Cafe Central’den gelen telgraf

Ruhun-Telgrafları

Ruhun Telgrafları

PETER ALTENBERG

çev. Ahmet Arpad önsöz: Stefan Zweig Everest Yayınları 2020 264 s.

Peter Altenberg’in Ruhun Telgrafları  adlı kitabı, izlenimci bir yazarın doğayı, varlıkları ve insanı nasıl incelikle kavrayıp anlatabildiğini gösteren, sıra dışı bir yapıt. “İnsan ruhunun yükselen gizemli anlarını” kayda geçiren bu kısa metinleri okurken Viyana’nın kendine özgü ahengini yansıtan sokak müzisyenlerini dinliyor gibi bir duyguya kapılıyorsunuz.

YALIN SÜREZ

Bir kadının o alışılmış baş hareketiyle saçlarını şöyle yana atışına bakıp ağlayan birini gördünüz mü hiç? Ya da sevdiği kadının ayak izleri önünde diz çöküp dua edeni? Kuşkusuz bu insan ruhunun erişebildiği en yüce mevki olurdu! Tanrı’nın en görkemli sanatının kadın ruhu ve kadın güzelliği olduğuna inananlar için… Erkekler kadın gövdesine ve ruhunun gizemine saygı duymayı öğrenebilselerdi, dünya kuşkusuz daha güzel bir yer olur ve yeryüzünde hiçbir kadın incitilmezdi. Hadi biraz daha ileri gidelim: Kadın gövdesi karşısında hayvansı duyguların ötesine geçebilseler, bir “nü” tabloya cinsellikten arınmış bir gözle/bilinçle bakabilselerdi… “Fakat gözler yaşama, su zambağına bön bön bakan kurbağa gibi bakıyor.”

Geçen yüzyılın başlarında Viyanalı, bohem bir yazar bütün bunları ve daha fazlasını yapıyordu. Adı, Peter Altenberg’di (1859-1919). Kır ve dağ gezintilerine çıkıyor, kenti dolaşıyor, sonra bir kafeye ya da otel odasına çekilip izlenimlerini, ruhunun duyuşlarını kısacık, özgür metinler halinde yazıyordu. Dağ otellerinde varlıklı, güzel kadınlarla nazik söyleşiler yapıyor, onların çocuklarına öğütler verip kül sarısı, örgülü saçları olan küçük kızları bakışlarıyla kutsuyordu. Bir keresinde saçlarını kayıtsızca arkaya atan bir kadını gördüğünde şöyle demişti: “İsterdim saçlarını okşar gibi arkaya atışını görmemeyi… Fakat bunu gördüm ve kendimi kaybettim! O andan sonra da onun için dualar ettim, oturup ağladım da…”

Altenberg’in sıra dışı bir yazar olduğunu söylemek gereksiz. Viyana kültür çevresinin aykırı isimlerinden biriydi o. Arthur Schnitzler, Hermann Bahr, Karl Kraus gibi dönemin ünlü entelektüelleriyle birlikte Herren Sokağı’ndaki Cafe Central’in müdavimlerindendi. Yazınsal yaşamı burada, biraz da talihin yardımı ve arkadaşlarının dokunuşuyla başladı. Özdeyişler, anlık izlenimler yazarak... Radikal görüşleri, kente ve insana yaklaşımıyla modernizmin öncü ışıklarını yakmıştı. Stefan Zweig’ın deyişiyle, “Her türlü heyecanı içine çekebilen bir büyük kent edebiyatçısı. Lirik bir şair, filozof ve öykücü…”

Peter Altenberg’in Ruhun Telgrafları (çev. Ahmet Arpad, Everest Yayınları, 2020) adlı kitabı, izlenimci bir yazarın doğayı, varlıkları ve insanı nasıl incelikle kavrayıp anlatabildiğini gösteren, sıra dışı bir yapıt. “İnsan ruhunun yükselen gizemli anlarını” kayda geçiren bu kısa metinleri okurken Viyana’nın kendine özgü ahengini yansıtan sokak müzisyenlerini dinliyor gibi bir duyguya kapılıyorsunuz. Yalnız kısalıkları değil, içeriği ve ruhuyla da bir telgrafçıyı düşündürüyor okuduklarımız. Altenberg’in iyi bir Baudelaireperest olduğundan, Kötülük Çiçekleri’ni bolca kokladığından kuşku yok. Paris Sıkıntısı adım başı seziliyor metinlerinden. Ustasının açtığı yolda coşkuyla yürürken, oradan alçakgönüllü bir dost içtenliğiyle selamlıyor bizi.

