NEIL POSTMAN
çev. Mustafa Emre Yılmaz Sentez Yayıncılık 2016 198 s.
Her çağda teknolojik imgelemlerle bir düş içerisinde seyreden insanlığın hali, Neil Postman’ın sorduğu soruyu güncel kılıyor: “Teknoloji kime daha fazla özgürlük ve güç sağlayacak? Kimin özgürlüğü ve gücü azalacak?”
“Teknopoli tapınağı”nın dijital müritleri haline geldiğimiz şu günlerde ibadet ettiğimiz şey teknolojidir. Bu yargıyı zamanın ötesinden seslendiren Postman, çığır açan eserinde kültürün teknolojiye karşı teslim oluşunu dinamik bir şekilde sunar. Teknopoli, insanlığın başından bu yana gelişen kültürel boyutunun ayrıntılı bir tür vaka incelemesidir. Kültürel teslim oluşu sanatsal görü ile ortaya koyan Postman, bu yoksunlaşma sürecine karşı problematiği belirleyerek avangard önerileriyle dijital bireye dozunda bir uyarı metni göndermektedir.
“Bir zamanlar Homeros'ta, Olimpos Dağı'ndaki tanrıların gözünde bir tür sergi malzemesi olan insanlık, şimdi kendi kendisi için bir sergi malzemesi olup çıkmıştır” diye not düşüyordu Walter Benjamin, ünlü tezi Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı'nın sonsözüne. Postman'ın satırları, Koreli filozof Byung-Chul Han’ın da öne sürdüğü gibi, disiplin toplumlarının yerini çoktan performans toplumuna bıraktığı gösteri çağına en başından beri ayak uyduran ABD’den insanlığa gönderilmiş bir çığlıktır: Kendi yıkımını birer sergi malzemesi olarak birinci sınıf estetik haza dönüştüren elektronik insana, bu insanın kültürüne yabancılaşmasına dair bir başkaldırı niteliği taşır.
Postman’ın kültürel imgeleriyle beslenen dehası, Platon’un Phaedrus adlı eserinde, Yukarı Mısır’ın büyük bir şehrinin kralı Thamus ve birçok şeyin mucidi Theuth’un yazıyı bulması üzerine gelişen alegorik bir sunusu ile açılır:
“Theuth, yazıyı bulduğunu ve bu buluşların Mısır’da adamakıllı bilinmesi ve mevcut olması gerektiğini söyler: ‘Sayın kralım, bu Mısırlıların bilgeliğini ve hafızalarını geliştirecek bir başarıdır. Bilgeliğin ve hafızanın reçetesini buldum.’ Thamus ise: ‘Ey mucitlerin piri, icat yapmak ayrı şey, icadın onu kullananlara fayda mı yoksa zarar mı getireceğini kestirmek ayrı şey. Yazıyı kullanmaya başlayanlar hafızalarını kullanmaktan vazgeçecekler ve unutkanlaşacaklar. Bir şeyleri hatırlamak için iç kaynaklarını kullanmak yerine harici birtakım işaretlere bel bağlayacaklar. Hakikati olmayan bilgelikleri sayesinde şöhrete ulaşacaklar fakat aslında bir yol göstericiden yoksun öğrencilerin sadece malumat sahibi olacaklar. Sonuçta belki bilgili sayılacaklar ama birçok şeyin cahili olacaklar.’” (s. 9-10)
Kral Thamus, ortaya koyduğu kehanetle insanın içerisine daldığı bir fantazmagori oluştururken okur-yazarların gerçek bilge olmak yerine bilgeliğin gururuyla yetinerek toplum içerisinde birer yük haline geleceklerini belirtir. Postman, yazının birçok yararını öngöremeyen Thamus'un cevabından hareketle teknolojik buluşların tek taraflı etkilerinin olduğunu varsaymanın bir hata olduğunu belirterek teknolojik buluşların, hem menfi hem müspet etkilerle değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatır. Thamus gibi teknolojinin menfi yönlerinden bahsetme eğiliminde olan tek gözlü kâhinlerin yanı sıra fanatik Theuth’lar tarafından kuşatılan bir evrende, teknofillerin teknolojik buluşların ne gibi zararlara yol açacağını görememekte olduğu, kitabın temel vurgularından biridir. Postman, yine de bir taraf tutulacaksa coşkulu yığınların sebep olduğu şamatayı dindirmek için muhalif bir sese her zaman ihtiyaç olduğunu belirterek, bir hata olduğunu bile bile Thamus'un tarafını seçer. Postman, Büyük Sohbetine, teknolojinin neler kazandırdığı ve kaybettirdiğini göz önüne getirebilmek amacıyla tarihin en kederli simalarından Freud'u davet eder.
