LUCIA BERLIN
çev. Aylin Ülçer Siren Yayınları 2021 430 s.
"Öyküleri kitap olarak yayınlanan, ancak küçük ama sadık bir okur kitlesi tarafından beğenilen Berlin 2004 yılında öldü. Ölümünden on yıl kadar sonra yeniden “keşfedildi” ve bir anda uluslararası bir üne kavuştu. Kendi yaşamından esinlenerek kaleme aldığı, melankoliyle ironiyi bağrında taşıyan hüzünlü öyküleriyle çağdaş yazının yeni keşfedilen bir yıldızı olarak zamanda yolculuğuna devam etmekte."
Lucia Berlin maden mühendisi olan babasının işi nedeniyle maden kamplarında, şehir şehir, ülke ülke dolaşarak geçirdiği çocukluğunun ardından yaşamı boyunca hep çalışan, çocuklarını büyüten bir yazar: Temizlikçi kadın, lise öğretmeni, santral operatörü, hastane koğuş memuru, doktor asistanı ve üniversitede hoca…
Öyküleri kitap olarak yayınlanan, ancak küçük ama sadık bir okur kitlesi tarafından beğenilen Berlin 2004 yılında öldü. Ölümünden on yıl kadar sonra yeniden “keşfedildi” ve bir anda uluslararası bir üne kavuştu.
Kendi yaşamından esinlenerek kaleme aldığı, melankoliyle ironiyi bağrında taşıyan hüzünlü öyküleriyle çağdaş yazının yeni keşfedilen bir yıldızı olarak zamanda yolculuğuna devam etmekte.
Lucia Berlin (1936-2004), yıllarca öykü yazmış, yazdıkları yayınlansa da sınırlı bir okur çevresi dışında pek kimsenin ilgisini çekmemiş bir yazar. Ancak vefatından sonra bazı öyküleri Temizlikçi Kadınlar İçin El Kitabı adıyla yayınlanınca kitap beğenilir ve çok satanlar listesine girip ödüllere aday gösterilir.
Kitaba adını veren öykünün kahramanı temizlikçi bir kadın. Yaşlı, hastalıklı, unutkan bir kadın olan Bayan Jessel’in yanında çalışıyor, ama bundan dolayı da çok mutlu değil! Kadın sık sık küçük sorunlar çıkartıyor, bazen verdiği çeki imzalamayı unutuyor, bazen de bozuk parası çıkışmıyor! İlacını alıp almadığını sormak için telefon edip evin içinde onu gölge gibi takip ediyor. En büyük korkusu temizlikçi kadının onun bir şeyini çalması. Ama temizlikçinin bir ilkesi var: Çalınmasından korkulan eşyaları çalmayacaksın! Bu nedenle yalnızca fark edilmeyecek, küçük hırsızlıklar yapıyor! Ev sahibesi küçük bir hediye verdiğinde de asla reddetmiyor ve teşekkür ediyor. Meslektaşlarına ilk tavsiyesi bu. İkinci tavsiyesi, asla arkadaşlarının evinde çalışmamaları. Çünkü haklarında çok fazla şey bildiğiniz için gönül koyuyorlar ya da siz onlardan hazzetmemeye başlıyorsunuz. Bir başka tavsiyesi ise ev hayvanlarıyla ilişki. Kedileriyle asla samimi olmamak gerekiyor, yoksa ev sahibi kıskanıyor. Ama köpeklerle samimi olunabilir!
Okul çağına gelmemiş çocukların olduğu bir evde de işler kolay değil, avaz avaz çığlıklar arasında kuruyup oraya buraya yapışmış lekelerle uğraşmak gibi bir riski var. Hiç uğranmayacak bir yer de psikiyatrların yanı; akıl verirken delirtebilirler! Özgürleşmiş kadınların yanında çalışmak da kolay değil, ama Yahudilerin veya siyahilerin yanında çalışmak iyi, çünkü hem öğle yemeği ikram ediyorlar hem de emeğe saygı duyuyorlar. Bunların dışında, diplere köşelere girerek derinlemesine temizlik yapıldığını, eşyaları yanlış yerleştirerek her şeyin elden geçirildiğini göstermek de önemli.
Lucia Berlin. Albuquerque, New Mexico, 1961
“Sessizlik” adlı öyküde yazar çocukluğuna döner. Babasının işi dolayısıyla dağlardaki madenci kasabalarında yaşadıkları ve sık sık taşındıkları için arkadaş edinmeye fırsat bulamaz, “genelde uyuyan ya da kitap okuyan” annesi de onunla konuşmaz. Konuştuğu yegâne kişi babası. İş dönüşü veya bir vesileyle beraber olduklarında durmaksızın konuşur!