Dokunduğu her şeyi yazıya dönüştürebilen yazarlar soyundan Peter Altenberg. Doğada gördüğü sıradan varlıklar, görüntüler bile onu duygulandırıp harekete geçiriyor. Dağlar, patikalar, yeşil çayırlar, sonbahar kızıllığı, kirli bir kar yığını… Evet, en çok doğayı ve insanları, kent heykellerini, işçileri, balık tutanları, ustabaşıları, mevsimleri, kaplıcaları anlatıyor. Gerçek yaşamla kurgunun sınırları belirsizleşiyor anlatımında; şakayla hiciv, bilgelikle uçarılık iç içe geçiyor. (Uzaktan Refik Halid’i anımsatmıyor mu?) Tüm bunların ötesinde, duyarlığının ve estetiğinin özünü kadın oluşturuyor. Kitabın daha başında belirtiyor bunu: “Tanrısal bir sanat eseri kabul ettiği kadın vücuduna inanılmaz hayranlık duyan biriyim ben! Gariban odamın hemen bütün duvarları şahane nü çalışmalarıyla kaplı.” Bir yerde de şöyle diyor: “Ben yaşamımda kadın güzelliğinden, çekiciliğinden, onun inceliği, tatlı ve çocuksu davranışlarından başka hiçbir şeye o kadar değer vermedim.” Ve kadını bir kurtarıcı olarak gördüğünü saklamıyor: “Şimdi fakir ve terk edilmiş bir yaşam sürüyorum, hep soylu bir kadının elini, gururlu yürüyüşünü, sanki bu dünyadan değilmiş gibi bakan gözlerinin yumuşaklığını arıyorum.” Stefan Zweig kitabın girişine alınan “Peter Altenberg ve Viyana” başlıklı yazısında, onun İncil’e gösterdiği saygıyı kutsallığının bir gün olsun lekelenmesine izin vermediği kadının varlığına da gösterdiğine dikkat çekiyor.

Yazdıklarını ‘telgraf’ diye niteliyor Altenberg; kısa, yalın ve öz… “Evet, sadeleştirerek, ruhumdakileri telgraf gibi sadeleştirerek anlatmayı seviyorum ben! Bir insanı tek bir cümleyle, ruhumda yaşadıklarımı tek bir sayfada, doğada gördüklerimi tek bir kelimeyle anlatmak istiyorum! Doğrult silahını, nişan al ve vur hedefi tam on ikiden! Bu kadarı yeter!” Zweig’ın dediği gibi, “Önemsiz, cansız ve tekdüze şeyler onun kısa notlarında ayrıntılarıyla canlanır ve renklenir, yazar ruhunu onlara verdiği için de yaşama kavuşurlar.” Rilke, “Pencere” şiirlerinden birinde, “sanki yaşamak bakmaktan fazlası değildi” demişti. Altenberg için yaşamak, görmek, duymak ve duyurmaktan başkası değil. Kendisi gibi ‘ruhları zengin insanlar için’ yazıyordu. Telgraflarıyla okurunu uyarmak, harekete geçirmek ve onlarla yaşamın doruklarında bir yerde buluşup söyleşmek ister gibiydi. “Ruhumun özgürlüğünün bana yaşattıklarını bir kâğıda sıkıştırarak değerli, hoşgörülü insanların bana eşlik etmesini istiyorum. (…) Evet, o insanlar var!”

Yazmak onun için kutsal anlamlar taşımadığı gibi büyük uğraşlar da gerektirmiyordu. “Ben nasıl mı yazıyorum?” demişti, Arthur Schnitzler’e yazdığı bir mektupta, “Özgürce, pek düşünüp taşınmadan. Önüme bir kâğıt koyup kalemi elime aldığımda ne yazacağımı bilmiyorum. Önce bir başlıkla başlıyorum ve yazarken aklıma başlıkla ilgili şeyler geleceğini ümit ediyorum. Yazan kişi kendine güvenmeli, yazarken kendini zorlamamalı, kendini uçan kuş gibi özgür hissetmeli.” Altenberg’in edebiyat kaygısı güttüğü de yoktu. Onun işi yaşamı duyumsamaktı; belki yazmak en kestirme yoldu bunun için. “Yazdığım ufak tefek şeyler edebiyat mı? Kesinlikle değil. Onlar öz, yaşamın özü! Ruhun yaşamı; bir gün içinde rastlantıyla iki, üç sayfaya sıkıştırılan şeyler.”

Ruhun Telgrafları’nı bir kalıba sokmak, bir türe yamamak gerekmiyor. İçerdiği metinleri ille de tanımlamak gerekirse, “sivil yazı” demek en doğrusu. Yazarının yaşamı gibi özgür, kayıtsız, avare. Bu birer paragraflık, birer sayfalık metinleri ya da özdeyişleri okuduktan sonra geriye ne mi kalıyor? Bir kent orkestrasını dinlerken ne kalıyorsa o! Tanıdık sesler, hayal meyal insanlar, bilenmiş duyarlıklar, denizaltında kalmış duyguların uyanışı, bazı küçük dikkatler, anımsamalar… “Ben fakirim, ben bir hiçim!” diye feryat edip huzur bulacağı kardeş ruhlar arayan bir ‘Flâneur’un dostluğu. İki huzursuzun uzaktan birbirini selamlarken yüzlerinde beliriveren gülümsemenin hazzına benzer bir şey… Altenberg, “Mezar taşıma şu sözleri yazmalarını isterim” demişti: “O sevdi ve gördü!” Biz de okuduk ve gördük, yetmez mi?