DESIDERIUS ERASMUS
çev. Şebnem Sunar Can Yayınları 2021 80 s.
“Erasmus, barış dileklerinin hiçbirinin gerçekleştiğini göremeyecektir. Savaşı yeren barışın çok daha iyi bir şey olduğunu anlattığı eserleri her ne kadar elden ele dolaşıyor olsa da kısa bir süre Avrupa’yı kasıp kavuran din savaşları, köylü isyanları ve isyancı katliamları başlayacak, kıta kan revan içinde kalacaktır.”
Savaş haberleri ile yatıp kalktığımız şu günlerde savaşın kötülüğü ve barış üzerine yazılmış bir kitaptan, Desiderius Erasmus’un 1515’de yazdığı Tatlı Gelir Yaşamayana Savaş isimli kitabından söz edeceğiz…
Düşünür, felsefeci, bilgin, ilahiyatçı ve yazar Desiderius Erasmus (1466-1536), Rönesans ile ortaya çıkan hümanist akımın en önemli temsilcilerinden biri olarak bilinmektedir. Özgür düşünceyi savunan, Antik Çağ düşüncesinin Avrupa’da yayılmasına katkıda bulunan, bilimlerin ve güzel sanatların Avrupa’da ortak bir sanat ve bilim anlayışında birleşmesini isteyen Erasmus, çok kısa bir sürede kaleme aldığı Deliliğe Övgü eseriyle tanınmaktadır. Hayatı boyunca Latince konuşan ve yazan Erasmus’un savaş ve de barış üzerine yazdığı satırlar ne yazık ki hâlâ güncelliğini korumakta!
Doğrusu, 16. yüzyılın da savaşlardan ve çatışmalardan yana diğer yüzyıllardan pek bir farkı yoktu. Yine imparatorlar, krallar ve derebeyleri güçlerine güvendiği zaman çeşitli gerekçelerle komşularına veya daha uzaktaki ülkelere savaşlar açıyor, öfke, ölüm, yağma, kısaca tüm melanetler bekledikleri yerden çıkıp baş köşeye oturuyor; geriye acı, nefret, kin ve yeni bir çatışmanın tohumlarını bırakıyordu. İşte bu yüzyılın başlarında Zweig’a göre “dar alınlı, teni parşömen rengi, derisi incecik, ufak tefek, zayıf ve her an yere yıkılabilirmiş izlenimi uyandıran” (Stefan Zweig, Roterdamlı Erasmus, Zaferi ve Trajedisi) bir adam Avrupa’nın bir köşesinde bu vahşeti anlamaya, çözümler bulmaya çalışıyor ve düşüncelerini, önerilerini kâğıda döküyordu. Bütün hayatını, insanları –ne pahasına olursa olsun– savaştan uzak tutmaya hasretmiş, eğitim yoluyla bunun mümkün olduğuna, insanlığın huzur ve refah içerisinde yaşayabileceğine inanmıştı.
16. yüzyılda Hans Holbein’in fırçasından Erasmus, Louvre Müzesi, Paris.
Desiderius Erasmus, savaş ve barışa dair düşüncelerini beş deneme yazarak anlatır. 1515 yılında yayınlanan Tatlı Gelir Yaşamayana Savaş, bu denemelerinin üçüncüsüdür. Eserin ilk sayfalarında Erasmus, pek çok kişinin savaşı genelde kabul edilebilir bir şey olarak gördüğünü ve savaş sevmeyen insanları şaşırtıcı bulduğunu, hatta savaşı kınayanları bayağı ve sapkın saydığını belirtiyor. Ve insanın doğal halini tasvir ediyor: “Doğa insan hariç tüm canlıları kendilerine özgü silahlarla donatmıştır” Bazılarının boynuzları, bazılarının pençeleri, zehri, dişleri vardır. Bazıları çok hızlı koşar veya uçar ya da derileri kalın ve kabukludur, sonuç olarak hepsi bir tehlikeye karşı doğal özellikleriyle savunmaya geçebilirler. Ama insan tüm bunlardan yoksundur, çıplak, zayıf, narin ve savunmasız yaratılmıştır:
“İnsanın uzuvlarında kavga ya da bir saldırı esnasında kullanabileceği hiçbir şey yoktur.”
Ayrıca tüm gereksinimlerini karşılayabilmek için hemcinslerinin yardımına muhtaçtır. Bundan dolayı insanın “varlığını karşılıklı hizmetle gerçekleşen ve varlığını sürdüren dostluk için doğan tek canlı olduğu sonucuna varılabilir.”
