REFİK DURBAŞ
Doğan Kitap
Edebiyatın çoksatarlara, edebî starlara yenik düşmediği, sözün hükmünün henüz yitmediği bir dönemin entelektüel hayatını, polemiklerini, dergilerini, edebî gruplarını anlatıyor Refik Durbaş...
Şiirin zekâ, kültür ve duyarlılık nişanesi olarak sosyal medya aforizmalarına dönüştürüldüğü bir çağda kolay değil hayatı şiir gibi yaşayanlardan söz etmek. Şiiri ve şairi mızmız bir nostaljinin nesnesi haline getirmeden anmak… Estetiği, hazzı, tarihi o uçup giden anların içerisinde tüketen bir çağın elbette ki “vakti yok durup ince şeyleri anlamaya.” Tarihi müzelere sıkıştırıp kenti ve o kentlilerin belleğini silip yok ettikten sonra, İstanbul’un herhangi bir köşesinde “görülmemiş bir çiçek açma”yı, şiirin gizlide saklandığı tarihi anlatmanın ne gibi bir yararı olabilir ki?
Oysa Javier Marías’ın deyimiyle “Anlatmak hemen her zaman bir armağandır.” Hele Hele şiirin gizli tarihini, artık veda edilen bir geçmişi anlatmak bugüne verilen en güzel armağandır. Refik Durbaş da bize en güzel armağanlardan birini sunuyor Şiirin Gizli Tarihi’nde. Her biri bir roman sayfasını dolduracak yaşamları, toplumsal bir bilincin içinde parıldayan bireysellikleri, kentli entelektüelin varoluşunu, çağa karşı duruşunu, sözünü anlatıyor Durbaş. Orhan Veli’yi, Nâzım Hikmet’i, Yahya Kemal’i, Oktay Rifat’ı, Hasan İzzettin Dinamo’yu, Ece Ayhan’ı, Ömer Seyfettin’i, Can Yücel’i ve daha nicelerini… Şiiri hayata, sokağa taşıyanları… Güzeller güzeli İlham Perisi’yle Fildişi Kule’nin ardına çekilenleri değil, bir sabahçı kahvesinde oturup soğuğun katılaştırdığı parmaklarıyla beş kuruşa şiir yazanları… Edebiyatın çoksatarlara, edebî starlara yenik düşmediği, sözün hükmünün henüz yitmediği bir dönemin entelektüel hayatını, polemiklerini, dergilerini, edebî gruplarını… Aynı kıza âşık olanları, karşılıksız sevdalananları, bohem hayatın izbelerini, sokağın binbir çeşit hallerini, gündüz ve gecelerini, henüz soylulaştırılmamış mahalleleri, karakolları, cezaevlerini, polisleri, karartma gecelerini…
Refik Durbaş’ın anlattığı İstanbul müteahhitlerin değil, şairlerin İstanbul’u. Kentsel mekânlara anlam kazandıran, mekânın tarihinin bir parçası olan, hatta kentin estetiğini, yaşam biçimini şekillendiren, tarihin artık onlar olmadan yazılamayacağı şairlerin, yazarların İstanbul’u. Mekânın bir anlam ve tarih atfedilerek kamusal bir simge haline getirildiği, cafelerin, pastanelerin, kıraathanelerin şehir kültüründe vazgeçilmez bir yere sahip olduğu bir dönemi anlatıyor Durbaş. Kentli Bohem’in o yavan, şiire düşman, yeknesak gündelik hayatı elinin tersiyle itip, şiirin gündelik hayatında yuvarlanıp gittiği zamanları.
Gündelik hayattan kaçmaya çalışsa da şair, gündelik hayatın o acımasız tanrısı onu kimi zaman Darphane’de memur, kimi zaman ay sonunu getirmeye çalışan bir öğretmen yapacak, maişet şiirin büyüsüne galebe çalacaktır.
Her şeye rağmen gündelik hayatın o katı rutinini kırmaya muktedir olanlar yazılmıştır Şiirin Gizli Tarihi’nde… Darphane’de memur da olsa, Joyce’un Stephen Dedalus’unun modernist manifestosunda dile getirdiği “İnanmadığım şeye hizmet etmeyeceğim” mottosundan ayrılmayanlar, devlet dersinde hep bütünlemeye kalanlar:
“[Cemal Süreya], müdürlüğe yeni başladığı günlerde eski Başbakan Suat Hayri Ürgüplü’nün kardeşi gelir. Kiloluk bir altın külçeyi sikke altına dönüştürmek istemektedir. Ama bu yasalara göre mümkün değildir, çünkü Darphane altın basımı işini yalnız sarrafların getirdiği külçelere yapmaktadır.
Bunun üzerine “sarraflara tam ve acımasız bir tekel durumu kazandıran bu uygulamanın yasal dayanaklarını araştırmaya” başlar. Bir tüzük, bir yönetmelik, bir genelge, bir karar, bir emir? Hiçbir şey yoktur. Bu işten yalnızca İstanbul’daki 23 sarraf yararlanmaktadır. Süreya, Maliye Bakanlığı’na bir yazı yazarak durumu özetler ve büyük ölçüde vergi kaçakçılığına yol açan bu uygulamanın önlenmesini ister.
Çok uzun bir süre yazısına yanıt gelmez. Sonunda, bütün bürokratik görgü ve nezaket kurallarını bir yana iterek bakanlıktan yanıt isteyen ikinci bir yazı, bir tenkit yazısı yazar. Fakat yanıt olarak zamanın Maliye Bakanı Yılmaz Ergenekon’un bizzat kendisi gelecektir. Bakan, Darphane’ye gazap içinde girer. “Kapalı yerleri görmek istiyorum! Kapalı yerleri gösterin bana!” diye bağırıp çağırmaya başlar.
Her yer gösterilir. İş şakaya vurularak, en küçük çekmecelerin gözleri bile açılır. Bakan, bu kez de “Arşivi görmek istiyorum! Reşat altınların kalıpları nerde?” diye kükrer. Oysa arşiv, Sultanahmet’te, Damga Matbaası bölümündedir.
Ertesi gün arşiv de gezilir. Bu kez yüzü gülüyordur Bakan’ın. Tam arabaya binerken Cemal Süreya parmağını kaldırarak herkesin duyabileceği bir sesle şöyle der: “Beyefendi, bir kapalı yer daha vardı, ama onu size göstermeyeceğiz...” Bakan şaşırır, bir an ne yapması gerektiğine karar veremez. Süreya hemen ekler: ‘O da bizim gönlümüz...’”
David Harvey, “Zamanın bir akış olarak değil de yaşanmış yer ve mekânların anıları olarak canlandırıldığı doğru ise, o zaman toplumsal ifadenin temel malzemesi olarak tarih, yerini gerçekten şiire, zaman da mekâna bırakmalıdır” diyor Postmodernliğin Durumu’nda. Refik Durbaş da Şiirin Gizli Tarihi’nde şiir aracılığıyla tarihi “yaşanmış yer ve mekânların anıları olarak” canlandırıyor, şiir artık tarihin yerini alıyor. Müzelerde, televizyon dizilerinde kentli tüketicinin beğenisine sunulan tarih dilsiz ve tarihsizdir artık; şiirin sahne alma vakti gelmiştir.
“Anlatmak hemen her zaman bir armağandır” demişti ya Marias, Refik Durbaş da şiir aracılığıyla anlattığı tarihle bize belleğimizi, yitip giden büyüyü, Son Bakışta Aşk’ı armağan ediyor.