TEVFİK FİKRET
Toplu Hikâyeleri (Günümüz Türkçesi ve Orijinal Metin) Derleyen Erol Gökşen 2020 200 s.
Pek çok edebiyatçı gibi Tevfik Fikret’de tamamıyla edebiyatın bir türüne yönelmeden önce, başka türlerde de denemeler yapmış, ancak başarılı olmadığını görünce bırakıp gerçekten başarılı olabileceği alana dönmüştür. Geçtiğimiz haftalarda yayınlanan elimizdeki kitap, Tevfik Fikret’in yaşamının bir döneminde kaleme aldığı hikâye ve mensureleri (şiirle nesir arasında, nesirden çok şiire yakın bir tür) içeriyor.
Edebiyat tarihçileri, Batı edebiyatı etkisi altında oluşan yeni hikâyeciliğimizin Ahmet Midhat Efendi ile başladığını, daha sonra yazarların da bu türden örnekler verdiklerini ve hikâye türünün geliştiğini yazmaktalar. Bir başka deyişle hikâye, yazarlar arasında ilgi gören bir olmuş. Kitapta sunuşunu okuduğumuz Abdullah Uçman şöyle diyor:
“Tevfik Fikret de, hemen hemen aynı yıllarda, muhtemelen bir heves sonucu bazı hikâyeler kaleme almış, ancak pek de başarılı olamadığı kanaatiyle, yedi sekiz denemeden sonra hikâye yazmaktan vazgeçerek şiire yönelmiştir.”
Kitapta yer alan ve “Nadim” (Pişman) adını taşıyan ilk hikâyede, düşünmeden yaptığı bir evlilik sonucu evinde mutlu olamayan, “gece yarılarına kadar dışarılarda dolaşan” sorumsuz bir kocanın, üstüne bir de karısından şüphe etmesinin ancak sonunda hatasını anlayarak günah çıkarmasının öyküsünü okuyoruz.
Kitaptaki en uzun öykü olan “Vâlidelik” de, küçük yaşta devrin uğursuz hastalığı vereme yakalanmış Ayşe’nin hikâyesi anlatılıyor. Öyküde önce küçük kızın anne ve babasıyla tanışıyoruz: “Ahmet Bey adında bir zat, henüz yirmi yaşındayken şehrimizin fena adetlerinden olduğu üzere on beş yaşını tamamlamış bir kızcağızı almıştı… Evleri Üsküdar’daki mezarlıklardan birinin karşısında olmasa daha fazla memnun olacaklardı ama beye babasından miras kalmıştı…”
Günlerden bir gün Ahmet Bey ve eşi küçük bir tabutun mezarlığa getirildiğini görürler ve çok etkilenirler. Ancak bu ilk sarsıntı çabuk geçer ve bir süre sonra “son derece zor bir doğum yapan” kadın, dünyaya bir kız çocuğu getirir. Çocuğa Ayşe ismini verirler. Zor geçen doğumdan sonra “anne beş altı ay yataklarda kalır”. Yazar bunun nedeni hakkında şunları söyler: “Rahim ve sinir hastalıkları, on altı yaşında doğurmanın neticesi olarak biçare kadını ele geçirip gitmişti.” Endişeli, hiddetli, huysuz oldu. Hele kızcağızına kendisi süt vermek mecburiyeti zavallı anneyi bütün bütün harap etmişti.”
Ayşe de sağlıklı değildir, üç yaşına kadar anne ve babasına zor zamanlar yaşatır. Ancak zaman içinde bu sorunlar kaybolur ve evin neşesi haline gelir. Hatta zaman zaman eski rahatsızlıkları ortaya çıkan anne en büyük desteği ondan alır. Bu arada ailenin maddi durumu da giderek iyileşmektedir.
On dört yaşına gelince, aile, Ayşe’nin çeyizini hazırlamaya başlar. Ahmet Bey ve eşi, kızlarının mürüvvetlerini görmek istemektedirler. Heyecanla kısmetinin gelmesini beklerler. Derken bir anda her şey alt üst olur. Ayşe vereme yakalanmıştır. Ne doktorlar, ne de hava değişikliği için taşınılan Heybeliada, Ayşe’nin her gün biraz daha kötüleşmesine çare olmaz ve zavallı kız vefat eder…
Kitabın “Jean” adlı üçüncü hikâyesinde yaşlı bir adamın lokantaya gelişinin ve orada kendisine kaybettiği torununu hatırlatan küçük çocukla karşılaşması anlatılıyor. Ardından yine veremli kız hikâyeleri okuyoruz: “Vedia’dan Bir Parça” ve “Vedia’dan Bir Parça Daha”! Ancak her iki öyküde de yazar, hasta olan kızdan daha ziyade Heybeliada’nın doğal güzelliklerinden ve bu güzelliklerin hissettirdiklerinde söz etmekte. Hasta kız, ağaçlar, dallar, yapraklar ve ışıklar arasında meçhul bir kişi olarak görünüp, kayboluyor.
