MEHMET RAUF
Günümüz Türkçesine aktaranlar: Reyhan Tutumlu, Ali Serdar Latin harflerine aktaran: Fatma Damak Koç Üniversitesi Yayınları, 2019 174 s.
Koç Üniversitesi Yayınlarının Tefrika dizisi, TÜBİTAK tarafından desteklenen "Türk Edebiyatında Tefrika Roman Tarihi (1831-1928)" başlıklı projenin bir ürünü. Latin harflerine aktarılarak hem özgün hem de sadeleştirilmiş metni okura sunulan kitaplardan biri de, Serap adını taşıyor.
Uzun yıllar dergi sayfalarında ve başka isimle yayınlanmış bir kitabın içerisinde kalmış bu eser, ilk kez 14 Temmuz 1909 tarihinde Resimli Roman dergisinin 5. sayısında tefrika halinde yayımlanmış, ancak 1909 yılında yazarın tefrika edilmiş iki başka eseriyle birlikte Âşıkhane isimli kitapta basılmış. Mehmet Rauf’un bu romanını günümüz Türkçesine Reyhan Tutumlu ve Ali Serdar aktarmış, Latin harflerine aktaran ise Fatma Damak. Özenli bir çalışma.
Fatma Damak, yazarın yaşamıyla ilgili olarak şu satırları yazıyor:
“Hayatını edebiyata vakfeden, edebiyatı ise ‘benim hayatım’ ifadesiyle tarif eden Mehmet Rauf (1875-1931) modern Türk edebiyatının oldukça üretken yazarlarından biridir (…) Elli altı yıllık ömrünün otuz sekizinde bilfiil edebiyat dünyasında yer alır ve bu zaman zarfında sadece roman türünde değil; hikâyeden mensur şiire, tiyatrodan edebiyat eleştirisine kadar farklı türlerdeki eserlerini okur kitlesine sunar (…) Modern Türk edebiyatı külliyatına on altı roman, on bir hikaye kitabı, on tiyatro metni, bir mensur şiir kitabı ve yüz yirmiden fazla edebiyat eleştirisi makalesi kazandırır.” (s. 9-10)
Küçük yaşlardan itibaren yazar olma arzusunun ilk ürünü, 14 yaşında iken kaleme aldığı Denaet yahut Gaskonya Korsanları olur.
“Ne var ki, okuduğu macera romanlarının etkisiyle kaleme aldığı bu romanı kitap olarak bastıramaz. Fakat bu durum, onun yazma hevesini kırmaz…” Genç bir yaşta çıktığı yazarlık yolunda Mehmet Rauf’un karşısına çıkan tek engel, yazdıklarını bastıracak bir matbaa bulamaması değildir, aynı zamanda ne ailesi ne de okuldaki hocaları, onun edebiyatla uğraşmasını pek hoş karşılar, (hatta bu kişiler defalarca yazdıklarını yırtıp atar). Tüm bu cesaret kırıcı girişimlere karşın Mehmet Rauf, Hizmet dergisine gönderdiği “Düşmüş” isimli hikâyesi ile (31 Aralık 1892 - 21 Ocak 1893) edebiyat dünyasına adım atar.”
Hikâyesi Halit Ziya tarafından beğenilen yazar, onun teşvikiyle edebiyat dergilerinde görünmeye başlar. Bir yandan genç bir deniz subayı olarak görev yaparken, diğer yandan İkdam gazetesinde Garam-ı Şebap romanı (1896) tefrika edilir. Aynı dönemde başka dergilerde de şiir, hikâye ve makale yayımlarken, Sabah’ta İngilizceden çeviriler yapar. O günler, geniş bir konu çeşitliliği barındıran, haftalık resimli bir gazete olarak çıkan Servet-i Fünun’un yayımlanmaya başladığı yıllara denk düşer. Derginin ismiyle anılan edebiyatçılar arasına katılır. Ve Modern Türk edebiyatı içinde ilk psikolojik roman kabul edilen ve kendisine büyük bir ün kazandıran Eylül romanı da ilk kez burada tefrika edilir.
