IRMAK ZİLELİ
Everest Yayınları 2.baskı 2020 150 s.
Özeleştiride ne kadar kötüyüz? Hiç teklemeden cevap verebilirim. Çok kötü. İnsanoğlu en çok dış faktörleri eleştirmeye meyilli. Çünkü problemin asıl kaynağını bulmak için bakışlarını kendine çevirmeye cesareti yok. Özeleştiri yapmak hem zordur hem de can acıtıcı. İnsan değişimin önce kendinden başlaması gerektiğini bilir, fakat üşenir. Ne yapar? Başkalarını suçlar, başkalarının yetersizliklerini diline sakız yaparak acısını azaltmaya çalışır. “Hakkında konuştuğum kişiden daha üstünüm.” diye düşünerek kendi egosunu tatmin eder. Ezebiliyorsa ezmeye çalışır, ezemiyorsa siner yaltaklanır. Ezilmeyi kabul eder. Hatta kendini acındırır, sonraki evre kendine acımak olur. O zaman bu kişi için hayat hem kolaylaşır hem de zorlaşır. Kolaydır, her şeye boyun eğerek yönetilmeye razı olur. Zordur, duygularını korkular yönetir. Yanlış anahtarı aldığını patronuna söylemektense çatıya çıkarak oradan balkona girmeyi tercih eder.
Tina Gevaşgili, göçmen olarak yaşadığı Türkiye’de var olduğunu hissetmez. Kimliği olmadığı için resmi olarak yok hükmündedir. Devletin vatandaşları da onu görmez:
“Fırına girdiğimde eğer kalabalıksa içerisi, en son bana sıra geliyor, benden sonra içeri girenler içinde bile olsa, neden ısrarla tezgâhtar kadın, benim bedenimi aşarak gözleriyle arkamda durana, yanımdaki yöremdekine buyurun diyor.” (s. 100)
Biz okurlara iğnenin battığını hissederiz. Aslında fırıncı biziz. Sonra kılık değiştirir, metrobüste bir şeyler (melodika vb.) çalan çocuğa söylenen yolcu oluruz:
“Çocuk ki yaptığı tek şey müzik çalıyordu, kimseyi rahatsız etmeden, hey sen dedi sonunda bir adam, dileneceğine çalışsana, ayıp ayıp, geldiniz bu ülkeye sırtımıza kambur oldunuz.” (s. 74)
Tina içinden sinirlenir, ama tepki göstermekten korkar. Başkalarının kendisinin sesi olmasını ister.
Tina, bir gün çocuk parkına gider. Çocuk bakıcılarından birinin yanına oturur. Kadın konuşmaya başlar:
“Kamera koydu her yere, tuvalete giderken bile tedirginim, yok artık dedim oraya da mı, yok yok oraya koymamıştır mutlaka ama dedi, yine de insan tedirgin oluyor, çocuk uyurken az uzandımsa zır telefon, niye uzanıyorsun, ya çocuk uyanırsa, hem öğlen yemeği ne oldu.” (s. 30)
Çocuk bakıcısıyla çalışma koşulları aynıdır, dertleri ortaktır. Tek farkları Tina’nın yatılı bakıcı olması ve kimliksiz olması. Aynı dertten mustarip olmalarına rağmen bakıcı, patronuna hak vererek yatılı bakıcılara izin bile verilmemesi gerektiğini ifade eder. Tina’nın kolyesine bakınca irkilir, hemen ondan uzaklaşır. Çocuk bakıcısı, orada hiyerarşik üstünlüğünü ortaya koyar. Metrobüs yolcusu kılık değiştirerek çocuk bakıcısı olur. Son kez Tina’ya bakarak şöyle der:
“Sizin yüzünüzden ekmeğimizden oluyoruz biz, gitsenize ülkenize.” (s. 31)
Tina’nın bedeni hareketsiz bir şekilde asfaltta yatarken elindeki anahtarla zemine vurmaktadır: Tık, tık, tık… Ne hareket edebilmekte ne de konuşabilmektedir. Sadece işitmektedir. Konuşamadığı için etrafındaki kalabalığa, annesine, anneannesine ve geçmişteki diğer sevdiklerine “tık tık” sesleriyle çığlıklarını duyurmaya çalışır. Nereden öğrendim bu dili diye sorar kendi kendine. Sonra hatırlar. Anneannesi İlona’nın anlattıklarından büyük büyük dedesi Anton’ un hikâyesi bilinçaltına işlemiştir:
“Adamcağız anlattı bana hücre duvarına vura vura nasıl haberleştiklerini.” (s. 68)
İlona, Tina’nın büyük büyük annesi Eka ve Anton’ dan bu yana süregelen anıları kendi dimağından geçirerek torununa anlatır. Bazen Tina sorgular anneannesini. Annesini doğru düzgün hatırlamıyorken son bakışını nasıl hatırlıyor diye.
İlona karakteri bana Gabriel Garcia Marquez’in büyükannesini anımsatıyor. Marquez, kitabının arka kapağında Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannesinin akrabalarıyla ilgili anlattığı hikâyelerden esinlenerek yazdığını ifade etmiyor muydu?
