SUAT DERVİŞ
İthaki Yayınları 2021 176 s.
Suat Derviş’in İstanbul’un kenar semtlerindeki sefalete, seks işçiliğine, kadın-erkek eşitsizliğine vurgu yaptığı romanı Şoför Mustafa, İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. İlk olarak ’63-’64 yılları arasında tefrika şeklinde Gece Postası gazetesinde okurla buluşan kitap, toplumsal gerçekçi eserlere bir örnek niteliğinde.
1903 yılında İstanbul’da doğan Suat Derviş, eğitimine ilkin özel derslerle başladı. Ardından Kadıköy Numune Rüştiyesi ve Bilgi Yurdu’nda eğitimine devam etti. Konservatuvar eğitimi için Almanya’ya giden Suat Derviş buradaki eğitimini yarıda bırakarak edebiyat fakültesine kaydolup felsefe derslerine ağırlık verdi. Türkiye’ye döndüğü 1932 yılından itibaren Son Posta, Vatan, Cumhuriyet, Gece Postası, Yeni Ay, Tan gibi gazetelerde röportajları, hikâyeleri ve tefrika romanları yayımlandı.
1944 tutuklamaları esnasında eşi Reşat Fuat Baraner’e yataklık ettiği ve Türkiye Komünist Partisi’ne üye olduğu gerekçesiyle bir yıl hapse atıldıktan sonra Paris’e gitti. Burada 1953-1961 yılları arasında sekiz sene boyunca kaldı. 1961 yılında Türkiye’ye döndükten sonra edebiyat hayatına devam etti. Ardında İki Kadın ve İki Aşk, Hiçbiri, Gönül Gibi, Çılgın Gibi, Onu Bekliyorum, Büyük Ateş, Eve Dönelim, Sevdiği Bendim gibi birçok eser bırakan Suat Derviş 1972 yılında vefat etti. Bu eserler kümesinde yer alan Şoför Mustafa’da, romanının başkahramanı erkek olsa da kurgu kadın karakterler etrafında şekillenmekte denebilir.
Kitap, taksici olarak çalışan Mustafa’nın her sabah ona uğrayan bir kadının yine gelip gelmeyeceğini muhasebe etmesiyle başlar. Sonradan bu kadının seks işçisi olarak çalışan Zerrin Hanım olduğunu öğreniriz. Zerrin Hanım anlaşıldığı üzere alkoliktir, ağzı bozuktur ve şoförlere takıntılı gibidir. Ahali onun deli olduğunu düşünmektedir. Otuzlu yaşlarda olduğunu tahmin ettiğimiz Zerrin Hanım, elli iki yaşındaki Şoför Mustafa’nın arabasının önünde beklemekte, Mustafa da kendisini istediğini söylemekte beis görmeyen kadını her seferinde kovmaktadır. Ancak içten içe ondan hoşlanmaya başlayacak, hatta zamanla bu sevgisi derinleşecektir. Zerrin’e başlarda öfkeli davranmasının nedeni, ona bakınca seks işçisi olarak çalışan kardeşi Melek’i anımsamasıdır. Melek onun en büyük azap kaynağıdır: “Arkadaşları zaman zaman ona Melek’i gördüklerini söyledikleri zaman müthiş utanç duyuyordu.”
