Üç duraklı yolculuğa çıkma cesareti

Üç-Duraklı-Yolculuk

Üç Duraklı Yolculuk

HASAN ÖZTÜRK

Önce Kitap Yayınevi 2021 208 s.

“Hayatın içinde yer almak”, edebiyatçı Hasan Öztürk’ü ve onun metinlerini birinci dereceden tanımlayan bir ifade olabilir. Üç Duraklı Yolculuk (Önce Kitap Yayınları, 2021) adlı kitabıyla yaklaşık üç yıl sonra yeniden okurlarının karşısına çıkan Öztürk tam da bahsetmeye çalıştığım üzere, “hayatın içindeki yazının izini” sürüyor. Önceki kitaplarına benzer şekilde, yine farklı zamanlarda pek çoğu yayımlanan, muhtevaları değişiklik gösteren yazılarının bir derlemesini sunuyor bize yazar bu kitabında da.

İLKER ASLAN

“Edebiyat nedir?” sorusu bugün en temel biçimiyle bile cevaplanması zor bir soru. Bu konuda yazılan onlarca kitaba, makaleye, yapılan pek çok konuşmaya rağmen edebiyatın net bir tanımını yapmak gerçekten de zor. Edebiyatın ne olduğuna karar vermek, neyin edebiyat olduğu hakkında da fikir beyan etmek anlamına gelecektir. Bu çerçevede edebiyatın alanı gerçekten de bir görünmez dikenli telle çevrili. Örneğin Tolstoy’un Günlükler’ini “edebi metin” sayarken neden Kâzım Karabekir’in Günlükler’ini aynı türe dahil etmeyiz? Tolstoy’un zaten önemli bir yazar oluşunda bu bakışın etkisi var mıdır? Kuşkusuz… Ancak bir yönüyle de böyle bir ikiliğe cevap vermek oldukça zordur. Edebiyat kendi alanını kendisi kurabilecek yetkinliktedir. Bazı metinleri dışlar, bazılarını özümser. Bu yüzden edebiyat hem büyük bir kalabalığın ortak ismi hem de böylesi bir kalabalığı aşan, bir bakıma tüzel bir kişiliktir. Terry Eagleton, kült eseri Edebiyat Kuramı’nda, “Nasıl ki edebiyatı ‘nesnel’, betimleyici bir kategori olarak görmek işe yaramayacaksa, ‘edebiyat, insanların akıllarına estiği gibi edebiyat olarak adlandırmayı seçtiği şeydir’ demek de yaramayacaktır” der ve edebiyatın esas olarak içinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal koşullardan bağımsız olamayacağını vurgular.[1]

Edebiyatın diğer sanat dalları ile de arasında gerilimli bir ilişki vardır. Bu toplamda edebiyat bazı kesimlere göre hâlâ bir ayrıkotu olarak görülebilmektedir. “Ayrıkotu” belki olumsuz bir anlam içeriyor, kabul edelim; biraz daha yumuşatıp buna “eşitler arası en geride” yakıştırması yapalım. Edebiyatın bu ayrıksılığı aslında onun diğer güzel sanat dalları gibi bir materyale sahip olmamasıyla da alakalı. Bugün “sanatçı” ve “edebiyatçı” diye iki farklı kategori kullanılıyorsa, bazı matbu dergilerin üzerinde “sanat ve edebiyat dergisi” yazıyorsa, böyle bir ayrımı yazarlar (üreticiler) ve okurlar (tüketiciler) olarak çoktan kabul etmişiz demektir. Kaldı ki bunda zaten bir problem de yok, ancak tüm bunlar baştaki sorumuzun cevabını bize vermiyor: Gerçekten de edebiyat nedir?

