Zweig’dan kitap kurdu bir sahafın hikâyesi: Sahaf Mendel

Sahaf-Mendel

Sahaf Mendel

STEFAN ZWEIG

çev. Gülperi Sert İş Bankası Yayınları 2021 72 s.

"Kitaba ismini veren sahaf Mendel ile koleksiyoner bir adamın konu edildiği novellası I. Dünya Savaşı ve sonrasında geçmektedir. Savaşla birlikte değişen dünya insanları da değiştirmiştir. 'Unutulmayacak Bir İnsan' öyküsünde vicdan sahibi, merhametli, yardımsever ve sadece ihtiyacı olan kadarıyla yetinen Anton’u anlatırken Zweig şu soruyu sorar: Herkes Anton gibi yaşasa daha iyi olmaz mı?”

"Simurg", İbrahim Yılmaz'a...

AHMET EKEN

Dünya edebiyatının en çok okunan yazarlarından biri olan Stefan Zweig edebiyatın birçok türünde eser vermiş ve 1920’lerden başlayarak okuru ve hayranları giderek çoğalmakta olan bir yazar. Stefan Zweig’ın Sahaf Mendel ismiyle yayınlanan derlemesinde iki novella ve bir öykü yer almakta. Kitaba ismini veren sahaf Mendel ile koleksiyoner bir adamın konu edildiği novellası I. Dünya Savaşı ve sonrasında geçmektedir. Savaşla birlikte değişen dünya insanları da değiştirmiştir. Ancak Zweig’ın iki kahramanı da ekonomik bunalımlara ve yozlaşan Avrupa’ya karşı kültür ve sanatın dünyasına sığınmışlar ve sanatın coşkunluğu ile “günlük yaşamın” dertlerini dert etmemektedirler. “Unutulmayacak Bir İnsan” ise evsiz barksız, paraya değer vermeyen ve herkese yardımcı olan Anton’un öyküsünü anlatır. Vicdan sahibi, merhametli, yardımsever ve sadece ihtiyacı olan kadarıyla yetinen Anton’u anlatırken Zweig şu soruyu sorar: “Herkes Anton gibi yaşasa daha iyi olmaz mı?”

Yayın dünyasının nabzını tutanlar son yıllarda en çok okunan yazarlardan birinin Stefan Zweig (1881-1942) olduğunu, kitaplarının pek çok dilde yeniden basıldığını söylüyorlar. Galiba bizde de durum farklı değil. Sık sık yeni bir eserinin yayınlandığını görüyoruz. Zweig’ın yeni yayınlanan eserlerinden biri de içerisinde iki novellasıyla bir öyküsünün yer aldığı Sahaf Mendel.

Kitabı Türkçeye çeviren Gülperi Sert sunuş yazısında “novella”nın öyküden daha uzun bir nesir türü olarak bilindiğini belirttikten sonra şöyle devam ediyor:

Okuru kısa bir girişle olayın içine çeken novellanın kısa öyküden farkı, merkezdeki çatışmayı tutarlı bir şekilde işlemesidir. (…) Laytmotif ve nesne-sembol gibi gelecekte anlatacakları işaret eden edebi teknikler kullanılır. (…) Rastlantı önemli bir yere sahiptir, kahramanlar tesadüfen bir araya gelirler (…) çerçeve anlatım tercih edilir. (…) İç içe girmiş iki ya da daha fazla öykü olabilir.

Kahramanları çoğu kez dışlanmış ve acı çeken insanlar olan novellanın bir başka özelliği de gerilim içerip bir anda hiçbir şeyin olmamasıdır.