Yine “Valideleri Vefat Etmişti” adlı öyküde de doğa ayrıntılı olarak anlatılmakta. Annelerini kaybetmiş iki kardeşin kırlarda dolaşırken yağmurun başlaması, şimşeklerin çakması ve tüm bunlardan sonra çıkan gökkuşağı ve berrak bir havada Sultanahmet’teki camilerin kubbelerinin görünmesi ve de son olarak çocukların evlerinde okunan Kur’an’ın sesini duymalarıyla kendilerini başka bir âlemde hissetmeleri, inandırıcı olmaktan uzak bir içimde birbirine eklemlenmiş.
“Zavallı Nuri” birbirini seven ancak bir araya gelemeyen iki gencin öyküsü. Annesini küçük yaşta kaybeden Nuri dayısı tarafından büyütülmüş, iyi yetiştirilmiş bir gençtir. Dayısı Rahmi Bey’in ise aynı yaşlarda hırçın, şımarık, kaprisli bir kızı vardır. Beraber büyüyen bu iki genç birbirlerini severler, ancak birbirlerine bir türlü söyleyemezler. Sonunda Nuri bu duruma bir son vermeye karar verir ve kıza aşkını ilan eder. Fakat kaprisli kızın cevabı “hayır” olur. Üstelik tuhaf bir rastlantı ile olanlar Rahmi Bey’in gözleri önünde cereyan eder. Hiddetlenen Rahmi Bey, Nuri’yi evden kovar. Odasına çekilen Nuri tabanca ile intihar ederken son sözleri sevgilisinin adını söylemek olacaktır.
Muhtelif av hikâyelerinden oluşan “Av Âlemi” başlıklı öykü ise onca hüzünlü mevzuyu okuyanlara rahat bir nefes aldırmakta. Tevfik Fikret’in son iki hikâyesinden ilki olan “Tarlada” köy hayatını anlatır. Sıcak bir günde köye giden yazar, zor şartlarda çalışan, yaşayan insanları görür:
“Ter içinde kavrulan şu yüzlerin hiçbiri böyle bir toprağın sahibi olacak kadar bahtiyar görünmüyordu. Bunlar burada hep başkaları için yoruluyorlar, terliyorlar, ölüyorlardı. Bu kocaman tarlayı (…) şanslı bir varisin hesabına ekip biçmişlerdi. (…) Zavallı çiftçiler! Alınlarının teriyle suladıkları şu topraktan alabildikleri mahsule bak. Bununla üç beş ağız, şu beş hayat doyacak. (…) Ya onların aileleri?..”
Fikret, bu durumda yaşayan insanların hallerinden memnun olmadıklarını, olamayacaklarını düşünmektedir. Ancak konuştuğu bir köylü halinden şikayet etmez, durumlarının yazarın düşündüğü gibi olmadığını gösterir. Kötümser olan kendisidir…
İkinci hikâye “Meftur-ı Gayret” (Gayret Yılgını) de yıllarını okullarda, kitaplar arasında geçirdikten sonra doktor olmuş bir adamın yaşadığı pişmanlıkları okuyoruz. Köy kahvesinde buluştuğu arkadaşlarına uzun uzun şehir hayatının “kandırıcı şamatalarından”, buharlardan, elektriklerden, balonlardan, keşiflerden, icatlardan nefret eden doktor, yazarın tanıttığı en son karamsar kahraman, ancak şehir aleyhine söylediği sözlerden sonra köyde kalıp kalmadığını bilmiyoruz…
Karamsar bir yazar olan Tevfik Fikret, kısaca söz ettiğimiz hikâyelerinin hiçbirinde sonu “mutlu” biten bir olay anlatmaz. Ayrıca olaylar ve kişiler de yetersiz tasvir edildiği için hikâyeler inandırıcı olmaktan uzaktır. Muhtemelen kendisi de bunun farkına varıp, hikâye yazmayı bırakır.
Bu hikâyelerin yayınlandığı yıllarda yazılan hikâye ve romanlar için Ahmet Hamdi Tanpınar On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı adlı çalışmasında Tanzimat dönemine ilişkin şu tespiti yapar:
“(Eserlerin) bu devirde asıl örgüsünü teessüri mevzular yapar. (…) Bazılarına büyük aile felâketleri girdiği gibi (…) bazılarında da verem hastalığının adeta tek başına bir kader olduğunu görürüz. (…) Bu hastalık, roman ve hikâye nev’inin ve bazı sahnelerinin bir nevi yardımcısı, yahut hemen hemen oyunu yükselen en mühim taşıdır. Burada da cemiyete ait bir realitenin, edebiyata herhangi bir realizm endişesinden uzak, adeta hissi bir moda haline girdiğine şahit oluruz. (…) O zamanın İstanbul’unda verem, belli başlı realitelerden biriydi.(…) Bütün dehşetiyle etrafı kasıp kavuruyordu. Halk muhayyilesi, bu hastalıkla aşk arasında garip bir yakınlık bulmuştu. (…) Devrin çok defa ağlamalı mevzular peşinde koşan edebiyatı ister istemez bu mevzuu benimseyecekti…”
Tevfik Fikret’in hikâyeleri, Tanpınar’ın bu tespitini doğrulan güzel örneklerden biri.
•