Yakın gelecekten haberler

Tokyo'nun-Son-Çocukları

Tokyo'nun Son Çocukları

YOKO TAWADA

çev. Hüseyin Can Erkin Siren Yayınları 2020 128 s.

Uzak bir zamanda bilinmeyen bir felaket sonrası Yoşiro, torunun oğlu Mumei’nin bakımını üstlenmek zorunda kalmıştır. Çocuk da kendisi de bir şekilde yalnızlığa terk edilmiştir. Mumei; doğduktan kısa bir süre sonra öldüğünden annesiz, kendisinden haber alınamadığından babasız kaldığı için büyük dedesinin bakımına muhtaçtır.  Dünyaya olduğu kadar kendi içinde de kapalı bir Japonya görürüz. Bir kehanet gibi de okunabilecek fütürist romanın okuru işin bu boyutlara ulaşıp ulaşmayacağını merak etmekten kendini bir türlü alamaz.

İSA DARAKCI

Japonya doğumlu Yoko Tawada, Almanya’da yaşayan, eserlerini hem Japonca hem Almanca kaleme alan çift dilli bir yazar. Geçtiğimiz yıllarda Bir Kutup Ayısının Anıları ile bizi Avrupa’nın belli başlı şehirlerinde gezdiren Tawada, yenilerde yayımlanan Tokyo’nun Son Çocukları ile bu kez kaçınılmaz bir geleceğe götürüyor okurlarını, yaşamın neredeyse imkânsız olduğu bir geleceğe, yaşlıların sağlıklarını nispeten koruduğu, çocuklarınsa türlü hastalıklarla malul, hemen her türlü bitki ve hayvanın yok olduğu, kelimenin tam anlamıyla fakir bir tabiatın ortasındaki bir dünyaya.

(Yoşiro) “Papatyaya baktıkça çocukluk yıllarında kırda sırtüstü uzanıp göğü izlediği zamanları anımsıyordu. Hava ılık, otlar serindi. Uzaklardan kuş cıvıltıları duyuluyordu. Başını yana çevirdiğinde az ötede, göz seviyesinin biraz üstünde açmış bir papatya görüyordu. (…) Mumei doğduğundan beri bir kez bile gerçek kırda oynamamıştı.” (s. 12)

Uzak bir zamanda bilinmeyen bir felaket sonrası Yoşiro, torunun oğlu Mumei’nin bakımını üstlenmek zorunda kalmıştır. Çocuk da kendisi de bir şekilde yalnızlığa terk edilmiştir. Mumei; doğduktan kısa bir süre sonra öldüğünden annesiz, kendisinden haber alınamadığından babasız kaldığı için büyük dedesinin bakımına muhtaçtır.  Dünyaya olduğu kadar kendi içinde de kapalı bir Japonya görürüz. Her bir ülke başkalarına zararı dokunmasın diye sınırları diğerine kapatmıştır. Üstelik Japonya’yı oluşturan ve anakaraya bağlı olan yarımadalar, zamanla fayların kırılması sonucu birer kapalı adaya dönüşmüştür artık. Başta meyve sebze olmak üzere en temel gıdalar bile bulunamıyordur.

Bu kıyamet senaryosuna neyin sebep olduğu açıkça belirtilmese de olayın mekânı ve kitabın yayımlanma zamanı (Japonya, 2014), Fukuşima’yı akla getiriyor. 2011 yılındaki nükleer santral kazasıyla ilgili yazılıp çizilenler, ağır çekim bir felaketin yaşanmakta olduğunu işaret ediyor. Üzerinden neredeyse on yıl geçen ve Japonya’nın Çernobil’i olarak adlandırılan Fukuşima kazası nedeniyle ilk ölüm geçen yıllarda gerçekleşmiş durumda. "Meyve Krallığı" olarak bilinen ve şeftalisiyle ünlü Fukuşima, adı deprem ve onun yol açtığı nükleer felaketle anılıyor ve içme suyunun nükleer atıkla kirlenmesi sonucu bazı kasabaların tamamıyla tahliye edildiği biliniyor. Söylenenlere göre erimiş nükleer yakıtın çıkarılması için en iyimser tahminle 2050’yi beklemek gerekecek. Bu da aslında daha hiçbir şeyi görmediğimiz anlamına mı geliyor?