“Bir insan şunu sorabilir: Benden yüzlerce kilometre uzakta yaşayan çocuğumun sesini duymam ya da mümkün en kısa zamanda arkadaşımın uzun ve zor yolculuğunu kazasız belasız atlattığını öğrenmem, memnuniyetimin ve mutluluğumun artmasına vesile değil mi?
Eğer uzak mesafeleri fetheden demiryolları olmasaydı, çocuğum hiçbir zaman doğduğu kasabayı terk etmeyecek ve onun sesini duymak için telefona ihtiyaç duymayacaktım. Eğer okyanuslar gemiyle aşılıyor olmasaydı arkadaşım bu yolculuğa çıkmayacak ve ben endişemi gidermek için telgrafa ihtiyaç duymayacaktım.” (s. 11)
Freud, teknoloji kritiğine, teknofilleri sevindiren ve onların düşüncelerini tasdik eden bir anlayışla başlarken teknolojik gelişmelerin nelere yol açtığını listeleyerek özden kopan insanoğlunun gelişmiş icatlarla ne denli kötü bir yola gittiğinin resmini çizer. Teknoloji, Thamus’un es geçtiği bir şekilde –yazıda olduğu gibi– bir güç kazandırır insana. Ancak yine Thamus’un belirttiği gibi, sinsi ve bir o kadar da tehlikeli bir şekilde hafızanın kendisinin küçümsediği hatırlama ile karıştırılmasına yol açar. Postman, yeni şeylerin yeni kelimelere ihtiyaç duyduklarını anımsatarak Thamus’un öğretisinin teknolojinin en önemli terimlerimizi zorla ele geçirmesi olduğunu ifade eder. Teknoloji, derin anlamlara sahip eski kelimeleri de değişikliğe uğratır. Alegorik anlatıda kral, yazının yeni bir yol gösterici olarak kullanma becerisi geliştiren insanların, böyle bir beceriye erişemeyenler karşısında haksız bir otorite ve prestije sahip elit grup haline gelecekleri tahmininde bulunur. Postman, bu kehanetten yola çıkarak satırlarında “bilgi monopolleri”nden bahseden Innis'e yer açar. Innis ve Thamus, bilginin tekelleşmesi paralelinde buluşurlar. Çünkü tıpkı Thamus gibi Innis de, teknolojinin işleyiş biçimi üzerinden kontrol sahibi olanların, bundan yoksun olanlar karşısında gücü ellerinde toplayarak bir bilgi monopolüoluşturduğuna inanmaktadır.
Her çağda teknolojik imgelemlerle bir düş içerisinde seyreden insanlığın hali, Postman’ın sorusunun güncelliğinin bir kanıtı: Teknoloji kime daha fazla özgürlük ve güç sağlayacak? Kimin özgürlüğü ve gücü azalacak?
