Sabotaj: Anadolu’da hazin değil trajikomik bir komplo öyküsü

Sabotaj

Sabotaj: Anadolu’da Hazin Bir Komplo Öyküsü

SELİM ERDOĞAN

İthaki Yayınları 2021 280 s.

Denizatı Vadisi, İkibinseksendört, Gofer Ağacı ve Kurbağa Adası isimli kitaplarıyla tanıdığımız Selim Erdoğan, bu sefer İthaki Yayınları’ndan çıkan Sabotaj: Anadolu’da Hazin Bir Komplo Öyküsü ile okurlarıyla buluşuyor. Konya’da kurulmuş bir teknoloji tesisinde yaşanan hazin bir olayı aydınlatması için görevlendirilen akademisyen Gürler Gür’ün başından geçenleri izlediğimiz öyküde anlatılanlar, kitabın adında yer alan hazin’den ziyade trajikomik kelimesiyle sunulmayı daha fazla hak ediyor. 

MELTEM DENİZ DOĞAN 

Hikâye, Erdoğan’ın önceki eserlerini de hatırlatacak biçimde, güncellik taşıyan tartışmalara yer veriyor ve içerisinde bulunduğumuz zaman ve mekândan çok da uzak olmayan şartları anlatıyor. Bu bakımdan ona, bir dönem distopyasıdiyebiliriz. Aslına bakarsanız fazlasıyla imkânsız ve uzak hayallerin ürünü olmayan birkaç unsur dışında hikâyenin içerisindeki bilim ve teknoloji, günümüzde oldukça tanıdık. Bu yönüyle yazar, belki de sadece şu an zaten içerisinde yaşadığımız, hâlihazırda içerisine doğru ilk adımlarımızı atmış bulunduğumuz bir distopyanın, biraz ileriye sarılmış ve biraz da abartılmış bir resmini çekiyor; bunu da bilim üzerine gerçekleştirilen uzun sohbetlerle yahut tahayyül edilmesi zor icatlarla değil, hepimizin gün içerisinde mutlaka bir tanesine rastladığı, toplumun içerisinden çekilen karakterleriyle yapıyor.

Sabotaj: Hazin Bir Komplo Öyküsü’nün karakterleri, Türkiye toplumunun içerisinde uzun yıllardır var olan her kesiminden, en az bir örneğiyle temsil edilen tipleri içeriyor. Ana odağımızda İstanbullu, üst kesimden bir aile var. Boğaziçili, materyalist, akademisyen bir baba, Batılı tarzda yetiştirilmiş ancak içten içe Doğu kültüründen kopamamış, kimlik buhranlı bir anne; onların biri görünüşüne önem verip poz kesmekten başka bir şey yapmayan, diğeri internette okuduğu rockstar hikâyelerine öykünüp, taklit etmeye çalışan, dünyadan habersiz oğulları. Hikâye, açılışında tanıdığımız bu karakterlerden sonra, öyküdeki olaylar zincirini başlatan kaza ile romanda doğrudan bulunmayıp da karakterlerin gözünden tanıdığımız bir başka kesime gönderiyor bizi: Ülkelerinde bulamadıkları imkânlar sebebiyle beyin göçüne mecbur kalan zeki, seküler ve yaratıcı bilim insanları.

Biraz daha ilerliyoruz ve hikâye gereğince, İstanbul’dan Konya’ya yolculuk ediyoruz. Mekânda yaşadığımız bu değişim, dikkatimizi vermemiz gereken karakterlerin temsil ettikleri toplumsal kesimlere de yansıyor. Başkahramanımızla birlikte sırasıyla ‘liyakat’ kontenjanından atanmış çok maaşlı bürokratları, yurtdışında, kimsenin adını bile bilmediği okullardan sertifikalar almış kifayetsiz muhterisleri ve emekliliğin sıkıntısından her tarafta komplo teorileri görmeye başlayan ordu mensuplarını tanıyoruz. Anadolu’nun hazin öyküsünde geçim sıkıntısı yaşadığı için yetişemediği kadar iş üstlenen, hayatın getirdiği şartlara uyum sağlamış ‘şark kurnazı’ sıradan vatandaşlar ve öyküdeki dönemin rüzgârına kapılarak kendini önemli hissetmeye çalışan kolluk kuvvetleri de diğer yan karakterler olarak kendilerini göstermekten geri durmuyorlar.