Doğa bununla yetinmemiştir, ayrıca insana hayvanlarınkinden ayrı olarak tehditkâr ve korkutucu değil de hoş ve etkileyici bir ses vermiştir: “Sözün ve aklın kullanımını yalnızca insana armağan etmiştir.” Ona, “yalnızlığa karşı bir antipati duygusu ve toplum oluşturma arzusunu eklemiştir (…) dahası zihinsel ve bedensel yetenekler, insanlar arasında çeşitlilikle dağıtılmıştır.”
Erasmus, bunların ardından bir savaşın anlatımını sunuyor ve insan dışında hiçbir canlının bir savaşçının olabileceği kadar vahşi olmadığını söylüyor. Ve ardından sık gördüğümüz bu felaketin nereden kaynaklandığını anlatıyor. Yazara göre savaş, insanın vahşi hayvanları avlamaya başlamasıyla harekete geçen bir süreçtir. Ancak insan vahşi hayvanları sadece öldürmekle kalmaz, onların “cesetlerini yemekten, ölü eti dişleriyle parçalamaktan, kan içmekten, etin özsuyunu emmekten de çekinmez. Bu “alçaklığı” faydalı kabul eder, giderek evcilleştirilmiş, yıllarca kendisine hizmet etmiş “öküzü” bile yiyecek hale gelir…
Hayvanları öldürme alışkanlığın ardından insan insana saldırmaya başlar, çünkü:
“Kötü alışkanlık, deniz gibidir. Kabarıp yükselmesine izin vermemek bize bağlı olabilir, yine de olunca set çekmek insanın elinde değildir. Bir kere boyun eğildi mi her ikisini de canımızın istediği gibi idare etmek zordur, yalnızca kendi hızlarıyla sürükleneceklerdir.”
Hayvanları öldürerek en ufak bir çabayla bir insanı da yok edebileceğini öğrenen insan önceleri bireysel çatışmalara girer, küçük yağmalarla yetinir ama zaman içinde bu kalabalık grupların karşı karşıya geldiği savaşlara dönüşür. Her türlü savaş aleti tasarlamaya başlayan insanlar, silahlanarak birbirleriyle savaşmaya girişirler…
Ancak önceki savaşların bir farkı vardır. Savaşlar iki tarafın da kabul ettiği bir hukuk çerçevesi içinde yapılır. Sözü edilen savaşları Erasmus’tan aktaralım:
“Basit silahlarla ve cesaretle, hilesiz gerçekleştirilir. İşaret verilmeden düşmana saldırmak affedilmez bir suçtur, komutan geri çekil borusu çalar çalmaz savaş durdurulur. Öldürme arzusundan çok cesaret ve şan uğruna rekabete dayanır. Ayrıca yalnızca dışarıdan gelenlere karşı yapılır.”
Yazar, imparatorlukların bundan doğmuş olduğunu, buradan itibaren birbirleri üzerinde hak iddia etmeye başladıklarını ve sürekli savaşlara girişildiğini ifade eder. Artık herhangi bir nedenle silaha sarılınmakta, savaşlar şan değil genel bir kazanma iptilası ya da daha kötü bir şey için yapılmaktadır.
Daha da kötüsü, bir Hıristiyan başka bir Hıristiyana karşı savaşır hale gelmiştir ve kimse buna şaşırmamaktadır. Bu durum Erasmus’u çileden çıkarır ve hiddetle şunları yazar:
“Kimse buna itiraz etmiyor! Alkışlayanlar var, övülenler, cehennemlik şeyleri kutsal addederler, hatta hâlihazırda köpüren hükümdarı daha da kışkırtanlar, deyiş yerindeyse yangına körükle gidenler. Birisi Kutsal Koltuk’tan (Papalık makamı) prensin bayrağı altında savaşacaklara tüm günahlarının bağışlanacağını vaat eder. Bir diğeri şöyle seslenir: ‘Ey yenilmez prens, sen sadece dine yönelen ruhunu koru, tanrı senin yerine savaşır.’ Bir başkası, peygamberlerin sözlerini günahkârca tahrif eder, yeniden yorumlar.”
Erasmus, din adamlarının savaşın lehine sözlerinin kutsal kitaplarla hiçbir ilgisinin olmadığını, ayrıca bu tahrifatın büyük günah olduğunu kutsal metinlerden yaptığı alıntılarla gösterir. Ona göre sonuç olarak, “Savaşa yol açan herkes günahkârdır.”
