine tepki olarak, Emin Bülent (Serdaroğlu) 1917 yılında bu iki sözcüğü kullanarak bir manzume yazdığını hatırlatır.

Ben şû re zâr-ı kalbimi kinimle süslerim,
Kalbimde bir silah ile feryadı beklerim,
Kabrinde müsterih uyu ey namdar atam!
Evladının bugünkü adı sâde intikam.

Osmanlı’nın Balkan hezimetinin ardında Anadolu’ya büyük göç olur, fakat Türk şiiri Anadolu’ya uzaktır. Turancılığın fikir babalarından Ziya Gökalp, uluslaşma mücadelesi veren Balkan halklarını ‘domuz çobanı’ diyerek aşağılayan, hezimeti gizlemek için özlemini gerçekmiş gibi gösteren şu dizeleri döktürür!

Müjdeler getirdi bir atlı nefer
Ordumuz Sofya’ya girmiş muzaffer
Sırplara çalınmış bir kat’i zafer
Düşman geri kaçmış Yunan içinde…

Kendine Müslümanlar

Sırtını güçlülere dayamaktan imtina etmeyen, hemen hemen her şiirini önemli birine adayan Mehmet Emin, sade Türkçenin önemli şairleri arasına girmeyi başararak devletin nimetlerinden faydalanır. Mehmet Emin de dönemindeki birçok şair gibi kendi ulusal bağımsızlığı için çalışırken, başka halkların bağımsızlıklarını aşağılar.

Türkçülüğün alamet-i farikası olan ‘Turan’ sözcüğünü ilk kullanan Macar kökenli Siyonist Armanius Vembery, ‘Turan’ sözcüğüyle Fince, Macarca, Türkçe ve Moğolcanın aynı dil ailesinde olduğunu söyleyerek Rusya’dan gelen birçok öğrenciyi etkilemeyi başardığı gibi, Macarlar ile Türklerin akrabalığını öne çıkarmaya çalışmıştır. Bunun o dönem Osmanlı’yı Almanlarla ortak düşmana (Rusya) karşı savaştırma arzusundan kaynaklandığını söyler yazar.

Uluslaşmada dil mekândan daha önemlidir, nitekim İbranilerin mekânlarını dil ve inanç birliğiyle bulmaları, Mustafa Kemal için güzel bir örnek oluşturmuştur. Mekânın sınırları belli olduktan hemen sonra, 1931’de “Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri de dildir. Türk milliyetindeyim diyen herkes mutlaka Türkçe konuşmalıdır” diyerek, Müslüman olmayanları Türkçe konuşmaya zorlayarak asimile etmenin yollarını açar. İdeolojik olarak Tevfik Fikret, Namık Kemal ve Ziya Gökalp’ten beslenen Mustafa Kemal, ulus oluşturmak maksadıyla Türk Dil Kurumu’nu kurduktan on dört yıl sonra 4. defa Cumhurbaşkanı seçilince, o dönem bağımsızlık savaşı veren Araplara nazire olsun diye, konuşmasında Arapça ‘hendese’ yerine Fransızca olan ‘geometri’, Arapça olan ‘şeref’ yerine yine Fransızca olan ‘honour’ onur sözcüğünü kullanmayı tercih eder.

Tepeden bakan, halktan kopuk aydınlar

Osmanlı’nın ilk özel gazetesi olan Tercüman-ı Ahval’i yayımlayan Şinasi, Şair Evlenmesi’nde halkın dilini yakalamaya çalışsa da başarılı olamaz ama eleştirel tavrıyla bir çentik atmayı başarır. Arapça ve Farsçanın bir statü sayıldığı bu dönemlerde Sait Bey, Türkçe konuşulmasında ısrar eder, fakat Fransa’dan dönen Türk aydınları Fransızca sözcüklerden azade bir dil kullanamazlar.

Türk aydını, şairi Yunanlılara, İranlılara ve Araplara göre vaziyet alıp yönünü Batı’ya dönerek laik olunabileceğine inanır, fakat Batı’yla ilişkiler beklenenin aksine, sorunlu ilerler. Türke kucak açan bir Batı yerine, amir konumuna gelen, küçümseyen bir Batı’yla karşılaşırlar. Bu durumu Türk-İslam senteziyle aşacaklarına inanarak, Türk’ün Türk’ten başka dostu olmayacağına dair ‘Türk Ocağı Marşı’nı yazarlar. ‘Dünyaya hâkim olmak isteriz’ dizesiyle Türkçülüğün nasıl emperyal bir özlem içinde olduğunu gösterirler.

Saraya, güce, iktidara sırtını yaslayanların nasıl bağnazlaştığını, kısırlaştığını ve kapılandığı gücü memnun etmenin dışında başka seçeneklerinin olmadığını, eserlerde, ürünlerde devletin sınırları belirlemesini birkaç örnekle açıklar S. K. Bayıldıran.

Balkan hezimetinden sonra tamamen Almanya’ya sarılan Osmanlı’nın, ordusundaki yabancı askerlerden sorumlu kişinin Alman Liman von Sanders olması ve Çanakkale Savaşı’nda hayatını kaybeden askerlerimizden 558’inin gayrimüslimlerden oluşması, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunun genelkurmay başkanının Friedrich Bronsart von Schellendorf adlı Alman olduğu hep unutulur. ‘Tek dişi kalmış canavar’ın özellikle İslam düşmanı olduğunun vurgulanması elbette ki bir şeyleri gizlemekten başka bir anlam taşımaz.