 

Novella üzerine bu kısa bilgilerden sonra Zweig’ın yazdıklarına dönersek, okuduğumuz ilk novella, kitaba da adını veren “Sahaf Mendel” oluyor. Öykü sağanak yağmura tutulan yazarın bir kafeye sığınmasıyla başlıyor. Zweig oturunca burasının müzik lokallerini andıran yeni moda kafeleriyle hiç alakası olmayan, tam tersine, Viyana’nın neredeyse birbirinin aynısı eski Viyana kafelerinden biri olduğunu, insanların burada bir şey yiyip içmekten ziyade gazete okumak için oturduğunu görür. Sabırsızlıkla yağmurun sona ermesini beklerken bir şeyler aklına gelmeye başlar. Şıngırtısıyla açılan kasa, tahta benzeri suni bir malzemeden yapılmış kahverengi duvar kaplaması, duvarlardaki sıradan posterler ona bir şeyler hatırlatır ama bir süre bu dağınık çağrışımlar bir araya gelmez. Kendine kızar ve nefes alabilmek için hızla ayağa kalkar. “Fakat lokalin içinde daha ilk adımları atmıştır ki, içerisindeki karanlığa ilk titrek ışıklar ve pırıltılar düşmeye başlar.” Anılar canlanır. Buraya ilk gelişi değildir; yirmi yıl, hatta belki de daha da uzun bir süre önce buraya gelmiş ve sahaf Mendel ile tanışmıştır. Burası onun yeridir.

Yazar onunla bir konuda araştırma yaparken bir türlü sonuca ulaşamadığı günlerde tanışmıştır. Sıkıntısını söylediği bir arkadaşı onu Kafe Gluck’a götürüp Mendel ile tanıştırmış, Mendel de ona “görünmez bir katalogdan okur gibi yirmi otuz kadar kitabı takır takır saymaya başlamıştır”. Üstelik her birinin de yayınevi, yayın yılı ve takribi fiyatıyla birlikte. Gerçi Zweig arkadaşının anlattıklarından sıradan bir kitapçıyla karşılaşmayacağını biliyordur ama bu kadarını da beklemiyordur! Ancak Mendel’in işi henüz bitmiş değildir, kitaplardan sonra konuyla ilgili kütüphane bilgilerini de verir. Olağanüstü bir hafıza sahibi, gerçek bir ansiklopedi ve adeta ayaklı bir kütüphane olan Jakob Mendel işini bitirince, yaptıklarının “ardından pek de önemli değilmiş gibi davrandıktan sonra içten içe keyiflenerek bir zamanlar belki de beyaz olan mendiliyle gözlüğünün camlarını siler”. Ve yazara ertesi gün gelmesini söyler.

Viyana, Griensteidl Kafe, Reinhold Völkel, 1896.

Mendel, Viyana’ya otuz üç yıl önce hahamlık okumak için gelmiştir, kitaplar dışında dünyayla bir ilgisi olmayan, eski yeni her kitabı basım yılı ve yeriyle, fiyatıyla, eski baskılarıyla bilen, “ister eline almış olsun ister uzaktan, rafta ya da kütüphanede bir kez görmüş olsun, tüm ayrıntılarıyla hatırlayan” bu Galiçyalı kitap eskicisinin dünyasında paranın yeri yoktur. Viyanalı tüm kitapseverlerin tanıdığı bu adamın yasal kitap ticareti yapmak için gereken işletme izniyle ilgili işlemleri yapmadığı için dükkân açma hakkı olmamıştır. Onun işyeri, asıl mekânı, posta adresi, tüm dünyası bu kafedir.

Mendel her sabah aynı saatte gelir, hep aynı masaya oturur ve önündeki kitaplarla ilgilenmeye başlar. Diğer müşterilerle ilgilenmediği gibi gazete de okumaz; yalnızca gelen müşterileriyle konuşur, bazen öğrenciler gelip ona eski ders kitaplarını satar, bu kitaplar onun eliyle eski öğrencilerden yeni öğrencilere ulaşır. “Aranan her kitabı bulur, temin edip az bir ücret karşılığında verir.” Kitabın altına bir kâğıt koyar, sonra saygıyla sayfalarını çevirmeye başlar. Her sayfayı tek tek açar. Böyle anlarda hiç kimse onu rahatsız edemez. “Viyanalı kitapseverlerin tanıdığı, güven duyduğu bir kişidir. Doğal olarak Kafe Gluck da büyük saygı görür.” Masası bir mabet gibi korunur. Müşterileri ve ondan bilgi almaya gelenler kafeye önemli bir kazanç kaynağıdır. Kafede Mendel’in bazı imtiyazları da vardır. Telefon emrindedir, gelen mektupları titizlikle korunur. Tüm siparişleri yerine getirilir, yaşlı tuvaletçi kadın paltosunu fırçalar, kopan düğmelerini diker ve her hafta bir çıkın çamaşırını yıkar. Yan taraftaki lokantadan her gün öğle yemeği gelir. Kafenin sahibi Bay Standhartner ona büyük saygı gösterir.