Aslında çok temel bir noktadan bakarsak edebiyat bir iletişim biçimidir. Yazarla okur arasında metin aracılığıyla kurulmuş bir iletişimdir bu. Bir edebi eser, hayatlarında belki de hiçbir zaman karşılaşmayacak (en az) iki insanın bir süreliğine aynı dünyayı paylaşmasına vesile olur. Okur ve yazar farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda yaşamış/yaşıyor olsalar bile, edebi eser sayesinde, yani okuma eylemi neticesinde kurulan bir ortaklıktır söz konusu olan. Jean-Paul Sartre’ın ifadeleriyle, “okuma yazarla okur arasındaki bir cömertlik anlaşmasıdır; her biri ötekine güvenir, her biri ötekine bel bağlar, kendinden ne kadar çok şey bekliyorsa ötekinden de o kadar çok şey bekler.”[2] Türü ne olursa olsun, nereye yazılmış/söylenmiş olursa olsun, edebiyatın böylesi bir birleştirme ve bütünleştirme gücü her zaman vardır ve olmaya da devam edecektir. John Sutherland edebiyatın kısa tarihinden bahsederken bu ortaklığa ve bütünlüğe şöyle değinir:

Edebiyat birçok anlayışlı kişinin hayatında önemli rol oynar. Evde, okulda, arkadaşlarımızdan ve daha bilge ve zeki kişilerden bir sürü şey öğreniriz. Ama bildiğimiz en kıymetli şeylerin birçoğu, okuduğumuz edebiyattan gelir. İyi okursak, kendi dönemimizin ve geçmişin en yaratıcı zihinleriyle sohbet etmiş oluruz. Edebiyat okuyarak geçirilen zaman iyi geçirilmiş zamandır. Hiç kimse bunun aksini söyleyemez.”[3]

Bütün bunlarla birlikte edebiyatı bu kadar güçlü yapan nedir peki? Nasıl oluyor da Raskolnikov bunca zaman sonra bile yapıp ettikleriyle tüylerimizi diken diken edebiliyor? Nasıl oluyor da Joseph K. kendi çağının çok ötesine sesini duyurabiliyor? Edebiyatın gücü onun diğer toplumsal fenomenlerle sıkı ilişkisinde saklı biraz da. Edebiyat olanı söylediğinde de, olmayana dair bir resim çizdiğinde de benzer şekillerde güçlü. Çünkü en uzak durduğu anda bile hayatın tam ortasında, bizzat içinde yer alıyor. Sesini buradan yükseltiyor. Hayatla olan bu sıkı bağı hem bireye hem de topluma dair her zaman bir söz söylüyor. Zamanın sert darbelerinin aşındıramadığı büyük edebiyat eserlerinin sırrı da buradadır, hayatın içinde yer almalarında.

Üç Durak, Üç Nefes, Üç Öğe

“Hayatın içinde yer almak”, edebiyatçı Hasan Öztürk’ü ve onun metinlerini birinci dereceden tanımlayan bir ifade olabilir. Üç Duraklı Yolculuk (Önce Kitap Yayınları, 2021) adlı kitabıyla yaklaşık üç yıl sonra yeniden okurlarının karşısına çıkan Öztürk tam da bahsetmeye çalıştığım üzere, “hayatın içindeki yazının izini” sürüyor. Önceki kitaplarına benzer şekilde, yine farklı zamanlarda pek çoğu yayımlanan, muhtevaları değişiklik gösteren yazılarının bir derlemesini sunuyor bize yazar bu kitabında da. Üç farklı durağa götürüyor bizi; her birinde nefeslenmek, dinlenmek, idrak etmek için bolca zamanımız olacak bu duraklar “edebiyat”, “öykü” ve “kitap” alt başlıklarını taşıyor. Bu ana başlıklar altında belli kriterlere göre kategorilendirilmiş olsa da, aslındaÜç Duraklı Yolculuk’ta yer alan metinlerin tamamı edebiyatın bireyle ve toplumla ilişkisi çerçevesinde, diğer sanat dallarından tutun da politik atmosfere kadar pek çok farklı konunun kapısını açıyor. Sonuç olarak mutlak bir “edebiyat” atmosferine dönüyoruz yolculuk bitince, ki Öztürk de en baştan bunu söylüyor bize:

Ne biçimde şekillenirse şekillensin geleceğin dünyası, orada edebiyat okunacak ve bizler edebiyat metinlerini okumayı –kendimizi– bildikçe edebiyat, içimizdeki dünyayı zenginleştirerek bizi olduğumuzdan daha bir insan yaparken içinde bulunduğumuz dünyanın gidişatını anlamamızı da kolaylaştıracaktır.” (s. 18)

Hasan Öztürk’ün diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitabının da etkileyici özelliklerinden biri, edebiyatı/yazıyı/yazarı dar bir çerçeveden ele almaması. Edebiyat tarihinin herhangi bir coğrafyasında, herhangi bir zamanında yaşamış ve üretmiş herhangi bir yazarın metni Öztürk’ün inceleme alanına dahil olabiliyor. Bu sadece Öztürk’ün geniş perspektifini göstermesi bakımından önemli değil, aynı zamanda edebiyatın sınırlarını (veya sınırsızlığını) görmek açısından da oldukça kıymetli bana kalırsa. Öyle ki Öztürk, henüz “edebiyat” alt başlıklı ilk bölümde, incelediği kişi ve konularla bu genişliği gösteriyor bize. Divan şairinin yazma sorunu da bir inceleme alanı olabiliyor onun için, Cemil Meriç ve Ahmet Hamdi Tanpınar da. Lafı Sabahattin Ali’den de açabiliyor, dünya edebiyatının önemli isimlerinden olan Doris Lessing veya Italo Calvino’dan da. Bu geniş bakış açısı hiç kuşku yok ki okurun da ufkunu açabilecek boyutta. Öztürk’ün yazılarının besleyici yanlarından biri de bu: Okurda daha önce yazılmış olanlara yeniden dönme ve o yazılanlar üzerinde farklı bir biçimde tekrar düşünme arzusu uyandırması. Bu anlamda Öztürk’ün yazı aracılığıyla okur ile kurduğu bağın son derece dinamik ve sıcak bir bağ olduğunu söyleyebiliriz.

Öztürk’ün önemli bir ilgisi de siyaset. Siyasetin yazı/edebiyat ile olan ilişkisi bugünün meselesi değil aslında. Hatta edebiyatın bizatihi kendisi, yukarıda Eagleton’ın da vurguladığı üzere, belli politik toplumsal koşullar etrafında şekillenmiş tarih içerisinde. Hasan Öztürk’ün siyaseti –neredeyse– edebiyatın bir parçası olarak görmesi, Hannah Arendt’in “Sanat ile siyaseti birbirine bağlayan ortak unsur, her ikisinin de kamu dünyasına ait görüngüler olmasıdır[4] sözünü doğrular nitelikte. Edebiyat (daha da genellersek sanat) gerçekten de bir “ortaklıklar” dünyasının çıktısı. Bu anlamda edebiyatı anarken ister istemez politikadan bahsedilmesi politikanın edebiyata kurduğu tahakkümü görmek açısından önemli olabileceği gibi, edebiyatın dolaylı yoldan –özellikle aktüel anlamda– politikayı etkilediğini fark etmek açısından da önemlidir. Bu ikisini ortak bir çatıda birleştiren de budur: İnsan yapımı olma.

Öztürk takındığı yer yer iğneleyici ve sert üslupla da şahsına münhasır olma özelliğini koruyor. Sözünü esirgemeyişi “kutsalları yıkma” vazifesini kendinde gördüğünden midir bilinmez, ancak bugün pek çok farklı okurun (ve edebiyat kamusunun) “kutsal” gördüğü isimlere sivri kalemiyle dokunmaktan geri durmuyor. En can alıcı yazılardan birinde Tanpınar üzerinden Cemil Meriç’e dokunan yazar bugünkü Meriç sevenleri de üzecek nitelikte sözler sarf ediyor. “Cemil Meriç, Romancı Ahmet Hamdi Tanpınar’ı Okudu mu?” başlıklı yazısında Cemil Meriç’in edebiyatı yorumlama biçimindeki problemlere değinirken, onun 1979 tarihli bir konuşmasında Kemal Tahir’i “büyük romancı” olarak anmasındaki “ideolojik” yaklaşıma vurgu yapıyor. Öztürk’ün dediği gibi, ideoloji biterse yazar da biter düsturu Kemal Tahir için geçerli olmuş mudur/olacak mıdır bilinmez, ancak gerçekten de Tanpınar için söylediği “ideolojik beklentiyle okunacak bir romancı değildir ve onu büyük yapan da budur” (s. 34) sözleri politik/ideolojik olanla edebi/estetik olan arasındaki ilişkiyi görmek açısından önemlidir. Yazının sonunda Cemil Meriç için söyledikleri ise Meriç’in bir anlamda “eksikliğini” kavrayabilmek açısından dikkate değer:

“Okuyabildiğim kadarıyla Cemil Meriç yazılarında Tanpınar’ın romanlarından birinin adıyla karşılaşmadım, Tanpınar’ın romancılığına yönelik ad verilen bir cümle de göremedim. Kendi adıma Cemil Meriç külliyatında Mahur Beste, Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlarını görmek isterdim; romanlarından çıkıp bir kültüre eklenmiş Hayri İrdal, Mümtaz, Nuran, Behçet Bey ve İhsan adlarıyla karşılaşmak isterdim bunca ahkâmın satır aralarında. Tanpınar’ın üslubunu ‘bayırı çıkan katarlardan müteşekkil bir trene’ benzetip de sevemeyen –muhtemelen de okumayan– Cemil Meriç 1950’lerde sükût suikastına uğramış romancı Tanpınar’ı sonraki yıllarında okuyabilseydi keşke. Evet, keşke!” (s. 38)

Bu ilk başta abartılı gelebilecek bir dil gibi görünse de, metnin bütünlüğü içerisinde Öztürk derdini gayet derli toplu ve anlaşılabilir biçimde sunarken yerinde tespitlerle de destekleyebiliyor. Öztürk’ün metinlerinin “kendi kuyruğunu kovalamıyor” oluşunun bir sebebi de metinler içerisinde sık sık başka yazarlara, başka metinlere atıflar verilmesi. Ele aldığı konu kendi ekseninden sapmadan, klişe tabirle bir pergel misali, tek ayağı sabitken diğer ayağının farklı bölgelerde dolaşması neticesinde geniş sulara açılıyor. Okuru zenginleştiren bir yön de bu. Kaldı ki sadece okuru değil, metnin bizatihi kendisini de zenginleştirir bu tutum. Yazının imkân ve sınırlarının bir hayli zorlandığı yazılar okurun zihnini de bu anlamda oldukça zorluyor. Kolayı seven okurlar bu yüzden Hasan Öztürk’ün metinlerinde aradığını bulamayabilir. Onun kadrajındaki okur farklılıklardan ve zenginliklerden korkmamalı, katmanlı anlatının dinamik satır aralarında kendini kaybetmeye hazırlıklı olmalı. Ama bu kayboluş her şeye rağmen okuru korkutmasın. Öztürk’ün labirentlerinin mutlaka bir ucu görünür durumda. Bu yüzden yazıların son satırına gelindiğinde bu kayboluş kendini diri bir “buluş”a bırakıyor.