1915 yılında 35-40 sayfalık şiir kitaplarına devletin dört odalı bir ev alınacak telifler ödemesine rağmen şairlerin bir türlü istenen verimde olamamalarını ulusal bilince ulaşmamalarına bağlar Bayıldıran. Yandaş şair ve yazarların örtülü ödenekten beslenmeye devam edilmesi yeni cumhuriyette de bir gelenek halini alır.

Lider kültünün yaratılması

Kanal seferindeki hezimeti, Sarıkamış ve diğer cephedeki yenilgileri gizlemek için 14 ay süren Çanakkale cephesini öne çıkarmak, propaganda yapmak için birçok yazar, şair, ressam Çanakkale’ye davet edilir. Tevfik Fikret hasta olduğunu söyleyerek son anda katılmazken, Ahmet Haşim ve Süleyman Nazif etnik kimliklerinden dolayı davet edilmezler. Çanakkale muharebesine subay olarak katılan Ahmet Haşim bu duruma, “savaş olursa Türk’sün, iş isteyince Arap’sın” diye sitemde bulunur.

Milli mücadele yıllarında şair ve yazarların tavırları, eserleri daha çok liderlere (lidere) yöneliktir ve bu dönüşümün lider kültü açısından önemi küçümsenemez. 27 Mayıs darbesiyle umudunu, beklentisini işçiye değil de ‘zinde kuvvetler’ dedikleri asker-öğrenci-sivil ittifaklara bağlayan şairlerin gayretleriyle darbe sonrasında Kemalizm anti-emperyalist bir kimliğe büründürülür. Ece Ayhan, darbe sonrasında tavrından dolayı, Attila İlhan için “sivil şair değil, belki de kendisine yarı asker şair denebilir” diye bir değerlendirmede bulunur.

Sabit Kemal Bayıldıran’ın Korkut Boratav’dan aktardığına göre, emperyalist devletlere karşı verilen anti-emperyalist mücadele (milli mücadele) sonrasında 1925 yılında Belçika şirketiyle ortak kurulan Türkiye Kibrit İnhisarı T.A.Ş.’nın ortaklarından biri de Yunus Nadi’dir. Ayrıca 1926’da ispirto ve alkollü içkiler inhisarını (tekelini) Polonya’yla, barut ve patlayıcı maddeler tekeliyle revolver ve av fişeği fabrikasını 1927’de Fransız grubuyla kurar bu anti-emperyalist kadro.

Siyasi konjonktürü anlatırken şairlerin siyasi ortamı nasıl domine ettiklerini, siyasi aklın da her devirde ve çağda şairi nasıl yönlendirdiğini bıkıp usanmadan, adeta bir tekrar gibi yazar; aktörler değişir ama mantalite değişmez. Cahit Külebi Atatürk’e ağıt olarak Atatürk Kurtuluş Savaşında’yı Demokrat Parti iktidardayken yazar, fakat Atatürk soyadını 24 Haziran 1934 yılında almıştır. Yani Kurtuluş Şavaşı’na Atatürk katılmamıştır. Attila İlhan, “yazar bu eseriyle şiirini aşağı çekmiştir” dediği şiiri yerden yere vurarak “siz illa şaheser olmasında ısrar ederseniz, alelade bir şaheser olur” der. 

Nâzım Hikmet’in sınıfsal bakışı

Nasıl ilktir Kurtuluş Savaşımız
Nasıl örnektir ezilen uluslara
Maraş ilk destandır Kurtuluş Savaşı’nda
İlk gazidir

Gülten Akın’ın ilk baskısını 1972’de yapmış Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı için yazar şunları kayda düşer:

“Eğer kastedilen ulus-devletlerse, Yunan, Bulgar, Arnavut devletleri daha önceden bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Yok, eğer kastedilen Müslümanlarsa, İngilizleri yenerek bağımsızlıklarını ilan eden Afganların tarihine bakması gerekir” diyerek şöyle devam eder: “Nâzım, Gülten Akın gibi ‘gavur’ kelimesini kullanmaz ve ‘Türkler bayrak için canını verir’ demez.”

Zamanla Anadolu’nun şiirlere konu olmasının altında bir zorunluluk olduğunu söyleyen Sabit Kemal Bayıldıran, iktidardan, devletten, güçten beslenen şairlerin, İstanbul’da iktidar kalmamasından mütevellit iktidarın Ankara’ya taşınması üzerine Anadolu’yu sevmiş gibi yazmaya başladıklarını söyler. Hatta “gidiyorum gurbeti gönlümde duya duya” diyerek İstanbul’u sıla bellediklerini yazarlar…

Öteki olmadan, öteki yaratılmadan şiir yazamayan besleme şairlerin, ezilirken demokrat, iktidardayken faşizan oluşlarının sebeplerinin bütün bir tarihi okuyup anlamadan mümkün olmadığını söyler Bayıldıran. İttihat Terakki’nin ideoloğu Ziya Gökalp’in pragmatik davranarak, bazı şiirlerinde savaşı başlatan Alman emperyalizmine sevgiyle bakarken, İngiliz emperyalizmine ateş püskürdüğünden bahseder.

Milliyetçilik/ulusçuluk resmî ideolojinin içindeki en baskın öğesidir ve devletin resmî ideolojiyi ayakta tutmak, içselleştirmek, tek anlayış haline getirmek için iki çeşit aracı vardır: silahlı kuvvetler, mahkemeler, emniyet güçleri ve din, sanat, eğitim ve medya. Sanatın içinde en etkili olanı da şiirdir yazara göre. Birincisiyle zor kullanırken, ikincisinde beyne ve gönüle hitap ederek zapt eder. Uluslaşayım derken elinde bayrak, dilinden silah, vatan, kan eksik etmeyen şairlerin militarizmden kurtulamayarak bataklığa saplanmaktan başka çareleri yoktur.