Bu noktada Çernobil’le ilgili bir parantez açmak gerekiyor. Olayın sıcaklığı henüz üzerindeyken gerektiği gibi önemsenmeyen, üzerinden yıllar geçtikçe kendini iyice belli eden felaketin boyutları hakkında Svetlana Aleksiyeviç’in Çernobil Duası - Geleceğin Tarihi  kitabı bir fikir verebilir. Aleksiyeviç, kitapta Çernobil’in ötesini berisini araştırıp yorumlamak yerine alışılagelen tarzın dışına çıkarak tanıkların anlattıklarını kendi ağızlarından yazar ve facianın büyüklüğü ile bizi baş başa bırakmayı tercih eder. Bir yazar olarak aradan çekildiği için bu radyoaktif felaketin kurbanlarının bütün dramını iliklerimize kadar hissederiz.  Kitabın daha başında verilen karşılaştırmalı rakamlara bir göz atalım:

“Bu, küçük bir ülke olan Belarus için (1O milyon nüfuslu) milli bir felaketti. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Naziler, 619 Belarus köyünü sakinleriyle birlikte yok etmişlerdi. Çernobil sonrasında ise ülke, 485 köy ve yerleşim alanını kaybetti. Bunlardan 70 tanesi toprağa gömüldü. Savaş sırasında her dört Belarusludan biri öldürüldü; bugün ise her beş Belarusludan biri radyoaktif bölgede yaşıyor. 2,1 milyon insan demek olan bu rakamın yaklaşık 700.000'ini çocuklar oluşturuyor. Belarus'taki nüfus azalmasına neden olan demografik faktörlerden en önde geleni radyasyondur ve radyasyondan en fazla etkilenen Gomel ile Mogilev bölgelerinde, ölüm oranı doğum oranını %20 aşmış durumdadır.” (s.10)

Tawada beklenmedik yükseklikte dalgalarla gelen tsunaminin yol açtığı bir nükleer santral kazasıyla romanını dar bir kalıba sığdırmayı, tek olayın etrafında dolandırmayı seçmemiş. Yalnızca nükleer santralleri ortadan kaldırmakla sorunun çözüleceğini sanmak en hafif tabirle safdillik. Bu küçük kitap, insanın insana, insanın doğaya yaptıkları, yönetim sorunları, dilin kullanımı gibi birçok konuda ustalıklı dokundurmalarla dolu.

Distopik yazarlarda alışık olduğumuz makinelerin insafına kalacağımıza dair öngörüler etrafında dolanan metinlerdekine benzer bir mekaniklik yok Tawada’da. Öte yandan gereksiz ve aşırıya kaçan duygusal bir dile başvurmadan okurunu etkileyerek hikâyenin içine çekebiliyor. Mumei’nin şahsında bütün çocukların güçsüzlükleri, hastalıkları, terk edilmişlikleri paratoner gibi yüklenmesine isyan ediyor gibidir.

"Soylarının onların sorumsuzlukları yüzünden bu hale geldiği düşüncesi yaşlıları suçu hissettiriyordu.” (s. 84)

Tawada, sistemi de eleştirmekten geri durmuyor bu arada. Tokyo’nun Son Çocukları gelecekteki yönetim şekillerinin, güvenlik ve korunma içgüdüleriyle nasıl bir hâl alacağını önümüze şu şekilde seriyor: Yabancı sözcüklerin yasaklanması, çağrışımlarından korkulan sözcüklerin yerine daha zararsız yenilerinin ikamesi, aynı zamanda bir yazar olan Yoşiro’nun yazdığı roman müsveddesini ‘ya yazdıklarım gerçek durumla örtüşürse’ korkusuyla gömmesi, dolaşımdaki bilgilerin konjonktüre göre uyarlanması, arabaların tarih olması, internetin ortadan kalkması…

Bir kehanet gibi de okunabilecek fütürist romanın okurları işin bu boyutlara ulaşıp ulaşmayacağını merak etmekten kendini bir türlü alamaz. En çarpıcı örnekse Orwell’ın 1948 yılında kaleme aldığı romanda yazdıklarının daha 1984’ü görmeden birçok bakımdan gerçeğe dönüşmüş olmasıdır. Öyleyse ileride, yasalar/yönetim açısından işler Tawada’nın öngördüğü gibi olacak mıdır? Ya da belki bu gerçeğin tam ortasında yaşıyoruzdur da haberimiz yoktur:

"Henüz uygulanmamış yasalar kadar korkutucu bir şey olamazdı. Birilerini hapse atmak istediklerinde kimsenin umursamadığı bir yasayı durup dururken uygulamaları yeterdi." (s. 31)

Ama bir şeyi kesin olarak biliyoruz ki o da medyada çıkan haberlerde gündelik siyasetin belirleyiciliği. Tıpkı romanda sağlık haberlerinin bahar havası kadar değişkenlik göstermesi gibi:

“Sağlığınız için erken kalkın.” diye bir haber çıkıyor, ama hemen birkaç gün sonra “Sabah geç kalkan çocuklar daha çabuk uzuyor,” başlığı gözüne çarpıyordu. “Ara öğün yiyen çocuklarda iştah sorunu” haberinin peşi sıra çocuklara istedikleri zaman atıştırmalık verilmezse bu durum buhrana yol açıyor.” iddiasında bir makale yayımlanıyordu. Çocuklarınızı yürütün diye bir uzman görüşü çıkar çıkmaz zorla yürütülen çocuklarda menisküs problemleriyle ilgili yazılar yazılıyordu.” (s.29)

Yönetim/güvenlik sorunu demişken Tokyo’nun Son Çocukları’nı diğer distopik romanlardan ayıran bir özelliğe de değinmek gerekiyor. Tawada, keskin bir mizah duygusuyla bütün bunlarda azımsanmayacak bir payının olduğunu düşündüğü yönetime, sisteme alaycı eleştirilerini sıralamadan geri durmuyor. Eski gazeteleri dönüştürerek tuvalet kâğıdı haline getiren Yoşiro’nun aklından geçenler yazarın mizah duygusunu en iyi gösteren çarpıcı örnekler olarak karşımızda duruyor.

