Duyguların yetiştirdiği üç kadın: Son Hikâyeler

Son-Hikayeler

Son Hikâyeler

OLGA TOKARCZUK

çev. Neşe Taluy Yüce Timaş Yayınları 2021 272 s.

Olga Tokarczuk’un Ostatnie Historie ismiyle 2004’te yayımlanmış kitabı, Son Hikâyeler başlığıyla Timaş Yayınları tarafından ekim ayında basıldı. Lehçe aslından çevirisini Neşe Taluy Yüce, içerisinde sakladığı üç kadının bir simgesini taşıyan kapak tasarımını Barış Şehri üstlenmiş...

ÖYKÜM DENİZ

“Duygu ne kadar güçlüyse yıpranmış formu kullanma isteği o kadar büyüktür ayaklar ne kadar ağrıyorsa, eski ezilmiş terlikleri bulmaları o kadar kolay olur.” (s. 62)

 Aldığı ödüllerle ve yazdığı özgün hikâyeleriyle Olga Tokarczuk artık hiçbirimize yabancı değil. Usulca girdiği bu kapıdan gelip yatak odamıza oturmuş, bizi bekliyor adeta. Salon gibi misafir ağırladığımız yeri de seçmiyor, mahrem alanımıza dahil olmayı seçiyor. Bu bir nevi kafamızın içi. Çünkü Olga Tokarczuk okunduğu vakit üzerine uzun uzun düşünebilmenizi sağlayacak cümlelerle karşınıza çıkmayı tercih ediyor.

Bilindiği üzere, psikoloji eğitimi almış olan Olga Tokarczuk, psikanaliz Carl Jung’un düşüncelerini benimsemiş ve tezi için araştırmalar yapmıştır. Daha az bilineni ise, Carl Jung’un kendisinde bıraktığı etkiyi Olga Tokarzcuk’un kitaplarında yaşatıyor olmasıdır. Carl Jung “gölge” arketipini ortaya çıkaran ilk insan olmuştur. Gölge arketipi, insanın kendisi için bilinçli bir şekilde seçim yapamayacağı kişilik özellikleri olarak kabul edilmiştir. Gölge, insanın kötü gördüğü özelliklerini temsil eder. Mesela, Son Hikâyeler içerisinde hayatına ortak olacağımız üç kadın anlatılır. Her biri kendi içerisinde birbirine pamuk ipliği ile bağlıdır. Fakat Olga Tokarczuk bu konuyu apaçık ortaya koymadan, ince ince işlemiştir. Yani okur, üç kadının birbirleriyle ilişkisini kitaba dahil olduğu ilk anda anlamaz.

Bu üç kadından ilki Ida. Ida’nın kişilik özelliklerinden biri dediğim dedik olması. Ne yapıyorsa kendisi yapıyordur, kararı her ne ise doğrusu o olduğu içindir, yolunda engel olacak insanlar kenara çekilmek zorundadır. Fakat Ida’nın “gölge”si korkaklığıdır. Korkak olduğunu asla kabul etmez. Fakat anlaşamadığı eşinden ayrılma kararı vermesine rağmen, kaza yaptığı o gün telefonunu bile kaybetmişken, iletişime geçebileceği bir an yakaladığı anda polisi arayıp yardım istemek yerine ayrılma kararı verdiği eşini arar.

“Göğüs kafesindeki çarpıntıyla başlıyor işe. Kalbi orada, bir kutuya kapatılmış da körlemesine duvarlara vuran, kanat çırpan, vızıldayan sonunda bitap düşen bir arı gibi mücadele veriyor.” (s. 40)

Bu üç kadından ikincisi Parka. Parka’nın kişilik özelliklerinden biri kalpten önce mantığıyla hareket etmesidir. Bu özelliği gençliğinde kendisinden yaşça büyük bir adamla evlenmesine sebep olur. Daha sonra, savaş zamanında generallerden biriyle sırf rahata kavuşmak için yatmayı kabul etmesine, çok sonra ise ihtiyar kocası Petro ile dağın tepesinde, insanlardan uzakta bir hayata ikna olmasına… Fakat Parka’nın “gölge”si sevgi bağımlısı olmasıdır. Her ne kadar o generalle evliyken birlikte olsa ve bunun katı kuralları biraz olsun esnetebilme ihtimaline karşı yapmış olduğuna kendisini inandırsa da Parka generalin ilgisinden hoşlanmıştır. Ne zaman kocasıyla kavga etse hep onun yanına gitmekte bulur çözümü. Mantık evliliği yaptığı kocası Petro bir gün o dağın tepesindeki evlerinde öldüğünde nefes alabildiğini hissetmesinin sebebi de budur. Esareti bitmiştir Parka’nın. Sonunda birisine katlanmak zorunda değildir.