Fatma Damak, yazısını şöyle sürdürüyor:
“Ne var ki Mehmet Rauf’un edebiyat camiası içinde kazandığı şöhret ve itibar, mahkeme önünde yargılanmasına yol açan “Bir Zambak Hikâyesi” (1910) başlıklı öyküsü yüzünden sarsıntıya uğrar. Pornografik bir içeriğe sahip olan bu öykü, yazarın ismi olmadan yayımlanır. Fakat yazarının Mehmet Rauf olduğu çıkınca “amme hayatına aykırı” yayın yapmaktan ötürü suçlu bulunur; Bahriye subaylığı rütbesi elinden alınarak Mekteb-i Harbiye’deki kitabet muallimliği görevinden ihraç edilir ve altı ay hapis cezası alır. Ayrıca Gelincik dergisinde yer verdiği bir resim de genel ahlâka aykırı bulunur ve bu sebeple üç ay hapis cezasına çarptırılır.” (s. 12)
Mehmet Rauf’un yaşamı bu olaylardan sonra ekonomik sıkıntılar içinde geçer:
“En büyük yaşam amacı olan edebiyat, aynı zamanda onun tek geçim kaynağına da dönüşür. Gündelik yaşamını idame ettirebilmek için bolca yazmak ve yazdıklarını yayımlatmak zorunda kalan yazar, Servet-i Fünun, İkdam, Resimli Roman, Resimli Ay gibi farklı dergi ve gazetelerde öykü, roman ve makale türündeki eserlerini yayımlatır. Ayrıca Mahasin ve Süs isimli, kadınlara yönelik edebiyat ağırlıklı dergiler de çıkarır.” (s. 12-13)
Ancak ağır bir hastalık geçiren yazar, yatağa bağımlı bir hale gelir. Eli kalem tutmaz hale gelince yazılarını eşine dikte ettirir. İyice ağırlaştığında karısı ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu aracılığıyla devletten maaş bağlanan yazar, 23 Aralık 1931’de vefat eder.
Serap, Mehmet Rauf’un 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra yazdığı ilk romandır. İstibdat Dönemi’nin eleştirildiği bu kitabın bir başka özelliği de yazarın güncel siyaseti doğrudan ele aldığı tek romanı olmasıdır.
Roman, yazarın bize adını söylemediği kahramanının Boğaziçi vapuruna binmesiyle başlıyor. Her akşam olduğu gibi, gazetesini alıp vapura giren ve yerleştikten sonra güzel bir hanımın farkına varan “Kalem” çalışanı, yavaş yavaş bazı duygularla sarsılmaya başlar. Yaşamının ne kadar renksiz geçtiğini, duyduğu heyecanların yok olup gittiğini düşünür. Sıkıntılı bir çocukluk yaşamıştır, erken yaşta annesini kaybetmiş, yatılı bir okula gönderilmiş, özlemlerini sürekli ertelemiş, utangaç ve gururlu bir çocuk olarak sosyal hayatın dışında kalmış, hep para sıkıntısı çekmiş bir gençken, şimdi gerçi bu dertlerin bazılarından kurtulmuştur. İlk görüşte âşık olduğu kızla evlenmiştir. (Geçerken bir not: Kahramanlarımızın evlilik öncesi halleri romanın güzel bölümlerinden bir tanesi. O zamanlar bunun nasıl yaşandığını okuyoruz.)
Mevcut hayatı refah içinde geçse de “yirmi ile yirmi beş arasındaki beş senelik sancılı sefaleti düşündükçe” kalbi hala sızlamaktadır. Bedbaht bir insandır. Aklına İstibdat dönemi gelir.
“Özellikle kendini en çok kederlendiren şey, İstibdat Devri’nin en faal ve en zalim ve en zorba bir zamanına rastgelen bu senelerde aydınlık gençliğinin sevk ve yönlendirmesiyle bütün varlığının amacını oluşturan saadetlerin beş, on hain ve vahşi köpeğin iğrenç keyiflerine, kirli bencilliklerine kurban edilmekte olduğunu bilmesi, adil bir idarede, kendi iktidarında gönülleri hoş etme ve bolluk içinde yaşatmayla görevli olması gereken şefkatli bir hükümette bu sefaletlerin meydana gelmemesi gerektiği meseleleriydi.” (s. 32)
Ancak mutsuz kahramanımızın kızdığı, lanetlediği yalnızca, eski devrin yöneticileri değildir. Toplumun bu baskıları kabul etmesini de affedememektedir.