Siyasetin kıçına yapışıp kalabileceğini düşününce irkiliyordu ama kâğıt tenine dokunduğunda harflerin ters döndüğünü aklına getirerek kendini rahatlatıyordu. Kıçının altında şimdiye kadar gelişen hadiselerin tersi vardı ve tepetaklak olmalarıyla muhalefet yaratıyorlardı. (s.29)

Yazarın mizahla çıkış araması, akla bir cezalandırma türü olarak ‘gülme’yi getiriyor. Bir nevi gülerek cezalandırma! Sözcüklerin tahripkâr gücünü yedeğine alarak itirazlarını ardı ardına seslendiriyor yazar. Bu eleştirilerden ihmalkârlık ve başka sebeplerle dünyayı yaşanmaz bir yer haline getirenler, dili bir iletişim aracı olmaktan çıkarıp gerçekleri gizleme aracı yapanlar, iklim değişikliğinde payı olanlar da dahil herkes payını alıyor.

Dilin gerçeği açığa çıkarmak için değil örtmek, gizlemek, için kullanılması da dikkate değer:

“Yaşlılara Saygı Günü” ve “Çocuk Günü”nün adı  “Ha Gayret Yaşlılar Günü” “Çocuklardan Özür Dileme Günü”. “Emeğe saygı günü” çalışmak istese bile çalışamayan gençler kırılmasın diye “Yaşayalım Yeter Günü” olmuştu. (s. 42)

Roman, alt üst olmuş bir dünyadan manzaralar seriyor önümüze: sağlık içinde yaşayan ihtiyarlara karşılık, hayatları pamuk ipliğine bağlıymışçasına türlü hastalıklarla cebelleşen çocuklar, el yazısıyla yazılıp yine elle çoğaltılan çeşitli veriler, (bu verilerin dijital değil fiziksel yolla saklanması da ayrıca mühim), ana babaların terk edip gittiği çocuklar… (öyle ki anne baba diye bir kavram bilinmediği için onların yokluğundan hiç bahsedilmez). Tersine dönmüş bu dünyada neyse ki çaresiz çocukların imdadına yetişen Yoşiro gibi insanların varlığı bir umut ışığı gibi parlıyor. Ne var ki sayfalar ilerledikçe bu himaye ve sahiplenme güdüsünün aslında bir tür suçluluk duygusundan kaynaklandığı anlaşılıyor. Tawada’nın sözü getirmek istediği yer de bence asıl burası.

Doğayı kendi heves ve amaçları uğruna tahrip etmekten kaçınmayan, bu uğurda başkalarını, başka canlıları hiçe sayan insanoğlunun gün gelip de varacağı yerin tüm bu yaptıklarından duyacağı pişmanlık olmayacağını söyleyebilir miyiz? Biz de Yoşiro gibi gündelik yaşamdaki sorunları görüp onlara çözüm bulamamanın öfkesini duyacak mıyız? Şimdi elimizi uzatsak bulabileceğimiz çeşit çeşit meyveyi sayıyla alacağımız günleri görecek miyiz? Pekâlâ balık ya da hayvan kemiklerinden elde edilebilecek kalsiyum için toprak aşırı kirlendiğinden yerin kilometrelerce altına inip dinozor kemiklerine ulaşmak gerektiği iddia edilecek mi acaba? Bütün o nükleer santraller, bulduğu her yeşilliğe beton dökmek için duyulan hırs, insanoğlunun bitip tükenmek bilmez bencilliğinin varacağı son noktayı işaret etmiyor mu? Romanı bence değerli yapan bu gerçeklere gözümüzü açması.

Andrei Tarkovsky “Asla fikrinizi kitleye iletmeye çalışmayın, bu nankör ve anlamsız bir görevdir. Onlara hayatı gösterin, onlar da değerlendirme ve takdir etme imkânını kendi içlerinde bulacaklardır.” der. Gerek Aleksiyeviç, gerekse Tawada’nın yazdıklarının öneminin buradan kaynaklandığı söylenebilir. Biri yaşanan zamana kayıt düşerek bize eksiksiz bir fotoğraf sunmuşken diğeri ise artık hiç de uzakta olmayan bir geleceği dokunaklı bir dede-torun hikayesi şeklinde önümüze seriyor.