Zweig savaş yıllarında Jakob Mendel’i unuttuğunu hatırlayıp “kendini ona karşı hep mahcup hisseder hem de merak eder. Nereye gitmiş olabilir, ne olmuştur?” diye garsonlara sorar, bilen yoktur. Aklına kafenin patronu gelir, ama o da kafeyi satalı çok olmuştur. Birden tuvaletleri temizleyen kadını hatırlar ve onu çağırmalarını ister. Kadını çağırırlar ve yazar görür görmez onu tanır. Evet, bu kadın o günlerde bu kafede çalışan kadındır. Zweig, Bayan Sporschill’i masasına davet edip Jakob Mendel’i sorar. Kadın “beş ya da altı, belki yedi yıl önce o öldü” der. Ve ardından savaş başladıktan sonra da onun bir müddet buraya geldiğini, dış dünyaya karşı ilgisiz tavrını sürdürdüğünü, ama bir gün yabancı yayıncılarla mektuplaştığı için tutuklandığını belirterek, Avusturya vatandaşı olmayıp üstelik düşman bir ülkenin yurttaşı olduğu için de “casus” denerek kampa kapatıldığını söyler.

Mendel kampta çok sıkıntı çekmiş, gözlükleri kırılmış, kitapsız, parasız, çok kötü şartlarda iki yıl geçirmiştir. Ancak onun başına gelenleri öğrenen bazı yüksek bürokratların ve bilim adamlarının girişimiyle serbest kalmıştır. Bayan Sporschill şöyle devam eder:

Ama o artık eski Mendel değildi, (…) gözleri harap olmuştu (…) hafızası çalışmaz hale gelmişti (…) arada bir birisi bilgi almaya geldiğinde Mendel yorgun gözlerini ona dikiyor, ne söylediğini tam olarak anlamıyor, yanlış duyuyor, söylenenleri unutuyordu. (…) Çoğu zaman başı kitabın üzerine düşer, uyuklardı.

Artık kapı kapı dolaşıp kitap toplayan adamın işini yapacak gücü kalmamıştır. İlerleyen günler Mendel için çok daha güç olur. Biriktirdiği para enflasyonla beraber yok olur gider. Kafenin yeni sahibi, eski karaborsacı Florian Gurtner de eski sahibi Standhartner’e onu koruyacağına dair söz verdiği halde, üstü başı pejmürde bu adamı asalak olarak görmeye başlar ve bir gün masaların üzerindeki çöreklerden iki tanesini gizlice yediğini bahane ederek kafeden kovar. Mendel çaresizce dışarı çıkar. Tuvaletleri temizleyen kadın bir süre, bazı günler ona yiyecek bir şeyler götürür. Artık odasından çıkmamaktadır ama bir sabah Mendel kafenin kapısında görünür, uyurgezer gibidir. Girip oturur, onu gören Bayan Sporschill yeniden kovulacağını düşünerek gidip uyarır. Bunun üzerine kalkıp kapıya doğru yürür ve orada yığılıp kalır.