Oysa kendinden yirmi altı yaş küçük kız kardeşinin bu duruma düşmesinin asıl nedeni, karısı Munise’nin aklına girmesiyle, kızı dedesi yaşındaki Yağcı Hacı Kâmil Efendi’ye vermeye razı gelmesidir. Mustafa’nın babası o daha küçükken çekip gitmiş, annesi dişiyle tırnağıyla çabalayarak oğlunu büyütmüş, fakat baba yirmi altı sene sonra tekrar eve dönmüş, bir sene kalıp yine çekip gitmiştir. İşte bu bir senelik dönemden doğan Melek, Mustafa’nın kardeşi olsa da, bir bakıma kızı yaşındadır. Annenin vefatından sonra Melek’i kendi evine getiren Mustafa ne ona ne de çocukları Ayşegül ve Atilla’ya sevgi göstermez. Evde yanlışlıkla fare zehri içerek ölen ilk oğlu Saim’den sonra kimseyi sevemez gibidir. Üstelik çocuğun erişebileceği bir yerde fare zehri kutusunu bırakan karısı Munise’yi bu ölümden sorumlu tutup ona her gün psikolojik şiddet uygular. “O gece çocuğun minicik tabutunu toprağa bıraktıkları günün gecesi Mustafa hep, ‘Yavrumu sen öldürdün!’ diye bağırmıştı.” Güzel Munise bu olaydan sonra hayattan soğumuş, flebit hastalığı yüzünden bacağında sorunlar yaşamış, uzun süre kıpırdayamadığı için de çok kilo almış, kadınlığına küsmüştür. Mustafa ile asgari düzeyde bir iletişimleri vardır. Öyle ki, Munise onun kahvesini veya yemeğini yanına koyup sırtını döner.
Bir bodrum katında, görece sefalet içerisinde yaşamaktadırlar. Görece denmesinin sebebi, o dönemde şoförlüğün diğer mesleklere nazaran daha itibarlı ve daha çok gelir getiren bir meslek olarak görülmesi: “Size sıkıntı yoktur, şoförler para babasıdır. Onlar çalışır, kendilerini zengin ederler.”
Suat Derviş
İşte bu aile yapısında Munise, Melek’i fazlalık olarak görüp Mustafa’ya kızı evlendirmek için işlemeye başlamıştır. O esnada Melek’in Turhan adında bir sevgilisi vardır. Bu durumdan kurtulmak için ondan evlenme teklifi beklese de Turhan yan çizer. Munise, Melek’in âşığıyla adının çıkmaya başladığını ve yeni bir taksi arabası almak için gereken yedi bin lirayı Hacı Kâmil Efendi’nin vereceğini söyleyerek Mustafa’yı ikna eder; aşkından ümidini kesen Melek de dedesi yaşındaki bu adamla evlenmeyi istemeye istemeye kabul eder. Ancak Hacı Kâmil Efendi tek kelimeyle iğrenç bir insandır. Melek’i köle gibi kullanarak ayakkabılarının bağını dahi ona çözdürür. Melek evi terk ettiği zaman, “Şimdi onun önüne kim terliklerini sürecek, kunduralarının bağlarını kim çözecek? O akşam namazını kılmak için abdest alırken kim havluyu elinde tutup kapının dışında bekleyecekti?” diye düşünecek kadar kadını değersiz görür. Genç kadını sürekli döver, hatta bir gün onu merdivenlerden aşağıya atar. Kolu kırılan kadın kırk gün alçıyla gezer. Hacı Kâmil Efendi tefecilik de yapar. Mustafa’ya verdiği yedi bin liradan o kadar yüksek faiz alır ki, Mustafa borcunu ödediğinde arabası çoktan eskimiş olur. Üstelik yazıhanedeki genç yamağı Kâtip Yılmaz ile eşcinsel bir ilişki içerisindedir: “Hacı Kâmil Efendi kadını hiç sevmezdi. Zaten umumiyet itibariyle bütün hayatı boyunca kadınları sevmemişti.”