Günlerden bir gün babası ülke dışına gider ve annesi de onunla birlikte ailesinin yanına taşınır. Okul yılları başlar başlamaz pek çok zorlukla karşılaşır. Okuması iyidir ama aritmetiği bir türlü beceremez. “Eğri omurgası yüzünden sırtında lenduha gibi bir korse vardır, uzun boyludur ama hâlâ çocuk gibi görünmektedir.” Diğer çocuklar onu tuhaf bir yaratık olarak görmektedir. Ayrıca sürekli altına yapar ve bu nedenle okula gitmek istemez. Annesi onu oradan alıp özel bir okula gönderir. Ancak orada da başına tatsız tuzsuz işler gelir. Önce ailesi diğer çocukların aileleri gibi varlıklı insanların yaşadığı bir semtte oturmadığı için ve saçlarından dolayı kimse onunla arkadaş olmaz. Ardından da hırsızlıkla suçlanır ve annesi konuyu araştırmadan onu cezalandırır. Çalışkan bir öğrenci olduğu için de arkadaşları bir kez daha ondan nefret ederler!
Yaz tatili başlayınca okul dertleri biter ama bu sefer de zaten konuşmayan annesi, dedesi ve anneannesi gündüzleri işe gittiği için yalnızlığı bitmez. Yegâne konuşan, eve geldiği zamanlar dayısıdır. Serbest düşünceli bu adam bazen onu gezmeye götürür, bazen bazı işleri beraber yaparlar. Bir de tam bu sıralarda da yan komşularının oğlu Hope ile arkadaş olur. Aslen Suriyeli olan Hope’un geniş bir ailesi vardır. Kısa zamanda küçük kız bu ailenin bir parçası olur, Hope’un ağabeyi Sammy sayesinde şehirde dolaşmaya başlarlar. Bilmediği, o güne kadar görmediği pek çok şeyi görür, öğrenir. Ama kendilerini aldattığı için Sammy ile konuşmama kararını birlikte aldıkları halde, bu kararı ihlal ettiği için Hope onun arkadaşlığını reddeder! Bir süre sonra da hem onlar hem de dayısı gidince yalnız günleri yeniden başlar.
Üçüncü öykü olan “El Tim”de yazar, öğretmenlik zamanlarında yaşadığı bir olayı anlatır. Ortaokulda İspanyolca öğretmektedir, misyoner okulu olduğu için öğretmenlerin ve idarecilerin bir kısmı rahibedir. Rahibeler öğrencilerin sigara içip içmediğini devamlı kontrol ederler ve maddi olanakları kısıtlı çocuklara, suç işlemeleri an meselesi olan asi gençlere öğretmenlik yaptıklarını düşünürler. Yüzlerinden yorgunluk, bıkkınlık akmaktadır! Erkek öğrenciler giyim ve kuşamlarıyla çete üyelerini çağrıştırmakta, aralarında İngilizce, İspanyolca ve hipster melezi bir dil konuşmaktadırlar. İspanyolca konuşulan ülkelerde uzun yıllar kaldığı için o, bu dili iyi bilmekte, öğrencilerin belden aşağı konuşmalarını, marihuana ve polis için kullandıkları argo sözcükleri anlayabilmektedir. Hatta bu vasfı öğrencilerde hayranlık uyandırmıştır. Rahibelerin aksine, onun öğrencilerle bir meselesi yoktur.
Bir gün okul müdiresi olan rahibe onu yanına çağırır ve “Timothy Sanchez okula geri dönüyor” der. Tim hırsızlık yaptığı ve uyuşturucu kullandığı için ıslahevine girmiş bir öğrencidir ve kurul onun ortaokula geri gönderilip hızlıca mezun edilmesi gerektiği konusunda bir karar almıştır. Şartlı tahliye memuru gelişimini izleyecektir. Ertesi gün bıçkın delikanlı okula geri döner. “Pachuco (Meksika kökenli çete üyesi) bitirimlerine özgü takçıs-takçıs-takçıs ritmiyle, sırtı özellikle kambur, boynu hindi gibi önde, yaylanarak yürüyen” Tim’in kıyafeti de yürüyüşü gibi değişiktir. Yakası beline kadar açık bir gömlek, kalçalara sıkıca oturan düşük belli bir pantolon ve boyunda ağır zincirden sarkan altın bir haç. Sınıf arkadaşları onu saygı ve sessizlik içerisinde karşılarlar.
Tim zeki bir çocuktur ve İspanyolca öğretmenini sever, özellikle kompozisyon derslerinde çok başarılıdır. Ama bir türlü de tekin duramaz, sonunda bardak taşar ve sınıftan tokat yiyip kovulur. Ancak dışarı çıkan Tim bahçeden sınıfa bir taş fırlatıp camı tuzla buz etmeyi de ihmal etmez! Tim ile öğretmeni arasında yaşananlar araya girenlerin çabalarıyla, bitirim gencin sınıfa yeniden dönmesiyle sona erer. Sınıfa dönerlerken Tim, öğretmenine “Ne demeye vurdun ki bana?” diye sorar. Öğretmeni “Çünkü terbiyesizlik yaptın, kabalık ettin” diyecek olur ama küçümseyerek gülümsemesini görünce bunu demesini beklediğini anlar ve “Kızdığım için vurdum sana. Dolores’e yaptığına ve fırlattığın taşa kızdığım için. Canım yandı, beni aptal yerine koyduğunu hissettim çünkü” der. Bu cevap üzerine Tim, “Sanırım ödeştik o halde” diyerek yürümeye devam eder!
