ANDREA BARRETT
Çeviri: Figen Bingül Yüz Kitap
1996’da yayımladığı ilk öykü derlemesi, Tabiata Giden Bütün Yollar adıyla geçen günlerde raflardaki yerini alınca, Türkçe okuru da Andrea Barrett’la nihayet tanıştı. Biyoloji öğrenimi gören Barrett, öykülerinde Linnaeus, Wallace, Mendel gibi bilim insanlarını, biyoloji kitaplarındaki birer isim olmaktan çıkarıp kurmaca karakterlere dönüştürüyor, ki bunun sık rastlanan bir edebî tarz olmadığını baştan kabul edelim. İnsanın bilimde iz bırakarak hayatına anlam verme ve bir nevi ölümsüzlüğe erişme çabasına odaklanan bu öyküler, Barrett’ın önceki kitaplarındaki gibi, aile kurumunu sorgulamayı da ihmal etmiyor.
Denizlerde, kıyı çizgisinden iki yüz metre derinliğe kadar olan alana Litoral Bölge adı verilir; ışık alan ve böylece yosunların gelişmesi için de uygun koşulları sağlayan kısımdır burası. Bu teknik bilgi, işinin ehli bir yazarın kaleminde sembolik anlamlar da kazanabilir şüphesiz. Örneğin, New Hampshire açıklarındaki bir araştırma istasyonunda tanışan, biri botanikçi diğeri zoolog, iki evli insanın aşkını anlatan, Andrea Barrett gibi bir yazarın ellerinde: “İkisi de o günlerde ve gecelerde neredeyse katıksız bir mutluluk hissettiklerini hatırlıyor. Arkadaştan fazlası oldukları ama henüz sevgili olmadıkları, varacakları belli olan yere doğru gittiklerini hâlâ reddedebilecekleri o tuhaf, belirsiz bölgede yüzüp durmuşlardı.”
Dört romanın ardından kaleme alıp 1996’da yayımladığı ilk öykü derlemesi, Tabiata Giden Bütün Yollar adıyla geçen günlerde raflardaki yerini alınca, Türkçe okuru da Andrea Barrett’la nihayet tanıştı. 1954 yılında Boston’da doğan Barrett, ilk romanlarında aile kurumunu inceliyordu. Adını duyurması ve hatta Ulusal Kitap Ödülü’ne (National Book Award) layık görülmesi ise, elimizde tuttuğumuz, bu sekiz öykülük derlemeyle mümkün oldu. Biyoloji öğrenimi gören Barrett, öykülerinde Carl Linnaeus, Alfred Wallace, Gregor Mendel gibi bilim insanlarını, biyoloji kitaplarındaki birer isim olmaktan çıkarıp kurmaca karakterlere dönüştürüyordu, ki bunun sık rastlanan bir edebî tarz olmadığını baştan kabul edelim. Kitaptaki öyküler, insanın bilimde iz bırakarak hayatına anlam verme ve bir nevi ölümsüzlüğe erişme çabasına odaklanırken, Barrett’ın ilk kitaplarındaki gibi, aile bağlarını sorgulamayı da ihmal etmiyor aslında.
“Şahinotlarının Davranışı”, “Ender Kuş”, “Ayaksız Kuşlar” ve “Gemi Humması” adlı öykülerde, bilime anlamlı bir katkıda bulunmaya çalışan karakterleri izliyoruz. Yazar, bu temayı ne kadar çabalarsa çabalasın, idealize ettiği bilim insanı kadar başarılı olamayan kurmaca karakterler aracılığıyla işliyor genellikle. Bu yazının girişinde bahsettiğim, derlemedeki en güçlü öykülerden biri sayılabilecek “Litoral Bölge”de ise mesela, iki bilim insanın ilk eşlerinden boşanıp birlikte yeni bir hayat kurduktan sonra yaşadıkları suçluluk duygusu ile pişmanlığı ve bunların ilişkiye etkilerini ele alıyor. Bu esnada da bilim, bir fon teşkil etmekten, bu iki insanın yollarını kesiştiren bir vesile olmaktan öte, anlam taşımıyor; yazarın ilk kitaplarında baskın olan ve sonraki kitaplarında da yeniden üzerine düşeceği aile ilişkileri konusu burada ve “Marburg Kız Kardeşler”de öne çıkıyor.