Melek, bu ıstırap dolu evde kocasının onu öldürmesini beklerken, yakın arkadaşı Aysel’in teşvikiyle kadın mecmualarına bakmaya başlar. Bu mecmualardan birinde görüp yıldız olmak için başvurdukları bir yarışma neticesinde tuzağa düşürülerek iki genç kız da seks işçiliği yapmaya zorlanır. Buna paralel olarak Zerrin’in de trajik bir hikâyesi vardır, ilerideki sayfalarda onu yargılayan Mustafa’ya şöyle isyan edecektir:
“(…) O zaman Bay Mustafa, bana vaaz veren şoför abi, sen nerelerde idin? Şimdi beni anafordan kucaklamak için martaval okuyup durma. Teyzem öldü, oğlanlar yanımızdan kaçtı. O sıra oturduğumuz ev de yıkıldı. Biz Tophane’den Fındıklı’ya giden yolda, bir evin bodrum katına yerleştik. Bir gün anama gelen bir adam bana saldırdı. Ben tepiniyor, kaçıp kurtulmaya çabalıyordum. Sesime anam geldi. Manzarayı görünce ne yaptı, biliyor musun? Ne dedi adama? ‘Bu sana daha tuzluya mal olur’ dedi. O gün o adamın ellerinden kurtulamadım.”
Kısaca ataerkil toplum yapısı, başta seks işçileri olmak üzere, kadınların gözüyle eleştirilir romanda. Öte yandan Melek’i, Zerrin’i öldürmeyi düşünecek kadar öfkeli bir adam olan Mustafa’nın sevgisizliğinin sebepleri de irdelenmekte, bu sevgisizliğin kaynağı yoksulluk olarak belirmektedir, zira bir yerde Melek’e kendini şöyle izah eder:
“(…) Vücudumda koskoca ve bir karınca yuvası gibi kaynayan bir kalabalık arasında çırpınmanın yorgunluğu, kalbimde kendimi böyle harcayarak çalışmama rağmen sizlere vermek istediğimin yarısını bile temin edememenin üzüntüsü… Beni tatsız tuzsuz bir adam yapıyordu. O eve geldiğim zaman artık ben insan değildim, bir posa idim. Onun için sizinle meşgul olamıyordum. Yüzlerinize bakamıyordum. Dertlerinizle alakadar değildim. (…)”
Ana mekânın Tarlabaşı olduğu romanda sevgi ve şefkatin önemi çizilirken, sefaletin ister kadın ister erkek olsun, insanları düşürdüğü durumlara sıklıkla değinilmektedir. Hatta kitabın sonlarına doğru Melek’in sarf ettiği şu sözler sosyal adaletin önemini vurgular niteliktedir:
“(…) Kötü olan sadece kötü geçirdiğim şu darmadağınık, şu düzensiz hayattır. Muhakkak bir yeni, bir başka düzene girmesi lazım olan bugünün bu bunaltıcı hayatıdır. (…)”
Bu kısım varoluşçu bir yorumu mümkün kılar; zira Sartre, Freud’u bilinçdışını her olguyu açıklayan sihirli bir yelpaze gibi görmekle suçlayarak Türkçeye genellikle “gaflet” kelimesiyle tercüme edilen “mauvaise foi” kavramını ortaya atar. Tanrıtanımaz bir felsefe biçimi olan varoluşçuluk insanın bir doğası olmadığını, bu yüzden de varoluşun özden önce geldiğini vurgular. Bu bağlamda her insan, özünü kendi eylemleriyle oluşturur. Eylemlerini kendisi seçen insanın sorumluluğu özgür olmaktır. Gaflet ise insanın kendini kandırma mekanizmasıdır denebilir. Gaflet yüzünden insan eylemlerini seçmekten ziyade ona dayatılanı kabul eder. Kendisi için varlık konumundayken kendinde varlık konumuna düşer; başka bir deyişle, özne olmak yerine nesneleşir. 