Lucia Berlin’in yakından tanıdığı yerlerden biri de hastanelerdir. “Acil Servis Defteri, 1977” adını verdiği öyküde burada yaşananları ve yaşadıklarını anlatıyor. Ambulanslar sirenleri kapatılmış olarak, sessizce acil servise gelip hastanın durumuyla ilgili bilgileri telsizden veriyor ve eğer ciddi bir durum söz konusu ise tüm personel gelen hastayı kapıda karşılayıp hemen müdahaleye başlıyorlar. Yazar, “marazi bir yanı” olduğu için acil servisi sevdiğini ifade ediyor. Ancak acil serviste işler kolay değil; hastalar kadar hastaların yakınları, verdikleri aşırı tepkiler hayli yıpratıcı. Onlar da bazen gayri ciddi bir sebeple oraya gelenleri alay konusu yapıyorlar. Bazı hastalar çok yemekten hazımsızlık çektiği veya boynu tutulduğu için soluğu acilde alırken, sarhoşlar ve tekrar tekrar intihara kalkışanlar hemşireleri arsızca meşgul ediyor. Sedye üzerinde yalnızlığını anlatıp hemşireden telefon numarasını isteyenler, uğruna intihara yeltendiği sevgilisiyle kavga edenler! Bu zor dünyanın başka bir yanı da bunlar.
Bir başka hastane öyküsü de “İlk Bağımlılık Tedavisi” adını taşımakta. Carlotta bir sabah gözlerini bağımlı hastaların tedavi edildiği koğuşta açar. Biraz sonra koridora çıkıp etrafa bakınmaya başladığında buradakilerin hepsinin erkek olduğunu görür. Polisin getirip yatırdığı sokak ayyaşları, gidecek bir yeri olmadığı için buraya gelip, yatanlar… Hepsi buradadır:
“Yemekler iyi, ama soğuktur. Tepsini servis arabasından kendin alıp götürmen gerekmektedir. Ama çoğu insan başta bunu beceremez ya da tepsiyi elinden düşürür. Erkeklerin bazıları öyle fena titremektedirler ki, tepsiye eğilip kediler gibi yalaya ısıra yemektedirler.”
Hastalara ilk günlerde ilaçlar verilir, bir de akşamları “Adsız Alkolikler” gelip grup terapiler düzenlerler. Carlotta burada bir hafta kalır ve evine döner. Evini ve işini derleyip toparlanmaya başlar. Kafası karışıktır, içki içmemesi, hele hele sarhoşken araba kullanmaması gerekmektedir. Ama onun gelecekle ilgili hiçbir fikri yoktur. Sadece ertesi gün için alınacaklar listesine elma sirkesini ekler. Çünkü “evde sirke olarak sadece şarap sirkesi vardır”.
Lucia Berlin, öykülerinin bazılarında çamaşırhanelerde yaşananları konu edinir. “Angel’in Çamaşırhanesi” bu öykülerden biri. Önceki çamaşırhaneleri beğenmeyip yeni bir yer aramaya başlayan yazar sonunda burasını bulur. Evine hayli uzak olduğu halde haftanın belli günleri gidip gelmeye başlar. Ne zaman gelse, uzun boylu, “ihtiyar bir Kızılderili” oradadır. Aylarca birbirlerini gördükleri, yan yana oturdukları halde konuşmalar. Adam sadece viskisini yudumlayıp ellerine bakar! Ama asla kimseyi rahatsız etmez.
Nihayet günlerden bir gün bu sessiz zamanlar sona erer ve yaşlı adam isminin Tony olduğunu söyler. Kabilesinin reisi odur. Karısının evlere temizliğe gittiğini, dört oğlu olduğunu, birinin Vietnam’da öldüğünü, en küçüğünün de canına kıydığını anlatır. Yazarın adını İtalyanca olarak telaffuz eder: Lu-çii-ya. İkinci Dünya Savaşı’nda İtalya’da bulunmuştur. Bir gün çamaşırhaneye kötü bir durumda girer, yolda kavga etmiş adamlar viski şişesini kafasında kırmışlardır. Çamaşırhanenin sahibesi Angel ona ütü odasında yatıp dinlenirse yarım litre viski alacağını vaat eder.
“Angel ona Günübirlik felsefesini anlatırken ben de yıkanmış çamaşırlarını kurutma makinesine aktardım.
Ütü odasından çıktığında on sentlerini elime tutuşturdu. O, Jim Beam’in kapağıyla cebelleşirken ben de kıyafetlerini bir kurutma makinesine doldurdum. Yerime oturmama fıorsat kalmadan bana bağırdı.
“Ben bir şefim! Apaçi kabilesinin bir şefiyim ben! Siktir!”
“Sen de siktir şefim!” Öylece oturmuş içilyor, bir yandan da aynadan ellerime bakıyordu.
“Nasıl oluyor da senin gibi koskoca bir şef Apaçilerin çamaşırlarını yıkıyor?”
Bu karşılıklı yaralayıcı sözlere rağmen ikisi de gülümserler. Şef Berlin’in sigarasını yakar ve biraz sonra sızar.
O günden sonra Kızılderili’yi bir daha asla görmez.
•