“İşte yaşlanmak böyle bir şey: Yaşayan elastik doku katılaşıyor ve insan içten sertleşiyor.” (s. 143)

Sonuncu kadının adı Maja. Maja’nın kişilik özelliklerinden biri hayatı akışına bırakmasıdır. Bunun için herkesin dönemlik gittiği bir otelin bungalovunda oğluyla kalmayı tercih etmiştir. Her erkeğin saçı kısa diye düşünmektense, bırakmıştır oğlunun saçları uzasın. Fakat Maja’nın “gölge”si hayatının bir noktasına çakılıp kalmasıdır. İnsanları izlediğini ve onların anlarına şahit olduğunu düşündüğü kalabalıklarda dahi geçmişi düşünür. Bungalovda otururken duvarları izler ve her zaman bir adım sonrasını planlar. Bu yüzden akşam sihirbazlık gösterisi hazırlayan Mike ile konuşmak için önceden düşünür ve hesaplar. Yaşamak için çabalarken geçmişindeki ölümleri düşündüğünün farkında değildir.

“Sihir nedir, biliyor musun?” diye sordu adam ve gitmesine rağmen konuşmaya devam etti. “Gördüğünüz şeyi adlandırmaktır. Gözlerinin önünde ne olduğunu söylemesi için insanı zorlamak gerekir. Gerçekleri yaratma biçimi buradadır. Her insan var olan gerçekliliklerden birine bağlanmayı tercih eder, bu sürüm yanlış olsa bile.” (s. 258)

Olga Tokarczuk’u bir kelimeyle anlatmamı isteselerdi, onun kendi tabiriyle “ölüm soluğu” derdim. Çünkü onun ölümü sadece bir hayatın bitmesi ya da bir yaşamın sonu olarak görmemesi, insanın kendi hayatını en başından düşünmesine yol açıyor. Ben önceki kitaplarını da okumuş biri olarak Olga Tokarczuk’u her okuyuşumda bu ölüm temasını görmeye devam ettim. Öyle bir şeydi ki delice korktuğum ölümü, hayatımı en başından düşündükten sonra olağan bir süreç olarak kabul etmeye başladım. Olga Tokarczuk ölüm soluğu tabiriyle, hem birbiriyle zıt iki kelimeyi göğsünde taşımış hem de farklı bir anlam kazanmasına yardımcı olmuş:

“Donmuş bir ölü soluğu” diye düşünüyor arabayı süren kadın; “ölü soluğu” bir oksimoron, bir sözcük diğerinin tezadı, ama nasıl bir mucizeyse birlikte bir anlam ifade ediyorlar.” (s. 9)

Yaşam çok alkol alıp sarhoş olmaksa, ölüm bu sarhoşluktan sonra ayılmaya başladığımız andır. Yaşam kemiklerde hissedilen güneş ışığının hâkim olduğu bir günse, ölüm güneşe aldırmadan yağan yağmur, hatta gürüldeyen o göktür. Yaşam yokuşlarını çıktığımız dik yamaçsa, ölüm zirveden aşağıya doğru düşmektir. Olga Tokarczuk işte böyle tanımlamış ölümü. Aslında hayatımızın içindedir ve bizim iyi taraflarını görmeyi tercih ettiğimiz anların “gölge”sidir. Doğan Cüceloğlu’nun dediği bir söz geliyor aklıma: “Sevginin başaramadığını ölüm başarmıştı.”

Yıllarca anlatmaya çalıştığı doğanın sesi, yıldızların yönü, evrenin var olan gücü yazdıkça tükenmemiş, aksine bir ağaç gibi gitgide daha da güçlenerek büyümüştür. Bu evrenin bize ihtiyacı yok. Bizim evrene ihtiyacımız var. Öldüğü kadar da dirilen doğanın yanında öldükçe gömülen biziz. Olga Tokarczuk’un Son Hikâyeler kitabı sade anlatımının içerisine gizlediği anlamlar ile, olduğundan daha derin hikâyeler taşımakta.

Olga Tokarczuk’un parmak izi gibi kendisini hemen tanımamızı sağlayan eşsiz betimlemelerini yaparak ayrılığı anlattığı bir bölümle, sizleri Son Hikâyeler içerisinde bulacağınız yeni “siz”lerinizle baş başa bırakıyorum:

“İlkel, kozmik mekanizma tetikleniyor iki büyük tektonik plaka, iki kıta birbiriyle örtüşüyor, büyük vadiler ve sıradağlar, denizler ve depresyonlar birbirine uyum sağlıyor. Nehir yatakları birbirleriyle örtüşüyor. Bunu çok uzun zaman önceden, sisli çocukluğundan hatırlıyor, tanıdık, sıcak, güzel; aynı organizma olma konusunda insanı mutlu eden bilinç. Birliğe çok az kaldığı kesin ve net, bir an içinde ikisi bir olacak, sonra her şey duracak. Ama eşleşmenin tam olmadığı ortaya çıkıyor. Ufak tefek şeyler uyuşmuyor, o kadar fazlalar ki sonunda her şeyin acı verdiğini itiraf etmek gerekiyor. Sonra sıkışıyor ve ağrı geliyor. Ayrılık.” (s. 90-91)