Barrett’ın ihmal etmediği bir diğer mevzu da, cinsiyeti yüzünden ciddiye alınmayan, zeki, bilime meraklı ve donanımlı kadınların yaşadığı sıkışmışlık duygusu. “Ender Kuş” adlı öykü, doğabilimci babası tarafından erkek kardeşi Christopher’dan ayrı tutulmadan yetiştirilen ve yazarın Christopher’dan daha zeki diyerek tarif ettiği Sarah Anne Billopp’un yetişkinliğine götürüyor bizi. Vasat bir bilim insanına dönüşen kardeşini ve onun iş arkadaşlarını ağırlamakla yükümlü Sarah Anne. “Erkek kardeşinin arkadaşları misafirperverliğine minnettarlar, iyi yönetilen evini takdir ederler; fakat en çok da gözden kaybolduğunda memnun olurlar.” Gözden kaybolduğunda ve onların bilimsel çalışmalarını sorgulamadığında... Fakat o, en az kendisi kadar parlak bir kadın arkadaş ediniyor ve kırlangıçlarla ilgili araştırmalar yapıyor. Bir noktada, Carl Linnaeus’a araştırmalarına ilişkin mektuplar göndermeye de başlıyor; fakat bunları cinsiyetini açık etmemek için “S.A. Billopp” diye imzalıyor. “Bununla ünlü âlimi aldatmayı değil, sadece hiç bakmadan reddetmesini önlemeyi amaçlıyor.”
Derlemenin orijinal baskısına adını veren “Gemi Humması”nı atlamak olmaz. Kitabın Türkiye’deki yayıncısı Yüz Kitap, belki de bu adı yeterince ilgi çekici bulmadığı için, öyküleri “Gemi Humması” yerine Tabiata Giden Bütün Yollar adıyla basmış. Yayınevi, daha önce başka bir mecra için incelediğim, Rachel Seiffert’ın derlemesini de “Saha Çalışması” yerine Günün Sonu Yok adıyla yayımlamıştı; bu ifade, Seiffert tarafından kitaptaki öykülerden birinde kullanılıyordu. Barrett’ın kitabında ise “Tabiata giden bütün yollar” ifadesi geçmiyor, dolayısıyla yayınevi derlemeye ad verirken ilhamını nereden aldı, meraklı okur sormadan edemiyor. Öyküye dönersek… Aslında, bir öyküdense novellaya yakın duran “Gemi Humması”, yazarının tarihî kurmacada ne kadar maharetli olduğunu ortaya koyarak, 1847’de İrlanda’da başlayan kıtlık yüzünden, çok kötü koşullar altında Kanada’ya göç etmek zorunda kalan ve yolculuk sırasında tifüse yakalanan binlerce insanın tutulduğu Grosse Adası’nda geçiyor. Göçmenlere yönelik önyargıların da altını çizen öykünün, 2018 Türkiye’sinde yaşayanlara söyleyeceği çok söz var.
Bu derlemeden sonra Barrett iki kitap daha yazdı: The Voyage of the Narwhal (1998), Servants of the Map (2002). Bunlardan sonuncusunda Tabiata Giden Bütün Yollar’ı okurken tanıştığımız bazı karakterler de yeniden karşımıza çıkıyor. Pulitzer’e aday gösterilen bu öykü kitabını en kısa zamanda Türkçede de göreceğimizi, Barrett’ın bilim ile tutkuları arasında sıkışmış karakterlerinden uzun süre ayrı kalmayacağımızı umalım.