Kitapta yer alan ikinci novella olan “Görülmeyen Koleksiyon”da Almanya’nın sıkıntılı günlerinde bir antikacının şahit olduğu bir olayı okuyoruz. Savaş bitmiş, olağanüstü bir enflasyon yaşamı altüst etmektedir. O günlerden birinde bir yerlere gitmek için trene binen Zweig, yolculuğu sırasında tanıdığı bir antikacıyla karşılaşır, sohbet etmeye başlarlar, bir süre sonra antikacı yazara “şu an nereden geldiğimi anlatmak istiyorum size” der ve anlatmaya başlar: Paranın değerinin buhar olup uçtuğu şu günlerde yeni zenginler “birdenbire gotik tarzı Meryem Ana ikonalarına, ilk baskılara ve özgün baskılara ilgi duyduklarını” keşfetmişlerdir ama antikacıların bu eserlere olan yoğun ilgiyi karşılamaları zordur, çünkü yeni mallar bulmaları giderek zorlaşmaktadır. Dükkânında satacak malı kalmamış, bunun üzerine o da dükkânı kapatmayı düşünmeye başlamıştır.

Çaresizlik içinde kalmışken aklına eski müşterileriyle ilgili bilgilerin yazılı olduğu defterleri karıştırmak gelir. Ancak oradan da pek bir şey çıkmaz, çünkü onlar da ellerindeki malları satmışlardır. Ama isimlerden biri dikkatini çeker. Savaş öncesi bu kişi parça parça kendisine çok sayıda gravür siparişi vermiş ve değerli bir koleksiyon yaratmıştır. Ama daha sonra bu koleksiyoner sessizliğe gömülmüş, alıcı olarak kaybolduğu gibi satıcı olarak da kaybolmuştur. Piyasayı iyi izlediği için tüm müzayedelerden, açık veya gizli satışlardan haberi olan antikacı bunu tuhaf bulur ve adresini bildiği bu kişiyi ziyaret etmeye karar verir.

Ertesi gün yollara düşerek oturduğu ücra köyü ve bu kişiyi bulur. Adam kızıyla ve karısıyla yaşamaktadır ve kördür. Kendisini bir antikacının ziyaret etmesinden büyük mutluluk duyar. Bir süre sohbet ederler, daha sonra antikacıya koleksiyonunu göstermeyi teklif eder. Ancak beklenmedik bir şey olur ve adamın karısı bu işi öğleden sonra yapmalarını teklif eder. Çünkü öğle yemeği saati yaklaşmaktadır ve yemekten sonra da adamın bir saat dinlenmesi gerekmektedir. Bunun üzerine öğleden sonra buluşmak için sözleşip ayrılırlar.

Antikacı oteline dönüp öğle yemeğini yemek üzere lokantaya gider. O sırada koleksiyonerin kızı gelerek konuşmak istediğini söyleyecektir. Anlatmaya başlar. Öğleden sonra babasının göstereceği dosyalarda bir şey yoktur, ekonomik kriz başlayınca daha ayın ilk iki gününde eriyen koleksiyoncunun emekli maaşı nedeniyle annesiyle birlikte evdeki eşyaları satmaya başlamış, sonunda satacak bir şey kalmayınca gravürleri de satmak zorunda kalmıştır. Ama adamın bundan haberi yoktur. Sattıkları gravürler yerine kopyalarını ya da benzer baskılarını koymuşlardır. Böylece babası o dosyaları açıp tek tek dokunduğu zaman mutlu olmaktadır. Kız şöyle devam eder:

Sizden rica ediyoruz (…) onu mutsuz etmeyin (…) bizi mutsuz etmeyin (…) onun elindeki son hayalini yıkmayın, bize yardım edin, size tarif edeceği tüm özgün baskıların orada olduğuna inanmaya devam etmesini sağlayın…

Antikacı ve genç kız beraberce eve dönerler, koleksiyoner heyecanla onları beklemektedir, hemen dosyaları açmaya ve gravürler hakkında bilgi vermeye başlar. İki saat boyunca koleksiyonunu gösterir. Bu arada antikacının yaptığı tek şey arada “inanılmaz, muhteşem bir özgün baskı” gibi yarım cümleler kurmaktır. Nihayet veda saati gelir. Adam onu sıcak bir şekilde uğurlar. Evden ayrılırken antikacı kendisinden utanmaktadır. Buraya birkaç değerli parçayı ucuza almaya gelmiştir ve çok farklı saatler yaşamıştır. Unutulan “sanat aşkını ve sanat coşkunluğunu” bir kez daha canlı canlı içinde hissetmiştir. Bunu unutmadığı için kendine saygı duyar. Ve ayrılırken Goethe’nin şu ünlü sözünü hatırlar: “Koleksiyonerler mutlu insanlardır.”

