STEVE ERICKSON
çev. Sanem Erdem Yedi Yayınları 2021 344 s.
"Kitap açıldığında yaşanmışlıklar çoktan birikmiş. Ana karakterimiz Vikar anlam arayışı peşinde. Büyük dengesizlikler daha büyük dengesizliklere gebe. Normallik beklentisi bir sanrı. Cinnet tüm cephelerde akılcılıkla savaşta – yalnızca rüyalar galip gelebilir. Thomas Pynchon’un söylediği gibi: 'Steve Erickson o nadir ve ışıltılı yeteneğiyle gerçekliğin geceye ait kısmından yazıyor.'”
Sisli puslu, dağınık; gelişigüzel oluşturulmuşa benzeyen bir büyük yapboz tanımı çağa da uyar, Sıfırkent romanına da. İyi de, tüm bu karmaşanın altında hangi fay hatları gizleniyor?
Her şey sıfırlanana (!) dek devam eden kısa, keskin bölümlerle ilerliyor hikâye. Yazar enstantaneler telgraflıyor okura ve bu neyi andırıyor, biliyor musunuz? Hem öze yönelik tasvirlerle akan senaryoları hem de sinema kurgusunun tempo kuran matematiğini.
Demek ki roman, film gramerine öykünüyor. Sinemanın derin gizemine dokunan Hollywood merkezli konusunu tamamlayan bir anlatı formatından yararlanıyor. Her iyi yazarın üzerine düşünmesi gereken temel mesele –anlatılan ile anlatılma biçiminin örtüşmesi– bu vakada öylesine şeffaflaşmış ki, romanın iskeleti adeta görünür kılınmış.
Romanın hikâyesi nedir diye soranlara arka kapaktan kısaca alıntılayalım:
“Ağustos 1969. Charles Manson liderliğinde bir hippi ‘ailesi’ Los Angeles’in üzerindeki vadide beş vahşi cinayet işler. Aynı gün eski teoloji öğrencisi genç bir adam, kazınmış kafasında Elizabeth Taylor ve Montgomery Clift dövmeleriyle Hollywood Bulvarı’na gelir.”
Okur arka kapaktan daha fazla detay elde edebilir, fakat ne anlatıldığını fazla didiklemek eserin müphem tabiatına zarar verecektir. Hatta bu tarz kitapların kapağına bir uyarı bandı yerleştirmek uygun düşer: “Direkt okumanız, fazla düşünmeden, beynin her şeyi mantık çerçevesine oturtmasına izin vermeden deneyimlemeniz tavsiye edilir.”
“Belli bir miktar gizemli olmanın kişiliğinin bir parçası olduğunun farkındayız ve bunu kabul ediyoruz Vikar. Bu durumun zaman zaman insanları tedirgin ettiğinin farkında mısın?”
Kitap açıldığında yaşanmışlıklar çoktan birikmiş. Ana karakterimiz Vikar anlam arayışı peşinde. Büyük dengesizlikler daha büyük dengesizliklere gebe. Normallik beklentisi bir sanrı. Cinnet tüm cephelerde akılcılıkla savaşta – yalnızca rüyalar galip gelebilir. Thomas Pynchon’un söylediği gibi: “Steve Erickson o nadir ve ışıltılı yeteneğiyle gerçekliğin geceye ait kısmından yazıyor.”
Steve Erickson
Ürpertici. Tekinsiz. Yanılsamalarla dolu. Çağın enerjisine uygun. Gizemler, arazlar ve uyumsuzluk vaat ediyor. Kitap geçmişte geçiyor fakat her şey adeta şimdide gerçekleşiyor. Nasıl mı? Mavi Melek filminin yönetmeni Josef Von Sternberg’den yapılan başlangıç alıntısına başvurmak yeterli: “Sinemanın dünyanın başlangıcından beri var olduğuna inanırım.”
Kafa karıştırıcı, değil mi? Paradoksal, ki paradoks günümüzün tepetaklak manzarasını anlamak için tek anahtar. Karanlık tünelin sonundaki ışık, reklam panolarından taşan LED parlaklığı. Peynir, fare ve kapan; aralarındaki sınırların bulanıklaştığını kim inkâr edebilir? Suç, ceza ve nedamet; bu milenyumda hangisi hangisi?