1970’lere kadar feminist olmadığını söyleyen, ardından feminizmi kabul ederek feminizmin yılmaz savunucusu olan Simone de Beauvoir da 1949’da yazdığı, Türkçeye birkaç sene önce kazandırılan kitabı İkinci Cinsiyet’te bu varoluşçu izleği kadınların mevcut durumu üzerinden okur. Ona göre kadınlar da gaflette bulunabilir, zira “öteki” yahut “nesne” olarak toplumsal rolleri ve kodları kabul edebilirler. Kadınların bu duruma düşmesinin sebebi hem kadınların zaten gaflet içerisinde olması hem de ataerkil toplumun kıskacıdır. Mutlak özne olan erkeğin karşısında kadın öteki konumundadır. Ancak bu noktada erkek de gaflet içerisindedir. Hem kadınlar hem de erkekler gafletten kurtularak sorumluluk bilincine sahip olmalıdır, fakat Beauvoir bu noktada başat rolü kadınlara verir. Ancak ve ancak kadınlar özgür oldukları vakit insan da özgür olacaktır. Böyle bakıldığında, Mustafa’nın kitabın sonundaki değişimi de bir anlam kazanır. Gerek Zerrin gerek Mustafa’nın parkta karşılaştığı seks işçisi gerekse Melek ataerkil sisteme direnerek kendilerini değil, onları bu mesleği yapmaya mecbur kılan ataerkil sistemi suçlamış, kendi seçimleri olan eylemlerinin arkasında durmuşlardır. Hatta Zerrin, Mustafa’ya, “Hey, Şoför Mustafa! Ben orospu isem sen de orospusun” demiştir. Bu sayede Mustafa ona diretilen toplumsal kodlardan sıyrılmayı başarmış ve romanın sonunda Melek’i yanına alarak, hiç kimsenin sözünden, bakışından utanmadan onu arabasına bindirip eve götürmek için yola çıkmıştır.
Olay ağırlıklı ilerleyen romanda psikolojik tahliller, betimlemeler pek yer tutmasa da, karakterler gerçekçi bir şekilde kurgulanmıştır. Özellikle Zerrin karakterinin kullandığı argo kelimeler ve ifadeler yazarın bilgi birikimini ve dil kullanım gücünü ortaya koyar. Öte yandan kitabın “Birbirinden Doğan Kadınlar ve Romanlar” başlığını taşıyan, sonsöz niteliğindeki bölümde, birçok yazarın bilinmeyen eserlerini yayına hazırlamış olan Serdar Soydan bazı dikkatlerini okurla paylaşmaktadır. Tefrika yazan yazarların pek çok eser verdiğinin altını çizen Soydan, Suat Derviş’in benzer temalara odaklandığını belirtmiş ve Şoför Mustafa’nın nüvelerinin yazarın diğer karakterleri olan Sürücü Mustafa ile Kanlı Mustafa’da bulunduğunu ifade etmiştir. Öte yandan Derviş’in karakter kurma gücüne de değinir: “Suat Derviş’in Nazlı’dan Melek’e, yani 1937’den ’64’e kadar kaleme aldığı romanlarda yer alan fakir, kendisini var etmeye çalışan kadınları da birbirlerinden doğmuş gibidir. Ana karakterlerin başlarından geçenler, attıkları adımlar, arzu ettikleri, bu uğurda göze aldıkları benzerdir. Belli ki kadının bazen daha iyi bir yaşam, bazen sevilmek, arzu edilmek uğrunda bir maceraya atılması ve bu yolda bir seks işçisi haline gelmesi Suat Derviş’in uzun bir süre ilgisini çekmiş, zihnini meşgul etmiştir. Ancak o, bu romanların hiçbirinde, Yeşilçam’ın çok sevdiği ‘kötü yola düşürülen kadın’ klişesine düşmemiş, karakterlerini birer nesne değil, özne olarak kurgulamayı bilmiştir.”
Bu özellikleriyle kitap, ’60 dönemi Türkçe edebiyatın toplumcu gerçekçi eserlerinden biri olarak kabul edilebilir. Suat Derviş, İstanbul’un kenar semtlerine mercek tutarak, başkahramanı erkek olan bir romanın kurgusunu kadın karakterler üzerine inşa etmiştir. Böylece, Şoför Mustafa sosyal adaletin önemi, kadın-erkek eşitliği, sefalet gibi temaları irdeleyen bir metin olarak karşımıza çıkar.
•