Kitapta bu iki hüzünlü novella dışında bir de “Unutulmayacak Bir İnsan” adlı kısa bir öykü bulunuyor. Zweig’in yaşadığı bir olayı okuyoruz. Günlerden bir gün köpeğiyle dolaşmaya çıkan yazar aniden köpeğinin huysuzlandığını görür, ne olduğunu anlamaya çalışırken yanına bir adam yaklaşır ve hiçbir şey demeden köpekle ilgilenmeye başlar. Sorunu anlar ve hayvanı rahatsız eden ayağına batan şeyi çıkartarak onu rahatlatır ve sessizce gider. Şaşıran Zweig eve dönünce bu olayı aşçısına anlatır. Kadın “Anton’dur o,” der, “o bu tip işleri hemen görür”. Ancak bu cevap yazarı daha çok meraklandırır ve onun ne iş yaptığını, nasıl geçindiğini öğrenmek ister. Aşçının cevabı kısa olur: “Anton’un bir şey yapması gerekmiyor. İhtiyacı olan şeyleri insanlar ona verir. Anton parayı umursamaz. Onun paraya ihtiyacı olmaz.”

Anton’u unutmayan Zweig ilerleyen günlerde onun sabahtan akşama kadar dikkatli gözlerle şehirde dolaştığını ve aksaklık gördüğü zaman müdahil olduğunu gözlemler. Örneğin bir arabacıyı durdurup atının koşumlarının iyi bağlanmadığını söyler, bir çitteki direklerin çürüdüğünü fark ederse sahibini bulup uyanır. Çoğu zaman tamir işlerini ona verirler. Çünkü insanlar onun tavsiyelerinin iyi niyetten kaynaklandığını bilmektedirler. Sıkıştığında herkes ona başvurur. Anton yaptığı iş ne kadar güç olursa olsun, bir günlük yevmiyeden fazlasını kabul etmez, eğer parası varsa onu da almaz. Yaptığı her iş karşılığında ücret alıp para biriktirmektense, çevresinde akıllı, vicdanlı, sorumluluk sahibi insanlar, dostlar biriktirmeyi tercih eder.

Bir gün Zweig’ın evinde bir tamirat işi çıkar ve aklına hemen Anton gelir, yardımcısından onu çağırmasını ister ama aşçı kadın “onu öyle çağıramayız” der, “ancak haber yollayabiliriz”. Yazar bu cevaptan anlar ki, Anton’un evi barkı yoktur ama ona ulaşmak da çok kolaydır. Yolda birine Anton’u arıyorum dediğiniz zaman o kısa sürede ortaya çıkmakta ve sorun neyse çözmektedir. Onlar da öyle yapar ve birkaç saat içinde Anton çıkıp gelir. İşi bitince de verilen paranın üçte birini kabul eder, ama eğer varsa eski bir palto ister. Bunun üzerine aşçı kadın yazarın giymediği tüm eski eşyaları çıkarıp önüne yığar. Kendine sadece bir palto alan bu iyi yürekli adam eşyaları biraz inceledikten sonra içlerinden bazılarını tanıdığı ihtiyaç sahibi insanlara götürmek için izin ister. İzin verilince de alır ve yine sessizce kaybolur.

Zweig, “yıllar sonra da Anton’u sık sık ve büyük minnetle anmışımdır,” diyor, “çünkü hayatımda hiç kimse onun gibi manevi dünyamı zenginleştirmem konusunda bana yardımcı olmamıştır. (…) Herkes Anton gibi yaşasa (…) daha iyi olmaz mı?”