“Öncelikle, demokratik değerlere, görece zayıf geleneklere sahip ve teknolojik gelişmelere açık kültürlerde insanlar teknolojik değişimi coşkuyla karşılama eğilimindedir. Ve bu insanlar teknolojik gelişmenin faydalarının er geç toplumun tümüne eşit derecede yayılacağına inanırlar.” (s. 16)
Teknoloji, bir şeyi diğerlerinden daha değerli kılan ideolojik bir önyargıdır. Bu durum Postman'a göre, McLuhan'ın ünlü aforizmasında kastettiği şeyi sunar: “Araç mesajın kendisidir”. Teknoloji böyle bir durumda her zaman avantaj sağlayabilir mi? Mekanik saati düşlememizi salık verir Postman. On ikinci ve on üçüncü yüzyıl Benedikten manastırlarına dayanan saat, dini ritüelleri tam zamanında yerine getirmeyi sağlayacaktı. Zamanın bu teknolojik gereci, manastırın çanlarında ibadet anlarını haber vermeye yaradı. Fakat bir sonraki yüzyılda manastırın ötesine taşarak işçilerin ve tüccarların hayatına düzenlemeler getiren bir araç olarak kayda geçti.
“Lewis Mumford'un da dediği gibi: ‘Mekanik saat, düzenli üretim, düzenli çalışma saatleri ve standart ürün fikirlerini mümkün kıldı.’ Kısaca, saat olmasaydı kapitalizm mümkün olmayacaktı. Paradoksal ve hayret verici olan ise, kendilerini çok katı bir şekilde Tanrı'ya adamak isteyen insanlar tarafından icat edilen saatin en çok, kendilerini para kazanmaya adayan insanlara yaramış olmasıdır.” (s. 19-20)
Kültür sınıflamaları, bilimsel bir çabanın ürünü olarak çağın teknolojik karakterini temele alır. Marx, matbaanın ortaya çıkışıyla ilgili olarak sözlü kültürün kesintiye uğradığını belirtirken, “eğer matbaa var olsaydı, İlyada'nın olması mümkün müydü?” der. Benzer şekilde, Toynbee, Sanayi Devrimi terimini popülarize ederken Bell, Post-Endüstriyel Çağı terimini öne sürer. Postman ise kitabında açıklamak üzere kültürleri bir grupta toplar: Alet kullanan kültürler, teknokrasiler, teknopoliler. On yedinci yüzyıla kadar her toplum alet-kullanıcısı olarak dikkat çekerken kültürlerin kullandığı araçlar arasında dramatik bir şekilde farklar göze çarpar. Alet kullanan kültürlerde en dikkat çeken özellik, bu aletlerin toplumları Tanrı’ya, geleneklere, kendi politikalarına, eğitim metotlarına, sosyal düzenin meşruiyetine inanmaktan alıkoyamamasıydı. Ortaçağ insanı makinelerin istilasına uğradığında, alet kullanan toplumlarda görülen teknolojik gelişmeler, o kültürlerin dünya görüşüyle ters bir yol izlemezlerdi. Ortaçağ teologları, her türlü iyiliğin Tanrı’dan geldiğine inanarak insanların her türlü eyleminin Tanrı’ya hizmet etmeye yönelik olduğuna inanırlardı.
“Belki de bu yüzden, Leonardo da Vinci denizaltı figürünü sakladı; yeni bir aletin ortaya atılmasının zararlı olacağını ve Tanrı’nın buna rıza göstermeyeceğini düşünüyordu.” (s. 29)
Postman, 1561 senesinde doğan Bacon’ı teknokratik çağın ilk insanı olarak görür. Bacon, bir zeitgeist örneğini oluşturur. Çalışmalarında buluşlar ve ilerleme arasındaki ilişkiyi, gökyüzünden yeryüzüne indirerek göstermeye adamıştı: Matbaa, barut ve mıknatısın, dünyanın çehresini ve vaziyetini değiştirdiğini yazar, Novum Organum'da. Postman, Bacon'ın 1626 senesinde öldükten ancak 150 yıl sonra insanlığın, modern dünya zihniyetine (teknokrasi) geçiş yapabildiğini ifade eder.
