GİACOMO PAPİ
çev. Esma Fethiye Güçlü Timaş Yayınları 2020 176 s.
Giacomo Papi'nin kaleme aldığı Radikal Şıkların Sayımı kara mizah soslu distopik bir anlatı. Esma Fethiye Güçlü çevirisiyle Timaş Yayınları tarafınrdan basılan Radikal Şıkların Sayımı vasatın yüceltildiği, aklın ve bilimin hor görüldüğü, cehaletin masumiyetle eşdeğer tutulduğu, yükselen faşizmin var olmak için her gün düşman yarattığı, kin ve nefret kusma sanatı olan linç kültürünün insan hayatına son verdiği, dilin ''anlaşabilme'' bahanesiyle sömürüldüğü ve kuraklaştırıldığı bir toplumu ele alıyor ve günümüzde çok da yabancısı olmadığımız sorunların altını çiziyor.
Roman, patavatsız addedilen bir profesörün, Giovanni Prospero'nun bir gündüz kuşağı programında Spinoza'dan alıntı yaparak, aslında yadsınan gerçeği su yüzüne çıkarıp linç kültürünün ilk kurbanı olması ve kimliği bilinmeyen birkaç kişi tarafından tekmelenerek öldürülmesi ile başlıyor. Devamındaysa bilginin ve düşüncenin karşısında alkışlanan şiddeti, vahşeti, sömürüyü, ötekileştirmeyi İtalya özelinde Prospero'nun Reading'te aşçılık yapan kızı Olivia'nın dünyasından anlatıyor. Böylece okur, İtalya'nın gerçeğiyle ilk kez yüzleşen Olivia ile birlikte şaşırıyor, üzülüyor, umutsuzluğa kapılıyor. Onunla birlikte bu faili meçhul cinayetin peşinden gidiyor ve kendince İtalya'nın portresini çiziyor.
Yazar cehaletiyle gurur duyan, alçakgönüllü olma kisvesi altında entelektüel kitleyi yok eden, başarının yerine torpili koyan, tüketim kültürünün bir parçası olmadığı müddetçe onu yok sayan, yok edene kadar tüketen, insanları kışkırtmanın yolunun düşünmek, yazmak, üretmek ve öğretmek olduğu, her yeni gün belirlediği bir hedefe saldırarak linç kültürünü yücelten, silah taşımanın sürücü belgesi taşımak kadar kolay olduğu bir İtalya toplumu resmediyor. Ve toplumun karşısına bu algıya hizmet eden, alkışlayan, kapalı kapılar ardında sessiz anlaşmalar yapan ve toplumu kutuplaştıran bir iktidarı koyarak nasıl birbirlerinden beslendiğini gözler önüne seriyor. Bakanın annesiyle olan minik diyaloğu yönetici-halk ilişkisini ve o ilişkinin sahteliğini kanıtlar nitelikte karşımıza çıkıyor:
"– İnsanları yönetmek hoşuma gidiyor, anne.
– Bunu yaparken zekâ işe yaramıyor mu?
– Sadece onu gizlersen. "
Böylesi vahşileşen bir toplumda cadı avının başlaması ise kaçınılmaz oluyor ve düşünceyi savunmaktan suçl olan, demokrasi için tehdit oluşturan entelektüeller bu oyunun ilk kurbanlarından oluyorlar. Onlara özel bir kayıt sistemi oluşturularak sayım yapılıyor, kitapları kontrol ediliyor, evlerine giriliyor, kısıtlamalar getiriliyor… Kısacası özgürlükleri ellerinden alınıyor. Ancak bu da yetmeyince iktidarın ''karmaşıklık'' olarak nitelendirdiği düşünceyi kontrol altına almaya sıra geliyor ve entelektüelleri sansürlemenin en önemli yoluysa dili kontrol etmekle başlıyor.
Dil ve düşünce bağıntısını düşündüğümüzde, dilin insan bilincini ve benliğini oluşturan temellerinden biri olduğu, düşünceninse dille olanak kazandığı, varlığını kanıtladığı ve yaşadığımız deneyimleri hafızamıza sokan araç olduğu gerçeği yadsınamaz. Dolayısıyla insanın kelime haznesi ne kadar zenginse, bildiği kelime ve kavram sayısı ne kadar çoksa düşünce kudreti de o kadar güçlü olur. Romanda entelektüellerin kurduğu cümlelerin halkın anlamadığı bahanesi ve ''insanların anlaşabilmesi'' amacıyla kurulan dili sadeleştirmekle yükümlü birim adeta ''Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır. " diyen Wittgenstein'ı doğrular nitelikte karşımıza çıkıyor. Çünkü düşünce kafesini yaratmak isteyen bir iktidarın yapması gereken tek şey dili sınırlandırmak, kuraklaştırmak ve sömürmektir. Ancak bu sayede ''karmaşıklık'' basite dönüşebilir ve vasatlık kutsanabilir. Yasaklı kelimeler listesine baktığımızdaysa toplumun ve iktidarın neyi yüceltip neyi hor gördüğünü ayırt etmek hiç zor olmasa gerek: Atomculuk, bilgi kuramı, Epikür, hedonizm, gönüllü, ontolojik, stoacılık…
Hikâye, bir distopyayı merkeze almasına rağmen romanın sürükleyiciliği, yazarın kara mizahi bir üslubu anlatıya harmanlamadaki becerisinden kaynaklanıyor. Sayfalar boyunca sürdürdüğü popülizm hicvi ile hem zaten karanlık olan atmosferi daha da boğucu bir hale getirmiyor hem de iğneleyici bir nüktedanlıkla okuru yaşadığı toplumu, içinde bulunduğu dünyayı sorgulamaya, soru sormaya, düşünmeye çağırıyor.
Giacomo Papi, dünya olarak bir kere daha gökyüzünden yağan kitap küllerinin altında dans etmememiz için adeta bizi uyarıyor. Benzer olayların vuku bulduğu dünyaya ayna tutuyor, linç ve şiddet kültüründen beslenenlerin ve buna hizmet edenlerin artmamasını dileyerek silkelenip kendimize gelmemiz için bize sesleniyor. Tiranın kölesi olmamak için aklı, düşünceyi, bilimi ve sanatı korumaya, ona sahip çıkmaya davet ediyor.