“Viyana Savaşı”, Gonzales Franciscus Casteels, 1685, Kral III. John Sarayı Müzesi, Varşova.
Hıristiyanlığın ilkelerinin sadece kendi aralarındaki savaşları değil, Hıristiyan olmayanlara karşı yapılan savaşları da yasakladığını belirten Erasmus, Türklerle yapılan savaşlar için “Bana izin verilebilir bir şey gibi görünmüyor. Bekası bir tür koruyucu önlemlere tabiyse Hıristiyan dininin durumu hakikaten kötüdür. Ve bu tür girişimlerle iyi Hıristiyanların yetişmesi beklenemez” demekte. Ona göre, çözüm zenginlik, askeri güç ve şiddette değil, Türklerin bir Hıristiyan insanı güvenilir özellikleriyle tanımalarında, yani günahsız hayatlarıyla, düşmanlarına bile iyilik etmeleriyle, tüm adaletsizliklere karşı yenilmez bir sabır göstermeleriyle, parayı hor görmeleriyle, şöhrete karşı gösterdikleri kayıtsızlıkla ve kanaatkâr hayatlarıyla tanımalarında: “Türkleri yenmenin en iyi yolu bu silahlarladır.”
Savaş bir anda patlak verip cephede sonuçlanan bir olay değil. Yazar, savaşın beraberinde getirdiği başka sorunlara da dikkat çekiyor. Öncelikle savaş hazırlıkları için ve devamında halktan olağanüstü vergiler toplanıyor, ardından askeri birlikler seferber ediliyor ve donatılıyor. Filo hazır ediliyor, siperler kazılıp istihkâm güçlendiriliyor. Askerler korkulu ve sıkıntılı, endişe dolu günler geçirmek zorunda kalıp, açlığa, soğuğa, sıcağa, toza, yağmura ve akan kana katlanıyor…
Erasmus bunları söyledikten sonra meseleyi hesaba kitaba vuruyor ve şöyle diyor:
“Sağduyu sahibi bir mantıkla savaş için ne kadar, barış için ne kadar para harcandığını düşünürsek hiç kuşkusuz savaşın yol açtığı endişe, zahmet, zorluk, tehlike, masraf ve son olarak kanın onda biriyle barışın sağlanabileceğini saptarız.”
Savaşın bir başka sonucu da hükümdarların giderek daha çok otoriterleşmesi oluyor. Erasmus, “Barış dönemlerinde senatonun etkisi, meclisin onuru ve yasaların gücü bazı şeyleri önleyebilir, böylece hükümdarın canının istediğini yapmasına izin verilmez. Fakat savaşın başlamasıyla beraber her türlü mesele üzerindeki en yüksek komuta yetkisi bir azınlığın iradesinde kalır,” dedikten sonra, ortaya çıkan yeni durumu tasvir ediyor:
“Hükümdarın desteklediği kişiler yukarılara getirilir, gözünden düşenlerin ayağı kaydırılır. Keyfi bir şekilde para toplanır (…) ancak o zaman kendilerini gerçek monarklar gibi hissederler. Bazen liderler, talihsiz halkı soyup soğana çevirdikleri sürece işbirliği yaparlar...”
Oysa “barış zamanında ilkyaz çiçek açmış gibidir.” Bahçeler yeşillenir, tarlalar canlanır, sürüler çayırlarda otlar, köyler kurulup, şehirler inşa edilir. Kışın hasar gören yerler onarılır, yıkılanlar yeniden yapılır, binalar süslenip genişletilir, insanlar zenginleşir, hayat seviyesi yükselir, el sanatlarıyla uğraşılır, eğlenceye önem verilir, sivil yönetim ilkesi gelişir, “yasalara saygı gösterilir, dindarlık yükselir, adalet geçerlidir, insanlık güçlüdür… saygın disiplinlere ilişkin araştırmalar gelişir, gençler eğitim alır”, genç kızlar daha iyi şartlarda evlenip, yaşlılar yaşamlarının tadını çıkartır.
Erasmus, bu iyi dileklerinin hiçbirinin gerçekleştiğini göremeyecektir. Savaşı yeren barışın çok daha iyi bir şey olduğunu anlattığı eserleri her ne kadar elden ele dolaşıyor olsa da kısa bir süre Avrupa’yı kasıp kavuran din savaşları, köylü isyanları ve isyancı katliamları başlayacak, kıta kan revan içinde kalacaktır. Bu açıdan şansız bir kişidir. Ama inançla savunduğu barış yüzyıllar içerisinde, her gün biraz daha güçlenerek sesini yükseltecektir!
•