İsimleri ve öyküdeki rolleri, yani onları gördüğümüz bağlamlar, okurun gündelik hayatından farklı olsa da okur, giyim tarzlarından konuşmalarına, eylemlerinden dünya görüşlerine kadar; sahneye, az ya da çok her giriş çıkışlarında, etiyle kemiğiyle tanıyor bu karakterleri. Bazılarının isimleri, unvanları, sözde başarıları dahi tanıdık. Birebir aynı değiller elbette, kurgunun verdiği yetkiye dayanarak yapılan mübalağalar söz konusu ve bu mübalağalar da okurdan gizlenmiyor zaten, yeterli oranda yabancılaştırılıyor okur. Fakat böyle bir tercih yüzünden karakterler derinlikli olamıyor. Ne biyografileri ne birbirleriyle iletişimleri ne de kendilerinden ayrılan kesime olan yargıları, daha önce karşılaşmadığınız yahut size tanıdık gelenin dışına çıkacak, bir başka bakış açısına yönlendirmiyorlar. Dolayısıyla öykü her ne kadar güncel temalar barındırsa ve günümüze çok yakın bir zamanda geçse de karakterlerin tasvirleri, düşünceleri ve eylemleri, artık eskide kaldığını söyleyebileceğimiz birtakım kalıpları tekrar ediyor. Bir benzerini öyküde kurulan Türkiye için de söyleyebiliriz.  

Selim Erdoğan

Bununla birlikte yazar, bu kadar yakından tanıdığınız karakteri karikatürleştirirken aynı zamanda onları, okuru rahatsız edecek kadar klişeleştirmemeyi ve bunca kalıplaşmış abartıya vesile olurken yine de gerçekçi kalabilmeyi, en kestirme yollardan biri ile başarıyor: Kelime oyunlarına, imaya, ironiye ve hatırlatmalara başvurarak. Yazarın dil ve üslubundaki, konuşma dilinden ayrılan estetik tercih, bu kadarla sınırlı. Bazen bir isimdeki bir harfi değiştiriyor sadece bazen de ileri gidip, henüz önceki yıl haberlerde izlemiş olduğunuz bir konuşmayı aynıyla hatırlatıyor. Bu da hem karakterleri hem de öyküyü olabildiğince gerçekçi yapıyor tabii fakat tam olarak da bu gerçekçilik sebebiyle öykü, iddia ettiğini var saydığınız şekilde, gelebileceğinden endişelenebileceğiniz bir distopya kurgulamıyor; gerçekte, çoktandır bu distopyanın içerisinde bulunuyor olabileceğinizi hatırlatıyor. Temelde amaç bu olduğu için, demode kalıplar da öyküyü olumsuz anlamda etkilemiyor.

Öyküyü, olayların dışarısında kalan üçüncü bir gözden takip ediyoruz ancak yazar, birebir, yazar kimliğiyle öyküde yer almasa da okuyucuya varlığını fazlasıyla hissettirmiş. Selim Erdoğan ne öyküsünün ana hatlarında ne de karakterlerini yansıtışında tarafsız değil. Burada kastedilen, yazarın kendi düşüncelerini karakterleri üzerinden yansıtması değil; okura, görece tarafsız bir gözlemciden aktarılıyor gibi sunulanların, ihtimallere pay bırakmaması. Karakterlerin ne düşündüklerine, neyi neden yaptıklarına, onlar hakkında ne hissetmeniz gerektiğine dair kararları, kendiniz vermiyorsunuz. Onlarla ilgili, özellikle başkahraman Gürler Gür’ün şahsında kesinleştirilmiş yargılar mevcut, sizin özgürlüğünüz ise bu yargıları beğenip beğenmemekle sınırlı kalıyor.

Sabotaj: Hazin Bir Komplo Öyküsü, isminden itibaren gizemi çözülmesi gereken bir olayı ve heyecanlı olabilecek bir macerayı çağrıştırıyor. Dolayısıyla öykünün kurgusuna az da olsa değinmekte fayda var. Üniversiteden eski bir tanıdığının da ölümüne sebep olan ve üzerinde sabotaj şüphesi bulunan bir kazayı araştırmak üzere TBMM tarafından görevlendirilen fizikçi Gürler Gür’ün, kazanın gerçekleştiği Berhava İleri Teknolojik Araştırmalar Külliyesi’ne doğru yola çıkmasıyla kitabın vaat ettiği gizem çözme serüveni başlıyor. Gürler’in burada hem insanların ölümüne sebep olan yüksek teknolojili cihazın ne olduğunu ve neden arızalandığını hem de bu arızanın bir kazadan mı yoksa kasıtlı bir eylemden dolayı mı gerçekleştiğini soruşturması gerekiyor. Çok geçmeden Gürler’den beklenenin aslında bu ikisi de olmadığını, hâliyle öykünün de temelde, heyecanlı ve detaylı bir gizem çözme hikâyesi anlatmak istemediğini anlıyorsunuz. Bu öyküde illiyet bağları ve gerçekler önemli değil, algılar ve inançlar önemli. Olayı aydınlatmak için kapısını çaldığınız herkesin olayla ilgili, değiştirmeye niyetli olmadığı inançları var ve hepsi de sadece bu inançları onaylatmak istiyor.