“Bir rüya görüyorum. Yani sürekli aynı rüyayı görüyorum. Ne zaman sinemaya gitsem o gece rüya görüyorum, rüya hep aynı. Bir taş var, gece ve dolunay var, biri taşın üzerine uzanmış, korkunç bir şey olmasını bekliyor.”
Farklı coğrafyaların benzer küreselleşme modeline maruz bırakılmasının toplumlardaki ve bireylerdeki yansımaları. Modernizmin zamanla kurduğu tüketici bağ. Fordist bant sisteminde imal edilen günlük rutin. Tatminsizlik. Sosyal medyanın sahte aynaları. Büyük sıkışmışlıklar. Nükleer kışlar. Bozulan akıl sağlığı. Daimi umutsuzluk, daimi endişe, daimi bekleyiş.
Tüm bunların derinliğine dalan yoğunluklu edebiyatın yeterince hızlı küreselleşmemesi. Hollywood çizgisindeki ağdalı anlatıların ithalatı. Kurgulaşan yaşantılar, tek heceli diyaloglar, dikkat dağınıklığı, yatıştırıcılar, kimsenin gitmediği yerlerdeki ışığın sönmesi. Ekolojik yitiş.
Teknokrasinin yükselttiği özgürlük vaatleri kitleleri beklenmedik esaretlere prangaladı. Eski zamanda köşelerinden taşmayan nosyonlar birbirlerine çarpa çarpa ücralara dağıldılar. Çizgiler görünmezleşti ve kaos kalbe sıçradı.
Küreselleşmenin mevcut tablosu siberpunk akımının öncü yazarı William Gibson’un şu sözlerinde kristalleşti: “Gelecek çoktan geldi – yalnızca henüz eşit biçimde dağıtılmadı.”
Teknoloji hükümranlığı ile gelişim takıntısı, insanca duyumsamaları katran karası badanaya batırdı. Bu tükeniş de vakanüvislerini ortaya çıkaracaktı elbet. Nitekim 1960’lar Amerikası’nın karşıt kültür rüzgârıyla esintilenen dimağlar farklı edebiyat anlayışlarıyla adım adım merkeze yürümeye başladılar. Öyle ki, bugün yaşayan en önemli beş Amerikan yazarından bahsedildiğinde Thomas Pynchon, Don DeLillo ve Cormac McCarthy konusunda herkes hemfikir. Diğer iki isim hakkında fikir ayrılıkları sürse de, bu romanın yazarını bahsi geçen listelerde görmek gayet olağan.
Sözü edilen yazarlar hapsolduğumuz güncel atmosferi yansıtmak hususunda yoğun çaba göstermekteler. Yazarlığın –yazabilmenin ötesinde– kişisel biçimlerde mevcut kolektif deneyimi aynalama sorumluluğuna dayandığının farkındalar. Karmaşıklaşan gerçekliğin ölçülerine uygun, yepyeni ifade modelleri icat etmeye adanmışlar.
“Herhangi bir müzik değil, Ses bu; yıllardır diğer müzikler hakkında ona söylenen ama öyle olmayan gerçek Müzik bu.”
Güncel Amerikan edebiyatından yeterince örnek çevrilmediği için günü kavramayı sağlayan araçlardan büyük oranda mahrum kalınıyor. Geçmişi taklit kavrayışla aktaran boldur, fakat teknik deneylerle zamanın dokusuna nüfuz etmeye odaklanmış dinamik romanlara nadir rastlanılır. Sıfırkent öyle bir roman. Algı sınırlarını zorlamakla sorunu olmayanlar için.
“Kadının yüzünde sokak lambalarının ışığı dalgalanıyor. Grand Central İstasyonu’nun üzerinde dolunay var. ‘Büyüyor mu küçülüyor mu?’ diye soruyor kadın. ‘Çoğu geceyi sette geçirdiğim için bilmiyorum.’”
•