Öztürk bu kitabında “öykü”ye de özel bir önem atfediyor. Öykü için romanın üvey kardeşi dersek yalan olmaz sanırım. Oldukça “popüler” bir tür olan romana göre öykü her zaman için bir adım geride kalmış bir anlatı biçimi. Daha dar alanda, etkili sözler söyleyebilme sanatı olan öykü için Üç Duraklı Yolculuk’ta özel bir yer ayrılması, öyküye hak ettiği itibarın verilmesi anlamına da geliyor. Genç öykücülerden Oğuz Atay’a, öykümüzün yapıtaşı Sait Faik’ten dünya edebiyatının önemli isimleri Dostoyevski ve Albert Camus’ye kadar pek çok farklı yazarın ismi geçiyor yine bu alt başlıkta. Edebiyata “öykü” penceresinden bakılan bu durakta, öykünün de aslında hayatı anlama ve anlatmaya ne kadar müsait bir tür olduğunu da görüyoruz böylece okurlar olarak. Semih Gümüş “Yalansız Öyküler” başlıklı bir yazısında şöyle diyor: “Öykünün, bir özgürleşme alanı olarak yeri şiirin üstünde değil; ama romanın yalancı dünyaların edebiyatı oluşundan pek çoklarının hoşnut kaldığı şu yıllarda, yalnızca özgürlükten ve özgürleşmiş bireylerden beslenen tür oluşu, öykünün şimdilerde edebiyatımızın önüne koşulmasının başlıca nedeni.”[5] Hasan Öztürk de öykünün bu anlamının farkında bana kalırsa. Evet, öykü hiçbir zaman “roman” gibi bir tür olmadı. Doğuş evresi, ortaya çıkışı ve yükselişiyle bugün geldiği konum, edebiyatta mutlak bir roman iktidarı olduğunun göstergesi. Ancak öykü türünde üretilenler de bu dünyaya dair, insana ve topluma dair pek çok şey söylemiş ve söylemeye de devam edecek gibi. Ben Üç Duraklı Yolculuk’ta öyküye özel bir bölüm açılmasını her anlamda olumlu buluyorum bu yüzden. Özellikle öykü türünde genç yazarların başını çektiği ciddi bir üretim bolluğu yaşanıyorken artık öyküyü en azından üvey evlatlıktan azat edip öz evlatlığa terfi ettirmenin vakti gelmedi mi?

Bir şey yapmak ile bir şey olmak ‘yazan’ kişinin ‘yazar’ kişi oluşuna dönüşmesidir ki, emek isteyen bir süreçtir bu” (s. 132) diyen Öztürk bu emek isteyen süreci ilmek ilmek dokuyor Üç Duraklı Yolculuk’ta. Edebiyatın anlam alanını genişleten, okurun ufkunu açan ve kutsal sayılanları yıkmakta beis görmeyen yazılarıyla edebiyat kamusuna ciddi bir armağan sunuyor böylece. Üç Duraklı Yolculuk baştan beri sorduğumuz “Edebiyat nedir?” sorusunun kesin bir cevabını vermiyor belki ama edebiyatın ne olabileceğine dair ciddi ipuçları sunuyor. Öztürk hem akıcı dili hem de besleyici anekdotlarıyla okura zengin bir dünyanın kapılarını açıyor. Meraklı okurlar için özellikle belirtmem gereken bir son not daha var: Bazı yazıların sonundaki açıklamalar ve kaynaklar gerçekten Öztürk’ün açtığı kapıların ardındaki başka kapıları göstermesi bakımından da çok önemli. Tavsiyem odur ki, Öztürk’ün beslendiği kaynaklara dikkat etsin okur. Mutlaka kendine yeni/farklı bir/kaç yol daha bulacaktır böylece.

Edebiyatın nerede başladığı bilinmez. Görünen o ki yolun nereye varacağını da kestirmek zor. Hasan Öztürk okura “yolda olmanın” en keyifli anlarını gösteriyor. Pierre Bayard, “Eser, yazarın içinde gelişen ama onu aşan ve yazara indirgenemeyecek bir yaratma sürecinin ürünüdür[6] diyor. Öztürk’ün yazdıkları da Bayard’ı doğrular cinsten. Kendinde oluşan/gelişen ama kendini aşan metinler… Belki de bu yüzden sadece bugüne değil, geleceğe de bir şeyler söylüyor. Ne mutlu duymak isteyen, Üç Duraklı Yolculuk’a çıkmak isteyen okura!

 

NOTLAR:


[1] Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı, çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı Yayınları, s. 30.

[2] Jean-Paul Sartre, Edebiyat Nedir?, çev. Orçun Türkay, Can Yayınları, s. 58.

[3] John Sutherland, Edebiyatın Kısa Tarihi, çev. Tufan Göbekçin, Alfa Yayınları, s. 13.

[4] Hannah Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında, çev. Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınları, s. 259.

[5] Semih Gümüş, Öykünün Bahçesi, Can Yayınları, s. 182.

[6] Pierre Bayard, Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz?, çev. Aysel Bora, Everest Yayınları, s. 38.