Bununla beraber Sabotaj: Hazin Bir Komplo Öyküsü, farklı insanların aynı olayı nasıl algıladıklarını, bu algının soruşturmaya nasıl yansıdığını yahut ön yargıların gerçekleri nasıl çarpıttığını anlatmak, açıklamak veya buradan bir mesaj iletmek de istemiyor. Dolayısıyla okuduğunuz kitap ne heyecanlı bir kovalamacayı ne detaycı, zihni zorlayacak bir gizemin çözülmesini ne de kalbinize dokunacak bir çıkmazı anlatıyor. Teknik detaylara takılmazsanız –ki karakterler de böyle yapıyorlar– ortada zaten Gürler, külliyeye varmadan öncesinde gerçekleştirildiği kesinleşmiş bir sabotaj, kanıtlar ve mahkeme mevcut değilken yargısı tamamlanmış bir suçlu ve neden-sonuç ilişkileri üzerinde hemfikir olunmuş bir suç var. Eksik olan tek şey, teknik detaylar. Gürler ile okur da bir akışa kapılıp, bu iki taraf dışında kimsenin aralarındaki farkı önemsemediği bu teknik detayların peşine düşüyor.

Kitabı okumak için niyetlendiğinizde bilmeniz gereken şey de bunlar. Karakterlerden ziyade karakterlerin düşünme biçimlerine ve kendilerini ifade etmeyi tercih ettikleri kelimelere, mekânlardan ziyade mekânların işlevlerine, işleyişlerine ve onları tanımanız için seçilen isimlere, olaylardan ziyade ise olayların gerçekleşmelerinde etkili olan unsurlara ve bu unsurların devreye girme sıralamasına odaklanmanız gerekiyor. Hikâyeyi sürükleyici kılan, kitaba devam etmenizi sağlayan, her yeni sayfada başkahramanla duygudaşlık kurarak bazen sizi sinirlendirip bazen de üzen ve içinizi sıkan; öykü tamamlandığında ise bunca anlamsızlığın verdiği hüznü durdurmak için sarf edeceğiniz her çabanın beyhudeliğini fark edip, geriye kalan tek seçenek ile gülümsemenizi sağlayan şey, bu teknik detaylar olacak. Her birinde de günlük hayatınızdan bir paralellik keşfedecek ve belki henüz bir gün önce, sosyal medyada gördüğünüz, gündemde yer alan trajikomik bir olaya, aynı tepkileri verdiğiniz, aklınızın bir köşesinde duracak.

Eserin en büyük problemi, odaklanması gereken yerin, önceki paragrafta zikredilen özellikleri olduğunu bizzat kendisinin gözden kaçırması ve bu yönlerini daha fazla parlatmaması. Türk dilinin okuyucuları için toplumun gerçeklerine dayanan trajikomik anlatılar, anonim edebiyattan modern anlatıya değin, fazlasıyla tanıdık. Farklı tür ve biçimlerde, farklı bakış açılarıyla yahut bambaşka amaçlarla da sunulsalar, okurda trajikomik anlatıların net bir karşılığı mevcut. Gerçek olayların fıkralardan tiyatroya, romanlardan sinemaya, çoğunlukla da trajikomik biçimde yansımasının ve büyük oranda kendisini, muhatabına sevdirme eğiliminde olmasının sebepleri ve sonuçları, apayrı bir bağlamın tartışma konusunu oluştururdu elbette. Ancak vardığımız noktada bu topraklardan, öncülü ve ardılları arasında en mahir örneği verebilmek açısından, birçok Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz çıkıyor. Gürler Gür’ün başrolünde olduğu Sabotaj: Hazin Bir Komplo Öyküsü’nün kendini sunma biçimini ve başlığıyla vaat ettiklerini, içerisinde bulunduğu döneme yönelik isabetli gözlemlerine yahut dili ve üslubuna da farklı bir biçimde yatırım yapmaya kaydırmaması, onu Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’dan uzaklaştırıp, olması gerekenden daha yüzeysel bir ironiye mecbur bırakabilir.