Zihni bir makine gibi tıkır tıkır çalışmaya devam eder. İç konuşmanın içinde bir çember vardır: Diyalog çemberi. Annesi Nana’yla konuşur. Bu konuşmalar yeri geldiğinde monoloğa dönüşür, sorularına cevap istediği zaman Gürcüce anne anlamına gelen deda diye seslenir. Diyaloglar yeniden başlar. Irmak Zileli, konuşmaların birbirine karışmaması için okurun işini kolaylaştırır. Gürcüce ve Rusça kelimeleri, şarkı sözlerini ve Tina’nın etrafına biriken insanların konuşmalarını italik yazıyla aktarır:
“Ayaklarını oynattı ayaklarını!
Bu şu şey değil mi?
Hani nerde oynattı?
Vallahi oynattı, gözümle gördüm.
Neyse canım birazdan gelir ambulans.
Seval Hanım’a haber verdiniz mi?
Cam silerken mi düşmüş?” (s. 24)
Alıntıdaki İtalik yazılar, insanların Tina hakkındaki izlenimleri hakkında bilgi verir.
Tina, görülmemekten çok yakınır. O kadar yakınır ki, içimizden “Yeter Tina! Bu kadar da zavallılaşma” demek gelir. İlerleyen sayfalarda kendi de bundan rahatsız olur: “İstiridye gibi kapandıkça kapandım içime, yanlıştı belki.”(s. 127) Babasının ona bakıp da görmemesiyle başlayan yokluk hissi Türkiye’ye göçmen olarak gelince ayyuka çıkar.
Babasıyla arasında çok özel bir bağ vardır. Baba kız sinemaya giderler. Sinema saatleri onların birbirlerine ayırdıkları özel saatlerdir. Hatta Güneş Yanığı adlı filmdeki Albay Kotov ile kızı Nadya arasındaki ilişki, onların ilişkisine benzediği için o film; onların favori filmidir. Film Sovyetler Birliği’nde, Büyük Temizlik adı verilen siyasi kampanyayı anlatmaktadır. Albay Kotov da bu temizlikten nasibini alacaktır. Tutuklanacağını anlayınca dahi son anlarında kızıyla oynamaya devam eder. Tina’nın babasıyla arasındaki kopmaz bağ, fabrikadaki kötü olaydan sonra yara alır. Tina, bu yarayı sinemada izlediği filmleri ona anlatarak onarmak ister ama baba Levan tarafından geri püskürtülür:
“Benim karanlığım bana yeter bir de sinemanın karanlığını çekemem.” (s. 103)
Yıllar sonra babasının özlediği bakışlarını Kevah’ ın bakışlarında bulur:
“O bakışı tanıyordum ben, içimde başka bir bakışı canlandırmıştı nasılsa, benim yıllardır yeniden ateşlemeye çalıştığım ama bir türlü başarılı olamadığım, çocukluktan bildiğim, hasretini çektiğim bakış.” (s.36)
Irmak Zileli Pink Floyd’un Comfortably Numb/Keyifli Uyuşukluk isimli şarkısının dizelerini romanın muhtelif yerlerine serpiştirir. Şarkı, romanın iskeleti görevini görür. Çocukluğunda annesi Nana’yla defalarca dinledikleri bu şarkı Tina’nın kaderi olmuştur: “Duyuyor musun şarkıyı deda, çalıyor işte yine, hislerime tercüman, i have become comfortably numb…Tina son dakikalarında ne hissetmiş diye merak edecek olursan eğer şarkımızı dinle.”(s.79)
Romanda kaçınılmaz sonla, ölümle ilgili önemli detaylar ince ince işlenir. Tina çocukluktan bu yana ölüm korkusu yaşar. Uykularından korkarak uyandığında annesi onu alışılagelenden farklı bir şekilde yatıştırır:
“Bilmeyeceksin ki Tinacığım, öldüğün zaman sen de bilmeyeceksin bir hiçliğe düştüğünü, o yüzden korkacak bir şey de yok.” (s. 144)
Bu teselli onu yatıştıracağına daha da ürkütür. Onunla birlikte her şeyinde yok olacağı düşüncesi boşu boşuna yaşamış gibi hissettirir. Bir çocuğa ölümü nasıl anlatmak gerekir, orası tartışılır. Çocuğu rahatlatmak için ikinci bir seçenek olarak ölümden sonra hayat var, orada buluşacağız mı demek gerekir, bilinmez. İnançlı bir kadın olan İlona, kızı Nana’ nın bu açıklamalarından rahatsız olur. Nana’ ya sitem eder: “İnançsızlığınla zehirleme çocuğu.”(s.145)
Irmak Zileli, Son Bakış’ la Duygu Asena Roman Ödülü’nü aldı. Kitap üzerine ne söylesem az: Son Bakış, göçmenlerin insan yerine konulmaması üzerine kurulu gibi görünebilir, fakat romanın genelinde “ezen erk"in büyük eleştirisi yapılmakta. Erkeğin kadını ezmesi, yetişkinin çocuğu ezmesi, işverenin işçiyi ezmesi, kimliklinin kimliksizi ezmesi… Neticede hepimiz insanız. Kimsenin kimseden üstünlüğü yok.
•