“İlk gerçek teknokrasi, İngiltere'de, 18. yüzyılın ikinci yarısında, James Watt'ın 1765 senesinde buhar makinesini icat etmesiyle birlikte ortaya çıktı. Bu yeni buluşlar bir bütün olarak, ortaçağ üretim biçimine (el emeği) son verdiler.” (s. 43)
18. yüzyılın sonları itibariyle, Postman'ın ilk teknokratik kapitalist olarak tanıttığı Richard Arkwright, fabrika sistemini geliştirmiştir. Makinelerin makine üretmeye başladığı on dokuzuncu yüzyılı Alfred North Whitehead şöyle özetler: “19. yüzyılın en büyük buluşu, buluş fikrinin kendisidir”. Bu yüzyılla beraber, bireyler artık Tanrı'nın kulları ya da vatandaşlar olarak değil de birer tüketiciler olarak görülmeye başlanmıştı. Teknolojik ilerleme ancak bu şekilde mümkündü. Postman, bu noktada herkesin aynı fikirde olmadığını söylerken William Blake'in insanları ruhlarından eden fabrikalardan “karanlık şeytansı” olarak bahsettiğini belirtmektedir. Makineleri tahrip ederek memnuniyetsizliklerini ifade eden işçilerin Luddite hareketi, teknolojiye karşı geleneklerini ümitsizce koruyan insanları kapsamaktaydı. Teknokrasinin, alet-kullanan kültürün dünya görüşünü, endüstrileşmenin henüz çok yeni olması nedeniyle ortadan kaldıramadığını belirten Postman, Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında zamanı Ford’dan önce ve Ford’dan sonra diye ikiye ayırmasına dikkat çekerek Henry Ford imparatorluğunun ortaya çıkışını “Teknokrasi”den “Teknopoli”ye geçiş anı olarak tanımlar.
“Teknopoli, teknolojinin tanrılaşmasından ibarettir: Kültür, salahiyeti teknolojide aramaktadır, teknolojide bulmaktadır ve teknolojinin buyruğu altındadır.” (s.73)
Charlie Chaplin, Modern Zamanlar’da, endüstrileşmenin büyük oranda yabancılaşma ve acı meydana getirdiğini metaforik bir yolla gösterir. Teknopoli dünyası için teknik hesapların gücü, insanoğlunun ruhsal, duygusal ve ahlaki boyutlarını bir alt boyuta taşır. Değerler ve teknik hesaplamalarla elde edilen bilgiler insanı Foucault terminolojisiyle “hesaplanabilir bir birey” haline getirir. Postman için, Teknopoli evreni, bütün geleneksel anlatıları ve sembolleri bir kenara koyar ve bunun yerine teknik hünerle yaşamaktan, teknik uzmanlıktan ve tüketim zevkinden bahseder. Teknopoli anlatısında, ahlâki bir merkezden yoksun özgürlük ve teknoloji vardır.
Postman'ın böylece dile getirdikleri, teknolojinin kültürü yok etmesi diye adlandırılabilir. Postman, tüm bu olanlara karşı Yahudi bir şeriat kitabından, Talmudi bir prensip önerir: “Âşık direniş savaşçısı”. Sosyal medya platformlarının yoğun kullanımıyla beraber gözetim kapitalizmi ile karşı karşıya kalan bireye “zamanın ötesinden” öze dönüş reçetesi sunan Postman, insanın yükselişini tablolaştırmak için sanat ve bilimi birleştirmeyi tavsiye eder. Teknopoli’nin tarih karşıtı, enformasyona doymuş, teknoloji aşığı bireyine Robert Maynard Hutchins'in Büyük Sohbet adını verdiği şeyin en azından dinleyicisi olmak adına herkesin bir başkasının omuzu üzerinde durduğunu hatırlatır.
“Bir eski İbrani çadırında yapılan spekülasyonlar ile MIT'deki bir sınıfta yapılan spekülasyonlar arasında gayet hoş ve derin bir uyum mevcuttur. Demek istediğim, derslerin tarihçeleri, bağlantıları öğretmektedir; dünyanın her gün yeniden yaratılmadığını göstermektedir; herkesin bir başkasının omuzu üzerinde durduğunu anlatmaktadır.” (s. 180)
•