“Özellikle onun hınç ve düşmanlıkla lanetlediği, yalnız saadet hakkını değil, yaşam hakkını da bu kadar kayıtsızca alçalmaya katlanan bir tevekkülle cellatlarına teslim edip sonra da hayatta bir zevk alma sebebi, bir yararlanma hakkı bularak yaşayabilen bu miskin ve aşağılanan halktı.” (s. 33)
Bu düşüncelerle evine dönünce, açık kapı önünde bekleyen uşağı görür. Merakla sorunca öğrenir ki karısı İclal rahatsızlanmış, doktor çağırmışlar, uşak doktoru beklemektedir. Hızla karısının yanına gider. Kadın fenalaşınca yatağına yatırmışlardır. Yatan kadının yüzündeki buruşuklukları görür, fark etmeden yaşlanmışlardır. İlişkilerinin başlamasını, evliliklerinin ilk yıllarını düşünür, kendinin de yaşlanıp yaşlanmadığını merak eder ve sonunda uzun zamandır yapmadığı bir şeyi yaparak, aynada kendisini inceler. Evet o da yaşlanmaktadır, yüzü kırışmıştır. Evliliklerinin başlarındaki heyecan kaybolmuş, monoton bir yaşam onları acımasızca tüketmektedir.
Bu karmaşa sürerken, yakın bir dostu kahramanımızın ziyaretine gelir. Bu eski dost konuşabildiği nadir kişilerden biridir. Sıra kişisel konulara gelince o da yaşlanmaktan şikâyet eder:
“Mesela, bilirsin ki ben bu yaşa gelinceye kadar dünyanın belki en hayalperest, en güzellik ve şiir tutkunu bir mahlukuydum, değil mi? Özellikle kadınlarla ilgili konularda en çok aradığım, şiir ve güzellikten başka bir şey değildi. Halbuki bu bahsettiğim değişim sayesinde bugün çok kaba, maddiyata düşkün bir adam oldum. Bugün, bir vakitler şiirsiz hayale cesaret etmediğim, gerek görmediğim kadınları şehvetten, hem de en pis bir şehvetten başka bir bakışla düşünmek bence imkânsız oldu.” (s. 68)
Yaşlandığı düşüncesi bu 51 yaşındaki dostun da zihnini meşgul etmekte, artık “treni kaçırdığını, kaçırdıklarını” düşünmektedir. Geride bıraktıkları senelerin karanlık bir çağ olduğunu ve bunun en büyük nedeninin istibdat olduğu görüşündedir. Yana yakıla şöyle der:
“Gençlik hayatımızı emen, zehirleyen, gençliğin söz verilmiş saadetlerinden hiçbirine kavuşamayarak hatta gençliğimizin imkân tanıdığı faydalardan uzak ve mahrum kalarak sefil ve sersemlemiş olmamızın tek sebebi o uğursuz, lanet dönem oldu. (…) Öyle lanet bir şehirde yaşadık ki hayattan mahrumdu; hayattan, zevkten, kişilikten mahrumdu.” (s. 74-75)
Dostu yeni başlayan Hürriyet dönemi hakkında da olumlu şeyler söylemez:
“Hürriyet mi? Bunun manasını unuttuğum, hatta ismini bile unutmuş gibi olduğum bir yaşa geldiğim vakit, senelerce üzüntü ve umutsuzluk içinde sızlayıp feryat ederek ümitsiz ve inilti içinde kaldıktan sonra bana verdiler (…) o kadar boynu büküğüz ki bu hürriyetten, bu hürriyetin faydalarından, iyiliklerinden yararlanacak kabiliyet kalmadı.” (s. 75)
Sohbet bir süre sonra sona erer ve talihsiz kahramanımız karısının yanına çıkar. Kafasından her şeyden uzaklaşmak, yepyeni bir yaşama başlamak gibi düşünceler geçer. Karısından ayrılıp yeni gönül maceralarına başlamayı hayal eder. Yıpranmış ve yıpratıcı bir evliliği sürdürmenin sonu yoktur… Ancak karşılaşabileceği engeller aklına gelir. Uğraşacak ne mecali vardır ne de cesareti, sonunda kendi kendine şöyle der: Hayat ve gençlik herkes için de bir seraptan başka bir şey değildir…
Türkçe romanın henüz gençlik çağını yaşadığı bir dönemde yazılan Serap, karamsar bir roman. Mehmet Rauf, bizi bunalmış ve geleceğe dair ümitleri olmayan insanlarla buluşturuyor. Boğucu bir havası var, önsözde dendiği gibi içerisinde yer alan illüstrasyonlar belki okumayı kolaylaştırıyor ama havayı hiç dağıtmıyor. Bireysel yaşam ile toplumsal yaşam arasındaki ilişkiyi kurma çabaları, kişilerin ruh hallerini yaşadıkları dönemle ilişkilendirmesi, insani durumları analiz etmeye çalışmasıyla Serap, ilginç bir roman.
•